Türkiye’nin yönetimine bugün hakim olan kadroların cemaatçi muhafazakar toplumsal değerlerin korunmasını aile kurumunun güçlenmesine ihale ettiklerini biliyoruz. Son yeni doğan bebek skandalı da doğrudan “aile” kurumuyla ilgili olduğu için özel öneme sahiptir. Yeni doğan bebeklerin başına gelenlerle ilgili örgütlü kötülüğün polisiye ve adli yönleri olduğu açık. Ancak, bu kötülüğün nedenlerini anlamak için kamu yönetimi, hukuk, tıp ve hatta felsefe gibi diğer uzmanlık alanlarının birikimi de gerekli.
Büyük bir deprem sonrasındaki artçı sarsıntılar gibi hepimizi şaşırtan olayların ardı arkası kesilmiyor. Gündemin çok hızlı değişmesi nedeniyle ne depremin kendisinin ne de artçılarının anlamı üzerinde düşünmemize vakit kalıyor. Üstelik medyanın gedikli gazetecileri, akademisyenleri ve siyasetçileri her artçı sarsıntıyı büyük bir beceriyle bildikleri mecraya sürükleyerek herkesin kendi safında kalmasını ve sarsıntıların sıradanlaşmasını sağlıyor. Neyse ki, hem medyada hem toplumda bu sarsıntıların nedenlerini sabırla sorgulayanlar hala var.
Aslında bu tür sıra dışı olguların sorgulanması ve tartışılması, sadece bunları anlamlandırmak isteyenlere değil, eğer isterlerse, yeni siyaset üretmek isteyenlere de çok önemli katkılar sunabilir. Ancak, bunun yapılabilmesi için hem meraklı aydınların kendi toplumlarına bakabilme, hem de siyasetçilerin üretilen bilgileri kullanma becerisine sahip olması gerekir. Yine başlangıçtaki metaforla devam edersem, bilgi dünyasında tekil gibi görünen yeni toplumsal sarsıntıların anlamını, nedenlerini ve sonuçlarını açıklamaya yarayabilecek, geçmiş depremlerden bu yana üretilmiş yılların bilgi mirası var. Yeter ki toplumda böyle bir tartışma ortamının oluşması için ciddi bir talep doğmuş olsun.
Ancak peşinen böyle bir tartışma ortamının da sihirli formül sunma gücüne sahip olmadığını söylememiz gerekir. Aynı şekilde, çok karmaşık toplumsal ilişkiler sonucu gerçekleşen sarsıcı olayların tümünü aynı anda açıklayabilecek bir akil kişi dünyada mevcut değil, hiçbir zaman da olmadı. Öyle olsaydı, ne siyasete, ne akademiye, ne araştırma merkezlerine ne de tartışmaya ihtiyaç olurdu. Yapılacak şey, gittikçe karmaşıklaşan toplumsal olguların farklı yönleri hakkında uzmanlıkları olanların birbirlerine saygı göstermeyi öğrenmeleri, sonra da bu bilgileri ortak değerlendirmenin yolu/yöntemi üzerinde düşünüp, uzlaşmalarıdır.
Ben bu yazıda, konuyu yeni doğan bebeklerin “yüksek teknolojili modern” hastanelerde yaşadıklarını, tıpkı, Narin olayındaki “derin suskunluk” olgusunda olduğu gibi, geleneksel ataerkil ailenden geride kalan değerlerdeki çözülmenin toplumun genelinde yarattığı yaygın sonuçlarla sınırlayacağım. Türkiye’nin yönetimine bugün hakim olan kadroların cemaatçi muhafazakar toplumsal değerlerin korunmasını aile kurumunun güçlenmesine ihale ettiklerini biliyoruz. Son yeni doğan bebek skandalı da doğrudan “aile” kurumuyla ilgili olduğu için özel öneme sahiptir.
Yeni doğan bebeklerin başına gelenlerle ilgili örgütlü kötülüğün polisiye ve adli yönleri olduğu açık. Ancak, bu kötülüğün nedenlerini anlamak için kamu yönetimi, hukuk, tıp ve hatta felsefe gibi diğer uzmanlık alanlarının birikimi de gerekli. Bu olaylarda rol oynayan aktörlerin sağlık çalışanı olması bu kötülüğün ağırlığını daha da artırmaktadır. Antik dönemden bu yana insan sağlığıyla uğraşanların kabul ettiği “Hipokrat” ilkesinin bir kenara bırakıldığı durumların dünyada da artması, yeni teknolojilerin tıp dünyasına etkilerini ve “etik” konusunu yerel sınırların ötesine taşımaktadır.
