İstanbul'un binlerce yıllık kadim nüfusu Rumların İstanbul’da bu denli azalmış olmasının başlıca nedeni, 1964 yılında alınan sürgün kararı. Bu kararla İstanbul'da ikamet eden Yunan uyruklu Rumlar birkaç hafta içinde sınır dışı edildi. Aralarında T.C. vatandaşlarının da bulunduğu onbinlerce İstanbullu Rum doğup büyüdükleri ve kimliklerini biçimlendiren şehirden koparıldı.
İstos Yayınları ve Hrant Dink Vakfı 20 Kasım tarihinde ‘60. yılında 1964 Sürgünleri ve İstanbullu Rumlar’ başlıklı bir konferans düzenledi.
İstanbul'un binlerce yıllık kadim nüfusu Rumların İstanbul’da bu denli azalmış olmasının başlıca nedeni, 1964 yılında alınan sürgün kararı.
Bu kararla İstanbul'da ikamet eden Yunan uyruklu Rumlar birkaç hafta içinde sınır dışı edildi. Aralarında T.C. vatandaşlarının da bulunduğu onbinlerce İstanbullu Rum doğup büyüdükleri ve kimliklerini biçimlendiren şehirden koparıldı.
Bu zorla yerinden edilme hem T. C. Anayasası’na, hem de Lozan Antlaşması’na aykırıydı. İstanbul’un Rum nüfusu yakın tarihlerde Amele Taburları, 42 Varlık Vergisi, 55 Pogromu, meslek yasakları gibi bir dolu ayrımcı uygulama ile karşı karşıya kaldı. Ancak 64 yılındaki bir hükümet kararnamesi ile gerçekleşen uygulama Rumların şehirdeki varlığına kalıcı bir darbe vurdu. Başlangıçta 12-13 bin Rum’un sınır dışı edilmesi gibi gözüken yerinden edilme, sonuçta evlilik bağları, iş ortaklıkları ve gelecekteki muhtemel uygulama kaygıları nedeniyle 60 binlere ulaştı. İstanbul'da savaş sonrasında, Lozan Antlaşmasında şehrin sınırları konusundaki “hatalı çeviri-yorum” nedeniyle azaldığı halde, o tarihlere kadar yüzbinlere ulaşan Rum nüfusundan günümüze neredeyse bin-binbeşyüz kişi kalmış durumda.
İstanbul’un çok kültürlü yapısı ulus-devlet için bir tehdit değil, bir fırsattı
Avrupa ülkeleri, İkinci Dünya Savaşı’ndan çıkarılan derslerle neoklasik ulus-devletlerin yıkıcı gücünden uzaklaşmaya çalışırken, Türkiye adeta savaş öncesinden kalan bir refleks gösterdi. Üstelik savaşlar sonrasında artık kendi içine kapalı, yereli askıya alan totaliter ideolojiler, rejimlerin toplulukları tasarlama idealleri ortadan kalkmış, tam da birlikte yaşamak için kalıcı bir ortam oluşmuşken.
İstanbul geçmişinden -ve Lozan Antlaşması'ndan- gelen çok önemli bir avantaja sahipti. Kendi tarihinden, modernleşme deneyiminden gelen çok milletli yapısını korumuş bir şehirdi. Ayrıca savaşlarda acılar çekmiş iki ülkenin önderleri, Atatürk ve Venizelos’un müthiş bir öngörüyle, 1930’da çok önemli bir anlaşma imzalamalarına rağmen. Bu anlaşma iki ülke arasındaki ekonomik entegrasyonu, ilişkileri geliştiriyor, karşılıklı olarak ülke vatandaşlarına seyahat ve çalışma imkanları sağlıyordu. Bir bakıma iki ülke, daha Avrupa Birliği kurulmadan önce bir bakıma benzer bir siyasal oluşuma yönelmişlerdi.
Bu gelişmeler iki ülke için de ellerindeki hazır fırsatlardı.
Savaş sonrası Avrupa ülkeleri kendi yaşadıkları felaketi telafi etmek için vatandaşları arasında ayrımcılık yapan, nüfusları homojenleştirmeye çalışan bu neo-klasik devlet modelinden uzaklaşmaya çalışırken, Türkiye sanki bilhassa elindeki değerleri kaybetmek için çaba gösterdi.
Bir tür “ertelenmiş” savaş öncesi reflekslere sahip bir ülkeye dönüştü.
İstanbul’da yaşayan Rumları devlet ve seçkinler kendileri için bir tehdit olarak algıladı ve büyük bir bölümü zorla sınır dışı edildi.
Osmanlı modernleşmesinin milletler sisteminde kamu modeli sekülerleşmemiş, tam tersine din ve etnisite ile kimlik inşasını gerçekleştiren kurumların ve seçkinlerin patronajı altına alınmıştı. Diğerini tasfiye etmeye, dışlamaya, kamu gücüyle kendi soylulaşma süreçlerini yaratmaya yönelik bir model olarak bu millet modelinin Cumhuriyet’e de intikal ettiğini düşünüyorum.
KIRILGANLIĞIN NEDENİ: KÜLTÜREL ALANIN SEKÜLERLEŞMEMESİ
İstanbul yakın tarihlerde çok-etnili, çok-dinli, çok dilli bir ortak-yaşarlık alanıydı. Peki bunu neye borçluydu?
Osmanlı İmparatorluğu’nun geleneksel çok kültürlülüğü… Hoşgörü anlayışı… Kimileri bu sözleri yineler durur.
Bu sözlerden yakın tarihlerdeki siyasal gelişmelerle aramıza perde çekmeye yönelik oldukları gibi bir kuşkuya kapılmak da mümkün.
