01 Ocak, 1970, Perşembe 00:00
Türkiye ile AB arasındaki temel sorun karşılıklı güvensizliktir. Bunun aşılması için Türkiye tarafından atılması zorunlu olan adım siyasette, yargıda ve ekonomi alanında evrensel normlara uyum, AB içinde son zamanlarda özellikle genişleyen söylem ve eylem arasındaki açığın kapatılmasıdır. Malum yeni bir yılın başında umutlu ve iyimser olmak istiyor insan. Ancak, Türkiye-Avrupa Birliği (AB) ilişkilerinin geleceği konusunda iyimser bir şeyler yazabilmek çok da mümkün değil. Geçtiğimiz yılın ortalarında doğru bazı kesimler tarafından olumlu değerlendirilen bazı gelişmeler oldu; örneğin Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan çeşitli vesilelerle, çeşitli platformlarda AB hedefinin Türkiye açısından önemli olduğunu belirtti ve AB liderleri haziran ayı sonunda yaptıkları zirve toplantısında AB Dışişleri Yüksek Temsilcisi Josep Borrell’e Türkiye-AB ilişkileri için yeni bir yol haritası hazırlama görevini verdiler. Ancak Cumhurbaşkanı’nın söyleminin zaman içinde değişiklikler göstermeye devam etmesi, Avrupa Komisyonu’nun Türkiye için hazırladığı ülke raporunun son derece olumsuz olmasının yanı sıra, beklenen Borrell Raporu’nun çok fazla bir yenilik getirmemesi gerek içeriğinin gerekse önerilerinin koşullarının muğlak olması, üstelik de bu Raporun AB’nin aralık ayı zirvesinde üye devletler tarafından gündeme alınmayarak bu konudaki değerlendirmenin 2024 yılının mart ayına ertelenmesi umutları kırmıştır. Bütün bunların ek olarak, AB’nin yıl sonundaki zirvesinin sonuç belgesinde Türkiye’nin genişleme sürecinin dışında, tamamen ayrı bir başlık altında yer alması da – her ne kadar Türkiye bu konuda resmi bir tepki vermemiş olsa da – hayal kırıklığı yaratmıştır. Kabullenilmesi gereken bir gerçek, AB’nin Türkiye’yi artık bir aday ülke olarak değerlendirmediğidir. Katılım müzakerelerinin resmen askıya alınmamış olması bu gerçeği değiştirmemektedir. Zaten AB liderleri 2018 yılında verdikleri bir kararla müzakereleri fiilen askıya almışlardır. Günümüzde AB, Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ertesinde ve Hamas ve İsrail’in Gazze üzerinden sürdürdüğü savaşın da etkisiyle Türkiye’yi jeostratejik önemi artan ama özellikle dış politikasındaki belirsizlikler nedeniyle bir şekilde “kontrol” edilmesi gereken önemli bir komşu olarak görmektedir. Açıkçası Türkiye’deki yönetimin de -her ne kadar söylemi farklı olsa da- özellikle koşulluluk niteliği nedeniyle katılım sürecini gerçekten istemediği ve AB ile karşılıklı çıkara dayanan ve bileşenlerinin belirlenmesinde söz hakkına sahip olacağı işlevsel bir ilişkiden yana olduğu düşünülmektedir. 2005 yılında müzakerelere başlayan bir ülkenin AB ile ilişkilerinin bu hâle gelmesinde iki tarafında payı vardır. AB, bir çözüm olmadan Kıbrıs’ı üye olarak kabul ederek, sonra da bu sorunun çözümüne hiç bir şekilde katkıda bulunmayarak, bazı üye devlet siyasetçilerinin Türkiye’yi kimlik ve kültür bazında dışlamalarına ses çıkarmayarak, bazı üye devletlerin hiçbir AB kararı olmadan bazı müzakere başlıklarını kendi çıkarları doğrultusunda askıya almalarını izlemekle yetinerek ilişkilerin bu hâle gelmesinde etkili olmuştur. Ayrıca 2016 yılında Türkiye ile mülteciler konusunda başlattığı işbirliği nedeniyle bazı AB liderleri içerde demokrasi, hukukun üstünlüğü ve insan hakları alanındaki gerilemeyi uzun süre gözardı etmişlerdir. Türkiye’nin bu süreçteki en önemli hatası AB’nin de -her ne kadar son zamanlarda bu konuda AB’de de ciddi aksamalar gözlemlense de – benimsediği evrensel değerleri içselleştirememesi, AB’yi eleştirirken bu değerleri de Birlik tarafından içişlerine karışmak amacıyla Türkiye’ye empoze edilen değerler olarak nitelendirmesi ve eleştirmesidir. Bunun esas nedeni de “adaylık statüsü”nün ve katılım sürecinin Türkiye’de geniş bir kesim tarafından tam anlaşılamamış ve/veya anlatılamamış olmasıdır. AB’nin Haziran 2023 zirvesinde Türkiye ile yeni bir yol haritası hazırlanması talebinin arkasında Türkiye ile ilişkiyi bir şekilde devam ettirme amacı bulunmaktadır. Bunun başlıca nedenleri de şunlardır:
- Doğu Akdeniz’de sürdürülebilir bir güvenlik ve istikrar ortamı sağlanmasına yönelik ihtiyacı/talebi,
- Bir türlü çözüm bulamadığı “mülteci sorunu”nun halli konusunda üçüncü ülkelere ve dolayısıyla Türkiye’ye muhtaç olması.