Sağlık sektöründeki büyük değişimi başlatan da, diğer birçok gelişmede olduğu gibi, inşaata dayalı büyümenin desteklenmesi ve elde edilen büyük kazançların, daha verimli olarak değerlendirileceği düşüncesiyle vergiden kaçınılmasının ya da vergiden kaçırılmasının teşvik edilmesidir. Bu politikaları, sadece iş çevrelerinin değil, dolaysız vergiyi zaten benimsememiş olan toplumun büyük bir kesiminin de desteklediğini bu yönetimin yirmi küsur yıldır iktidarda kalmasından da anlıyoruz. İktisatçıların ve teknokratların eleştirmelerine karşın bu politikaların kabulünde, toplumun büyük kesimini oluşturan eski köylülerin, geleneksel dayanışma ağları dışında kurumsal dayanışma deneyimi yaşamamış olmaları da etkili olmuş olabilir. Post kentleşme döneminde acil sorunları olan eski köylü/yeni kentlilerin bürokratik ya da teknokratik bilgiye dayanan uzun vadeli çözümlere duydukları güvensizlik de bir başka neden olabilir.
Fazla hüner ve sermaye istemeden, kamu ihaleleri ve imar kararlarıyla büyüyen bu ekonomi, muhafazakar olsun ya da olmasın bütün fırsatçıların bu alana üşüşmesine neden oldu. Yeni açılan iş alanları ve vergisiz kazanç “akrabamsı” ağlar aracılığıyla geniş bir grubun yaşam standartlarını kendilerinin bile beklemedikleri kadar yükseltti.
VERGİSİZ KAZANÇ “AKRABAMSI” AĞLAR
Bu yeni ekonomik yaklaşım, muhafazakar “cemaatçi ailecilik” anlayışının da katkısıyla kaçınılmaz olarak hızla kayırmacılığa ve nepotizme dönüştü. Fazla hüner ve sermaye istemeden, kamu ihaleleri ve imar kararlarıyla büyüyen bu ekonomi, muhafazakar olsun ya da olmasın bütün fırsatçıların bu alana üşüşmesine neden oldu. Yeni açılan iş alanları ve vergisiz kazanç “akrabamsı” ağlar aracılığıyla geniş bir grubun yaşam standartlarını kendilerinin bile beklemedikleri kadar yükseltti.
Tüm bu alt üst oluş içinde muhafazakar yönetim toplumun huzurunu neredeyse tamamen cemaatçiliğin esası olan “aile” kurumunun geleneksel değerlerle varlığını sürdürmesine bağladı. Bu amaçla, söylem düzeyinde aile ve akrabalık ilişkileri kutsandı, evlilik ve çok çocuk yapılması olumlandı. Biliriz ki, aileyi ve dolayısıyla nüfus politikalarını oldum olası bütün devletler önemser ve müdahale eder. Bu alanı, otoriter olsun olmasın devletler ekonomiden, çalışma hayatına, eğitimden, sağlığa bütün alanlarda alınacak kararlar için izler. Nüfusun kökene dayalı yapısındaki değişimler ise özellikle etnikçi ve milliyetçi yönetimler için özel anlam taşır. Türkiye’de de istatistik kurumu, nüfustaki gelişmeleri, evlenme sayılarını, boşanmaları, doğurganlığı, evlenme yaşını ve çocuk ölümlerini yakından izlemektedir. Muhafazakar yönetimler için evlenme yaşının yükselmesi, çocuk sayısının azalması, boşanmaların artması gibi olgular önlenmesi gereken anomaliler olarak kabul edilir. Türkiye’deki geleneksel muhafazakarları en çok şaşırtan konulardan biri son dönemlerdeki istatistiklerin beklediklerinin tam tersi gelişmeleri göstermesidir.
Son dönemde meydana gelen yeni doğan çocuk ölümlerinin bu dönemin övünç eserlerinden biri olan yüksek teknolojili, konforlu, “özel” yeni doğan kliniklerinde gerçekleşmesi de yönetimin beklemediği benzer sonuçlardan biridir. Nitekim son dönemde yaşanan bu krizi de muhtemelen bizler gibi, onlar da şaşkınlıkla izliyor, üstüne üstlük susarak, gözlerini yumarak, şaşkınlıklarını gizlemeye çalışıyorlar.