Buna karşılık imparatorluğun yalnızca tepeden gerçekleştirilen reformlarla değil, tabandan, sivil toplumdan gelen bir dinamizmle kapsayıcı bir yönetimsellik deneyimi, idari dönüşüm ürettiğinden söz edilebilir. Bu geleneksel değil, eğitim kurumlarıyla, sosyal yapısıyla inşa edilen basbayağı modern bir siyasal projeydi. Bu ortak-yaşarlık deneyiminin yalnızca idari reformlarla gerçekleştiği söylenemez.
Örneğin kıyı şehirleri örneğin nispeten yerel yönetimlere sahip özerk sanayi ve ticaret bölgeleriydi. Bu ortak-yaşarlık alanlarının gelişmesini sağlayan koşullar imparatorluğun hayatta kalma stratejisi ile bütünleşiyordu.
Osmanlı yurttaşlığı fikri, klasik Osmanlı, ya da Roma mirası değildi. İmparatorluğun modernleşme sürecinde inşa etmeye çalıştığı politik bir projeydi. Bu nedenle geleneksel olarak devralınmış bir yapı değil, modern kamu kurumları ile uygulanmaya çalışılmış bir tasarımdı. Kent mekanındaki kamusal mekanlar, parklar, tiyatrolar, operalar, kahveler, tren istasyonları, vapur iskeleleri, bu projenin en somut göstergeleriydi. Millet sistemini yeniden üreten modern okullar yanında, farklı kimlikleri taşıyan insanların karma bir ilişki içine girebildiği mekanlardı, bunlar.
Buna karşılık Osmanlı modernleşmesinin milletler sisteminde kamu modeli sekülerleşmemiş, tam tersine din ve etnisite ile kimlik inşasını gerçekleştiren kurumların ve seçkinlerin patronajı altına alınmıştı. Kültürel alan sekülerleşmemişti. Şehirde sıradan vatandaşlara dönük bir gönüllü hareketlilik yoktu. Hayat mahallelere sıkıştırılmıştı. Diğerini tasfiye etmeye, dışlamaya, kamu gücüyle kendi soylulaşma süreçlerini yaratmaya yönelik bir model olarak bu millet modelinin Cumhuriyet’e de intikal ettiğini düşünüyorum.
Bu yüzden ülke, devleti ve sivil toplumu sürekli savaş öncesi refleksler gösteren bir halde kaldı. Seçkinler kamu gücüyle kariyer imkanları, imtiyazlar elde etmeyi kurumsallaştırdılar ve kendi aralarında da mücadele verdiler.
Oysa Kırım Savaşı sonrasında modern bir yönetimsellik deneyimi için de yerelde önemli adımlar atılmış, şehrin altyapı hizmetlerini sağlayan Avrupa'da bile eşine az rastlanır kurumlar oluşturulmuştu. İstanbul Avrupa'nın en önemli finans ve ticaret merkezlerinden biri olmuştu.
Cumhuriyet'le birlikte kültürel alanı sekülerleşmemiş bu millet modeli gözden geçirilebilir ve güncellenebilirdi.
İstanbul bir dünya şehri olma özelliğini nasıl kaybetti?
64 öncesinde Rumlar şehrin ekonomisinde çok önemli bir yere sahipti. 36 bin üyesi olan İstanbul Ticaret Odası’nın üyelerinin yarısı Rum. Rumların ticari hayattaki deneyimleri yanında gerçekleştirdikleri teknik ve sanatsal işler nedeniyle şehir ekonomisine katkıları çok değerliydi. 20. yüzyıl başında Rumlar İstanbul’da “azınlık” değillerdi. İmparatorluğun ilk modernleşmiş kurumlarını inşa etmiş önemli bir topluluğuydular.
Bütün topluluklar içinde kültürel alanda ileri düzeyde donanımlara sahiptiler.
Eğitim kurumları, hastaneler, ihtiyarhaneler, kiliseler...
Rumlara devlet eliyle büyük bir haksızlık yapıldı. Zorla sınır dışı edilmelerinin yanında, suçlu muamelesi yapıldı, baskı altında kendilerini suçlu gösteren metinler imzalatıldı, mallarına, işyerlerine, paralarına el kondu. İnsan hakları ilkeleri çiğnendi. Açıkça T.C. Anayasası ve Lozan Antlaşması ihlal edildi. Bu haksızlığın hesabının hiç sorulmamış olması, suçluların ortaya çıkarılmamış olması da tartışılması gereken ayrı bir konu.
Hiçbir şey, ne Rusların Aya Stefanos’a kadar gelmeleri, ne İstanbul’un işgali, ne de başka bir şey İstanbul’un tarihinde bu denli önemli bir kırılma yaratmadı.
Bu tarihte İstanbul da bir “dünya şehri” olma hüviyetini kaybetti, sıradan bir şehre dönüştü.
Bu yüzden kimilerinde bir "Bizans Korkusu" diyebileceğim bir şey var: Ya şehir gelecekte tekrar Rumların eline geçerse?
Bugün bu seçkinlerin içindeki bu “Bizans’ın hortlatılması” korkusunu anlamak kolay değil. Bu yok edilen Rum kimliğinin Türk kimliğine yapışıp kalması gibi bir şey. Şehirde sayıları 1000-1500’ü geçmeyen yaşlanmış nüfusun, Rumların böyle bir iddialarının olmasının mantık çerçevesinde imkansızlığını söylemek bile kimilerini ikna etmek için yeterli olmuyor.
Bu korkudan kurtulmanın belli bir yolu var, o da bunu iddia edenlerin eşitlikçi bir vatandaşlık tanımına kavuşmaları. Ancak o zaman yok edilen Rum kimliğinin tıpkı bir “hayalet” gibi kendi kimliklerine musallat olmasından kurtulacaklarını düşünüyorum.
Yorum Yazın