Türkiye de içinde bulunduğu ekonomik koşullar nedeniyle AB ülkelerinden gelecek fonlara, özellikle doğrudan yatırımlara duyduğu ihtiyaç nedeniyle Birlik ile ilişkilerini belirli bir zeminde devam ettirmek istemektedir. Ancak iki taraf da nasıl işlerliği ve sürdürülebilirliği olan bir işbirliği kurabilecekleri konusunda bir fikir sahibi değillerdir. Bu konuda sağlam bir stratejileri yoktur. Türkiye bu konuda herhangi bir öneri sunamazken, AB de 2012 yılının ikinci yarısında Kıbrıs’ın AB dönem başkanlığında ilişkileri koparmamak amacıyla önerdiği “pozitif gündemi” çeşitli isimler altında içeriği de pek değişmeden gündeme getirmektedir. İşbirliği bileşenleri 2012 yılından başlayarak vize, göç, ticaret, enerji, terörle mücadele ve dış politika alanında diyalog olmuştur ve bu bileşenlerde bu güne kadar önemli bir değişiklik olmamıştır.
Türkiye’nin özellikle Doğu Akdeniz’deki çoktaraflı girişimlere katılması uzun süredir gündeme getirdiğimiz bir husus olmasına rağmen AB bu konuda, örneğin Doğu Akdeniz’de Çoktaraflı bir Konferans düzenlenmesi konusunda -bunu kabul etmeyen bazı ülkeleri bahane ederek - somut bir adım atmamıştır. AB Türkiye ile yol haritası hazırlaması konusunda Borrel’e ilk defa görev vermemiştir. Türkiye ile işbirliğine yönelik ilk “Borrell Raporu”, AB liderlerinin 2020 yılında verdiği talimat sonucu 2021 yılının Mart ayında yayımlanmıştır. Bu raporda önerilen işbirliği alanları şunlardır:
- Gümrük Birliği’nin modernizasyonu,
- Karşılıklı çıkar bulunan alanlarda yani kamu sağlığı, iklim değişikliği, terörle mücadele ve bölgesel konularda üst düzey diyalog;
- Mobiliteyi ve halklar arasında ilişkiyi artırmak (Türkiye’nin AB programlarına katılımını artırmak);
- Mültecilere yardım sağlamaya devam etmek.
Teknik konularda üst düzey diyalog gerçekleşmiş, mülteciler en somut işbirliği alanı olmaya devam etmiştir. Ancak diğer konularda bir gelişme sağlanamamıştır. Gümrük Birliği Modernizasyonu alanında müzakerelerin başlayabilmesi için önkoşullardan biri olarak öne sürülen Türkiye’nin limanlarının ve havaalanlarının “Kıbrıs Cumhuriyeti” ne açılması konusunda bir ilerleme olmadığı için müzakereler başlamamış, AB ülkelerinden vize alma sürecinde artan zorluklar nedeniyle de mobilite ve halklar arasında ilişki konusunda ciddi bir gelişme kaydedilememiştir. AB liderlerinin haziran ayı sonunda verdikleri görev sonunda 2023 yılının Kasım ayı sonunda yayımlanan “ikinci Borrell Raporu” incelendiğinde büyük ölçüde ilk raporda yer alan önerilerin bir miktar geliştirilerek güncelleştirilmesinden oluştuğu görülür. İkinci Rapor’da başlıca iki yenilik yer almaktadır:
- Türkiye’nin Çoktaraflı Girişimlere Katılması ve AB’nin Dış ve Güvenlik Politikası ile İlişkilendirilmesi;
- Vize Kolaylaştırılması;
- Gümrük Birliği’nin modernizasyonu konusunda taslak bir müzakere çerçevesi hazırlanması.