Sağlık sektörünün, “yap/işlet/devret” yoluyla inşaat sektörüne terk edilmesinin ilk etkisi hızla inşa edilen süslü hastanelerin bakımsızlıktan köhnemiş eski döneme ait hastanelerin yerini alması oldu. AVM’lere özenilerek, sağlık uzmanlarına danışılmadan inşa edilen yeni hastaneler ve onların irili ufaklı taklitleri, bir süre sonra hızla gelire göre konforu artan bir sağlık sistemine dönüştü. Özellikle vergisiz zenginleşme cennetinin eski/yeni zenginlerine uygun yeni özel sağlık sigorta sistemi, onların en iyi doktora değilse bile, piyasa değeri en yüksek, en pahalı, en konforlu hastaneye ulaşmalarını sağladı. Bu yeni konforlu hastanelerden memnun olan muhafazakar ailelerin görüşlerini bize Binali Yıldırım açıklamıştı. 2016 yılında yaptığı bir demecinde : “Artık hastaneler o kadar şirin oldu ki, vatandaşlar acil servislere … artık sadece tedavi için değil çocuklarını evlendirmek için kız bakmaya gidiyor” demişti.
Sağlık sistemindeki değişimi eleştiren tıp uzmanlarının popülist söylemlerle toplumda değersizleştirilmesi de başka bir sonuç doğurdu. Toplumun bir kesimince benimsenen bu olguyu da bir sokak röportajından öğrendik. 2022 yılında kendisine yeni sağlık sistemi hakkında fikri sorulan orta yaşlı bir kadın: “25 sene önce doktorlar bizi azarlardı, şimdi biz doktor beğenmeyip doktor dövüyoruz!” diyerek yeni sağlık rejiminin bir başka “olumlu” yönünü bize anlatmıştı. Bu sistem sonuçta doktorları seçime zorladı; Hipokrat yeminine ve mesleğine saygılı olan doktorlar ve meslek örgütleri bu duruma itiraz ederken, bazıları ülkeyi terk etti, bazıları sessizliği seçti, bazıları ise duruma fırsat olarak değerlendirerek uyum gösterdi.
Yönetimin bu kadar önemsediği ve desteklediği ailenin neredeyse en önemli varlık nedeni olan çocuk konusunda yenidoğan ölümlerinin yeni sağlık sisteminde gerçekleşmesi, gerçekleşmesinin ötesinde, duyulması şaşırtıcı oldu. Bu skandalı ortaya çıkaran ailelerin, koca bir sistem tarafından engellenmek istenmelerine karşın mücadele ettiklerine şahit oluyoruz. Bu zorlu mücadeleye neden olan olgu, o ailelerin kendi yeni doğan çocuklarına atfettikleri değerin toplumun ve yönetimin onların çocuklarına atfettikleri değerden çok farklı olmasıdır.
Bu noktada çocuğa “atfedilen” değer konusuna kısaca değinmek istiyorum. Söylem düzeyinde her gün “evlat”, “doğuran fedakar ana”, “koruyan baba”, “bir anne olarak”, “bir baba olarak” türü hamaset dolu ifadeleri duyuyoruz. Ancak, biraz daha yakından baktığımızda, bu ifadelerin aslında geleneksel ataerkil ailenin otoriter, cinsiyetçi ve yaşa göre ayrımcı kurallarının işlemesi için idealize edilmiş ilişki kodları olduğunu anlıyoruz. Geleneksel aile kodlarının ihlaliyle ilgili haberlerin kamuoyunda sıkça duyulmasının nedeni aslında toplumdaki suskunluğun delinmeye başlamasıdır.
Geleneksel ailenin çözülmesiyle birlikte bu kodların söylem düzeyinde kaldığı, otoriter ilişkilerin sürmesinde çoğu zaman aile içinde kadına ve çocuğa uygulanan şiddetin yattığı yeni yeni anlaşılmaya başladı. Hele ki aile dışındaki “düşman”, “yabancı” kabul edilen, aynı kan bağına sahip olmayan çocuk ve kadınlara uygulanan şiddetin nelere mal olabileceğini tahmin edebilmemiz bile zor. Çocuk masalları bile “üvey anne”, “kırmızı başlıklı kız ve maskeli kurt” gibi korku hikayeleriyle dolu. Çok eski bir geçmişi olan çocuğa ve kadına şiddet olayları insan hakları savunucuları tarafından uzun yıllardır dile getirilmekte ve kadınların, özellikle çocukların iyice savunmasız olması nedeniyle gerektiğinde aile üyelerinden de korunması için önlemler alınması gerektiği vurgulanmaktadır.
