İkinci şans, benim son pişmanlığım olmuştu. Aşktan, hürriyetten ve huzurdan, hamile bir heykel kadar mahrumdum. Manasını bilmeksizin hayatın tadını çıkaran kimselere imrenmekten başka ne yapabilirim?..
Tanpınar’a Huzur Yok’u yazmaya başladığımda, klasik bir cinayet romanı kurmuştum.
Fakat… bu cinayeti çözmek mecburiyetindeki dedektifimizin bir romancı olmasından dolayı, davayı romansal bir dikkatle ele alması gerektiği fikrindeydim…
Ayrıca, bu maceraya Tanpınar’ı sırf onun saygınlığından faydalanmak üzere yerleştirdiğim zannedilsin istemiyordum. Dolayısıyla, romanın genelinde, üstadı doğru konumlamaya özen gösteriyordum. Fakat… bu konumlamayı çok daha özel kılmam gerektiği düşüncesindeydim…
Romanın handiyse yarısı tefrika edildikten sonra, cinayetin nasıl işlendiğine dair orijinal bir fikir buldum.
Dahası, Tanpınar’ın tam da bu macerada yer almasına ilişkin, gayet esaslı bir gerekçe yakaladığımı düşünüyorum.
Tefrikayı başından beri takip eden kıymetli okurlarımdan ricam o ki…
- Yayımlanmış bölümlerin bir kısmını değiştireceğimi biliniz. [Roman, bu değişikliklerden sonra kitap olarak yayımlanacak.]
- Önceki bölümlerle yeni bölümler arasında bazı tutarsızlıklar, uyumsuzluklar farkederseniz, biliniz ki hikayedeki revizyonlarla alakalı bir durum bu.
Anlatım, karakterler, hikaye ve bilişsel / düşünsel nitelikler bakımından iyi bir roman yazmaya çalışmak zor iş. En azından ben epey zorluk çekiyorum yazarken. Romancının, paradoksal olarak, yazabileceğinden daha iyi bir roman yazmakla mesul olduğunu düşünüyorum. Bu beyanıma binaen bendenizi mazur göreceğinizi ve tefrikanın devam bölümlerini zevkle okuyacağınızı ümit ediyorum.
Saygılarımla.
İnce buz üstünde yürüyorum, boynumdaki ilmek daralıyor ve kafama nişanlanmış tüfeğin tetiği geriliyor.
Telhis
1959… Ahmet Hamdi Tanpınar, hem Türkiye’nin durumuna, hem de kendi haline üzülmektedir. Soğuk Savaş atmosferinde dünya büsbütün tekinsiz bir yere dönüşmüştür. Derken, Bahtiyar Kont adlı entelektüel bir sanat eseri koleksiyoncusuyla tanışır. Kont’un söyledikleri, Tanpınar’ı ferahlatır. Haftada bir buluşurlar. Birkaç ay böyle geçer. Birgün, Tanpınar, Kont’un cesedini bulur. Öldürülmüştür. Cinayetin tek şüphelisi ise Tanpınar’dır.
Suçluyu bulmaya çalışan Yazar; Polis Şefi Fatin Fantom, Bahtiyar’ın babası Payidar Bey, diyakoz Lami Alem, gangster Şahmat, şarkıcı Nastasya Filippovna gibi acayip kişilerle muhatap olur. Bir de, yalnızca adı duyduğu fakat hiç görüşemediği bir kadın vardır: Nermin Mermi.
Bahtiyar Kont’u kim, neden öldürmüştür? Tanpınar’a bu korkunç tuzağı kim, neden kurmuştur?
Yoksa gene hiçbir şey göründüğü gibi değil midir?..
Tarih, bizden, ömrümüzü aşan bir sabır istiyor.
Tarihe sabırla bak
"Tabiatta olduğu gibi politikada da hiçbir şey kaybolmaz."
