Asıl mesele şark ile garp arasındaki mesafe mi, mazi ile istikbal arasında haysiyetini koruyarak, şimdinin hakkını vermek mi? Miras aldığımız estetiğin asırlardır yeni olduğunun şuuruna ermek, modernin de köklerini seçebilmek ve istikbali hak etmek, ona layık olmak mı?
Tokmakla ezdim başını
Dokuz çift manda koştum
Sürüyemedim leşini
[Ramazan manisi]
Gümüşay Apartmanı, her şeyi inkar eden sessizliğin içinde, ölü bir suda çalkalanan gemi enkazı gibi sessiz sedasız yüzüyor. Siz, aziz ve muhterem okuyucu, gelin, gaipten havalanan bir çift şeffaf güvercin misali süzülüp, şu binanın dördüncü katındaki pencereye konalım ve lale desenli tüllerin berisinden içeriyi süzelim. Ahmet Hamdi Tanpınar Beyefendi salonda, elinde kahve fincanı, kadife terliklerini sürüyerek yürüyor. Yarım kalmış romanın masadaki müsveddelerine hüzünle ve iç sıkıntısıyla bakıyor. Onun ağzından söylersek “ahengi bozulmuşların, nefsine karşı büyük bir hata ve ihmalde bulunanların duydukları o keskin azaba” garkolmuş. Dışarıda, Balkanlardan gelen soğuk hava dalgalanıyor. Üstat, nereden bilsin daha dün gece onun şerefine çifte cinayet işlendiğini? Tevettür [gerilim] ve istifham [sorgulama] onu zindeleştirirdi halbuki. Pamuklu pijamasının içinde omuzları düşük; hafiften kambur duruyor. 57 yaşında. Üzerinize afiyet, biraz da hasta. Kendine reva gördüğü, zekası ve müktesebatıyla [bilgi birikimi] derinleştirdiği bedbinlik [kötümserlik], ruhuna kök salmış. Mamafih bakışlarında, sırdaşsız bir dâhiye mahsus görkem ve yalnızlık yansıyor. Dudaklarının bir köşesinde muziplik izi, diğerinde ciddiyet çizgisi.
Sandalyesine oturdu. Camın ardında, Boğaz’dan bir kesit, Üsküdar’ın çeyreğini görüyor. Bu manzara, Ramazan manisi gibi ezberinde zaten. Bakmasına lüzum yok. Yazmalı mı?.. Bugüne dek binlerce sayfa doldurmuş üstat müellifin [yazar] 4 romanından yalnızca biri neşredildi. Üçü, tefrika edildiği gazetelerde kaldı. Dünkü gazeteden daha ehemmiyetsiz ne var? Romanlar, o edebiyat ve filozofi deltaları kuruyup gitti. Hâlâ yazmalı mı?.. Alakadan mahrum eserlere yenisini eklemek manalı mı?..
Beş Şehir’in, 15. senesinde ikinci baskısı yapılıyor. Heyhat… Bir takdim lazım. Tarih bizden daimî sabırdan ve mükerrer fedakarlıktan mamul ‘eser’i yok pahasına alıyor; mukabilinde, bayatlamış bir hammadde -o da azıcık- ümit veriyor! Gene de… ümitten ümit kesilmez.
Tanpınar'ın bakışlarında, sırdaşsız bir dâhiye mahsus görkem ve yalnızlık yansıyor. Dudaklarının bir köşesinde muziplik izi, diğerinde ciddiyet çizgisi.
Tanpınar, Continental marka daktilosuna kağıdı takıyor. Ve başlıyor yazmaya. Serin, berrak ve sakin bir su gibi akan şu cümlelere bakın:
“Beş Şehir’in asıl konusu hayatımızda kaybolan şeylerin ardından duyulan üzüntü ile yeniye karşı beslenen iştiyaktır [şevk, istek]. İlk bakışta birbiriyle çelişir görünen bu iki duyguyu sevgi kelimesiyle birleştirebiliriz…”
Bir harabeden yükselen çocuk şarkısı gibi.
Tedirginliği ferahlıkla, mağlubiyeti sulhla, tereddüdü istikrarla değiş-tokuş edebilecek mi? Hayata, yazıyla hiza çekmek mümkün müdür? Namütenahi [sonsuz] tenakuzlardan [çelişki] bir ahenk husule getirmek?.. Tirendaz [becerikli] Ahmet Hamdi Bey, işte bu vahim istifhamla meşguldü. Devasa bir canavarın zifiri gölgesini terbiye etmek nevinden bir vazife üstlenmiş. Şiirle, romanla, makaleyle!
Gümüşay Apartmanı
Asıl mesele şark ile garp arasındaki mesafe mi, mazi ile istikbal arasında haysiyetini koruyarak, şimdinin hakkını vermek mi? Miras aldığımız estetiğin asırlardır yeni olduğunun şuuruna ermek, modernin de köklerini seçebilmek ve istikbali hak etmek, ona layık olmak mı?
Bir hüzün fanusunda, keder kapsülünde mukim yazarımız, kahveyi son kez yudumladı, üçüncü sigarayı söndürdü ve yazıya noktayı koydu! Sayfayı daktilodan çıkarırken, Tarih Meleği’nin alkışını duyamıyordu ne yazık ki.
Tanpınar sigara yaktı. Kahvesinden bir yudum aldı. Tiryakiliğin de eski tadı yok. Bir hüzün fanusunda, keder kapsülünde mukim yazarımız, takdim metnini çabucak yazıverdi! Kahveyi son kez yudumladı, üçüncü sigarayı söndürdü ve yazıya noktayı koydu! Sayfayı daktilodan çıkarırken, Tarih Meleği’nin alkışını duyamıyordu ne yazık ki. Tüm büyük yazarlar [Balzac, Wilde, Asimov…] gibi o da gecikmişler diyarında erken doğmuştu.
Ne diyordu Huzur’da? “İnsan hayatı, zamanın fırınında ateşe attığımız bir kağıt kadar çabuk yanıyor. Belki hayat… gülünç bir oyundur. Tam bir ümitsizlik içinde bir yığın ‘karar kılıklı tereddüt’ ve küçük, beyhude savunmalardır, hatta hülyadır…”
Gene de ümidin hakkını, hatırını gözeterek ekliyordu: “Ne kadar gülünç olursa olsun, biz yine hayatı tam inkar edemiyoruz. Onda kafamızın vehimleri olsa bile, iyi, kötü diye kıymetler arıyoruz. Aşka, ihtirasa yer veriyoruz. Sanatkarca yaşamak ile küçük hesap ve israflarda kaybolmanın farklarını buluyoruz.”
Gelin, pikaba bir plak koyalım. Peggy Lee, Lover’ı terennüm etsin. Kulağımızın pası silinsin. Muhterem Tanpınar da canlansın. Şakalı bir bilmece gibi başlayan ilkbaharı israf etmesin. Zira her ne kadar işitmese de… macera onu adıyla çağırıyor!
Tefrikanın tüm bölümlerini okumak için yukarıdaki görsele tıkla ☝️
Yorum Yazın