Türkiye’nin özellikle Doğu Akdeniz’deki çoktaraflı girişimlere katılması uzun süredir gündeme getirdiğimiz bir husus olmasına rağmen AB bu konuda, örneğin Doğu Akdeniz’de Çoktaraflı bir Konferans düzenlenmesi konusunda -bunu kabul etmeyen bazı ülkeleri bahane ederek - somut bir adım atmamıştır. İkinci Borrell Raporu bu konuyu gündeme getirmesine rağmen zamanlamasının bölgedeki gerilimlere bağlı olduğunu öne sürerek konuyu gene muğlak bırakmıştır. Raporda gene uzun zamandır gündeme getirdiğimiz husus olan Türkiye ile dış politika alanında diyaloğun başlaması konusunda bir adım atılıyor görüntüsü olmasına rağmen, bu konu Türkiye’nin -hâlihazırda % 10 olan – AB’nin Ortak Dış ve Güvenlik Politikasına uyumunun artırılması koşuluna bağlanmıştır. Diyalog başlamadan bu uyumun artırılması çok da akılcı bir yaklaşım gibi gözükmemektedir.
Taraflar arasında sağlıklı ve sürdürülebilir bir işbirliğinin oluşturulabilmesi konusunda bile sağlam bir zemin bulunmamaktadır. Türkiye bu konuda ciddi bir öneride bulunmazken, AB dönüp dolaşıp aynı önerileri gayet muğlak ve zaman zaman da mantık dışı koşullarla gündeme getirmektedir. Raporda iş insanları, öğrenciler ve AB’de aile üyeleri olan Türkiye vatandaşları için vize süreci kolaylaştırılmasına atıfta bulunulmasına karşın bu konuda da somut bir ifade yer almamakta bunun gerçekleşme olasılığının üye ülkelerle birlikte ele alınacağı belirtilmektedir. Diğer ilginç bir husus da İkinci Borrell Raporu’nda Gümrük Birliği’nin modernizasyonu konusunda ilk defa taslak bir müzakere çerçevesi hazırlanmasına atıfta bulunulurken müzakerelerin önkoşulu iyice genişletilmiş ve muğlaklaştırılmıştır: “Kıbrıs’ta çözüm görüşmelerinin yeniden başlaması için uygun bir ortam oluşturulması”. Bu güne kadar iki kapsamlı çözüm sürecinin (Annan Planı ve Crans Montana Süreci) sonuçlandırılamamasının müsebbinin Kıbrıslı Rumlar olduğunun bilinmesine karşın bunu Türkiye ile Gümrük Birliği’nin modernizasyonu müzakerelerinin bir önkoşulu olarak öne sürülmesini anlamak mümkün değildir. Görüldüğü gibi taraflar arasında sağlıklı ve sürdürülebilir bir işbirliğinin oluşturulabilmesi konusunda bile sağlam bir zemin bulunmamaktadır. Türkiye bu konuda ciddi bir öneride bulunmazken, AB dönüp dolaşıp aynı önerileri gayet muğlak ve zaman zaman da mantık dışı koşullarla gündeme getirmektedir. Bu durum iki tarafında ilişkiler konusunda bir stratejisinin bulunmadığını göstermektedir. Dolayısıyla taraflar ancak AB’nin herhangi bir üçüncü ülke ile yaptığı gibi, gerektiğinde konu bazında işbirliği yapabilirler. Türkiye ile AB arasındaki temel sorun karşılıklı güvensizliktir. Bunun aşılması için Türkiye tarafından atılması zorunlu olan adım siyasette, yargıda ve ekonomi alanında evrensel normlara uyum, AB içinde son zamanlarda özellikle genişleyen söylem ve eylem arasındaki açığın kapatılmasıdır.
Yorum Yazın