[LEV DAVİDOVİÇ BRONŞTAYN TROÇKİ, 1879-1940, Hayatım -Moia Zhizn-Troçki’nin İstanbul Büyükada’da yazdığı otobiyografi, Berlin’de neşredildi -1930]
Sadece şeytanı değil, tarih meleğini de şaşırtmak lazım belki…
Tarih, bizden, ömrümüzü aşan bir sabır istiyor. Tarihi şekillendirmeye de, tarihten nasibimizi almaya da ömür yetmiyor.
Henüz ele geçirmediğimiz kıymetlerden feragat etmemiz, hiç buluşmadığımız atalarımızla ve de hiç tanışmayacağımız ‘geleceğin nesilleriyle’ zaman denen o görünmez ipi tutarak elbirliği etmemiz elzem. Hayatın mecburiyetlerini yerine getirirken ve de kendi canımızı canlılığın bir şartı sanırken tarihin tabiatını akılda tutmak mümkün mü? Kendi hayatımızın haricinde bir canlılığa akıl erdirmek hiç kolay değil. Halbuki tarihi insan ömrüyle ölçmek, iptilaya dönüşmesi kuvvetle muhtemel bir hata. Tarihin hayatı, ömrümüzü katbekat aşıyor. Tarih, bizleri yiyerek besleniyor yani bizsiz yaşıyor.
1932’de Kadıköy Lisesi’ndeki talebelerime Klasik Batı Müziği plakları dinletiyordum. Vapurla Büyükada’ya gitmeli, orada bir köşkte ikamet eden Troçki’yle tanışmalı ve ona Türkçe öğretmeliydim. İngilizce, İbranice, Fransızca ve Almanca bilen adam, Türkçe’yi de sökerdi. 50 küsur yaşında yeni bir lisan… elbette öğrenilir. Eminim. Yahya Kemal şiirleri okurdu ne güzel… [Atatürk, İstiklal Harbi sırasında Lenin’e mektup yazmıştı. Ben de Troçki’ye mektup yazabilirdim hiç değilse…] Bolşevik lider, dilini bildiği bir ülkeye göçmek arzusundaydı. 1933’te Fransa’ya gitti. Oradan Norveç’e. Oradan da Meksika’ya. Ağustos 1940’ta, Stalin’in bir ajanı tarafından öldürüldü. Heyhat… Kimse beni mesul tutmasa da, biliyorum, Troçki’yi feci akıbetinden esirgeyebilirdim. İşin acayip tarafı, tarihi tashih etmek üzere üstlenebileceğimiz vazifeleri kestiremiyoruz.
***
Fatin Fantom o sabah “Parmak izi raporu geldi” demişti “silaha sizden başkası dokunmamış.”
İnce buz üstünde yürüyorum, boynumdaki ilmek daralıyor ve kafama nişanlanmış tüfeğin tetiği geriliyor. Ve bunlardan kurtulmak için ne yapmam gerektiğine dair hiçbir fikrim yoktu. Canımın derdine düşmeliyim. Lakin düşünme alışkanlığım beni kendimden uzaklara çekiyordu.
İpuçları, davayı çözmeye yaramak şöyle dursun, elimi kolumu bağlıyordu. Offf… Beynimde maymunlar bulaşık yıkıyor sanki.
Payidar Bey öz oğlundan iğreniyor. Nermin Mermi ölmüşmüş meğer. Bahtiyar Kont, ser vermiş olmasına rağmen sır vermiyor. Lami Alem’in dünyayla bağı gevşemiş…
Tüm bunlar yetmezmiş gibi Fatin Fantom benden başka maznun olmadığından emin. Canıma okuyacak. Sadistten şefkat, narsistten sevgi, paranoyaktan huzur bekleriz ve hüsrana uğrarız. Tamam. Fakat bize kayıtsız birinden ne umabiliriz? Hiç.
Her zaman şakacıydı fakat asla komik değildi Şahmat Bey. Onun bahsettiği şu Viktor Shishkin… İsim, bir yerden aşina geliyor… Sahi, Bahtiyar’ın bana miras bıraktığı tablolardan biri, Ivan Shishkin’in [1832-1898] eseri. Viktor, Ivan’ın torunu belki? Öyle olsa bile, bu malumat ne işime yarar ki?..
Rehberden, Barbaros Aslanboğa’nın numarasını buldum.
Telefonu bir kadın açtı: “İpten Alan Hukuk Bürosu, buyurunuz efendim.” Fısıldıyordu.
“Ben, Ahmet Hamdi Tanpınar. Barbaros Aslanboğa’yla konuşabilir miyim?”
“Maalesef, Barbaros Bey uyuyor efendim.”
“Uyuyor mu?”
“Evet. Öğlen saat 1’i çeyrek geçe ila iki-buçuk arasında istirahate çekilir. Bilahare arayınız lütfen.”
“Bizzat ziyarete gelsem, yüzyüze konuşsak…”
“İmkansız. Dilerseniz, aradığınızı söylerim. O sizi arar.”
***
Kucağımda karakedi, karşımda hayalet; kader katarının son durağına yakın tenha bir istasyonda amaçsız bir moladayım adeta. İçimde meşakkat ifriti faaliyetine hız vermiş, bütün hayatımı bana kördüğümlerle dolu, karman-çorman ve çürük bir yumak misali uzatıyordu.
Pencereden baktım: Aksak yağmur, bayat güneş ve siyah-beyaz bir ebemkuşağı.
İkinci şans, benim son pişmanlığım olmuştu. Aşktan, hürriyetten ve huzurdan, hamile bir heykel kadar mahrumdum. Manasını bilmeksizin hayatın tadını çıkaran kimselere imrenmekten başka ne yapabilirim?..
Bahtiyar Kont “Şiirsellikten uzak bir sefaleti size yakıştıramıyorum” dedi.
İç geçirdim: “Talihimi yumuşatmaya çalışmak nafile. Azrail’in eline düşmüş kukla gibiyim.”
“O duyguyu iyi bilirim… Size küçük bir yardımım dokunabilir belki Üstat Sherlock Tanpınar.”
“Öyle mi? Merakla dinliyorum.”
“Neden, Barbaros Bey’den kasa anahtarını isteyip, İş Bankası’ndaki tabloya bakmıyorsunuz?”
“İyi ama o…”
“Anahtar ve tablo mirasın parçası değil. İstediğiniz anda avukattan anahtarı alabilirsiniz.”
“Ivan Shishkin’in tablosu bana ne gibi bir ipucu verebilir ki?”
“Görmeden bilemezsiniz.”
“Aaa? Haydi madem, gidip açalım şu kasayı. Size nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum Bahtiyar Bey.”
“Allah hepimizin yardımcısı olsun ve benim gibileri başımızdan eksik etmesin” deyip gülümsedi.
***
Kasa mahalline iki kişi girmek yasak. Fakat bankanın kati kuralları hayalet dostumu bağlamıyor.
Anahtarı kasaya taktım ve sola doğru iki tur çevirdim…
Barbaros Aslanboğa ricamı ikiletmemişti. Emaneti bana hemen teslim etti. O kısa mükalemede “Öğlenleri uyuyorsunuz demek, ne hoş” deyiverdim. Cevabıyla beni şaşırttı: “Chamfort’un da dediği gibi ‘Uyku, acıları yalnızca hafifletir. Kesin çare ölümdür.’”
Kasayı açtım. Yağlıboya tablo rulo halindeydi.
Aldım. Ruloyu saran kınnabı çözdüm. Ve resmi yavaş yavaş açtığımda hayretten nefesim kesildi! Bu bir portreydi… Nastasya Filippovna’nın portresi!
Tefrikanın tüm bölümlerini okumak için yukarıdaki görsele tıkla ☝️
Yorum Yazın