Çocuğa atfedilen değerin anlamının sadece aileden aileye değil, toplum ve devlet nezdinde de değiştiğini araştırmalardan biliyoruz. Türkiye’de ailelerin çocuk sahibi olmaya atfettikleri değer konusundaki öncü çalışmaları Çiğdem Kağıtçıbaşı yapmıştı. Kağıtçıbaşı’nın da dahil olduğu bir ekip, 1975 yılında, çocuğun değeri ile ilgili dokuz ülkeyi kapsayan karşılaştırmalı bir araştırmada farklı toplumlarda farklı ağırlıkta olmak üzere üç değer tipi olduğunu saptamışlardı. Bunlardan birincisini “ekonomik faydacı değer”, ikincisini “psikolojik değer”, üçüncüsünü ise “toplumsal değer” olarak tanımlamışlardı. Ekonomik değer, ailenin çocuk sahibi olmasının esas güdüsünün hane halkı ekonomisine katkı, ev işlerine yardım, ebeveynler için yaşlılıkta güvence anlamına geldiğini göstermekteydi. Psikolojik değer, çocuk sahibi olmanın getirdiği mutluluk, keyif, gurur olarak tanımlanmaktaydı. Toplumsal değer ise, çocuk sahibi olarak toplumda kabul görme, soyun ve ailenin devamı olarak tanımlanmıştı. Bu karşılaştırmalı araştırma aynı zamanda o dönemlere hakim olan modernleşme teorilerini de destekleyerek ailelerin çocuğa atfettikleri değerin, toplumsal değişme süreciyle nitelik değiştirdiğini gösteriyordu.
Kendi küçük dünyalarındaki ailelerine daha iyi hayat yaşatmak için başkalarının çocuklarına sadece piyasa değeri atfedenleri bekleyen en büyük ceza belki de bu sağlık sistemine olan güvenin ve piyasa değerinin düşmesi olacaktır.
Geleneksel ailelerde erkek çocuk daha çok aile gelirine katkı, kız çocukları ise ev işlerine yardım gibi nedenlerle değerli kabul edilirken, bazı aileler, toplumda kabul görme, soyun sürmesi ve kan bağı gibi nedenlerle değer atfediyorlardı. Kağıtçıbaşı’nın en son 2003’de yaptığı araştırmalar dizisi kentli üst orta sınıf ailelerde “psikolojik” nedenlerle çocuk isteme eğiliminde artış göstermekteydi. Bu da bu ailelerde bir taraftan kız çocuğun değerinin artması diğer taraftan çok çocuk isteme eğiliminin azalması olarak gözlemleniyordu. Kağıtçıbaşı’nın ve onu izleyen sosyal psikologların yaptığı araştırmalar çocuğa atfedilen değerin köy/kent yaşamına, kentlerde toplumsal tabakalaşmaya ve ailelerin yaşam döngüsüne bağlı olarak değiştiğini gösteren çok önemli çalışmalardır. Bu araştırmalardan kalkarak, çocuğun değerinin toplumun farklı kesimlerinde farklı anlam ifade ettiğini, çocuğun kaderini ve değerini, eğer toplum ve devlet müdahale etmezse, esas olarak içine doğduğu ailenin belirlediğini söyleyebiliriz.
Bu araştırmalar, başta da belirttiğimiz gibi sadece ailelerin çocuklarına atfettikleri değeri göstermektedir. Bu bağlamda, toplumun tümü hakkında karar veren siyasilerin ve yöneticilerin çok önem verdikleri ailenin hangi aile olduğunu, onların hangi çocuğa hangi değeri atfettiklerini bilmeleri ve çocukları koruyacak kurumları ve kararları geliştirmeleri gerekir. Bu bağlamda, cemaatçi muhafazakar toplumsal değerlere sahip olan yöneticilerin önce kendi ailelerinin değiştiğini, sonra da toplumda kendilerinden farklı değerlere sahip olan ailelerin yaşadığını fark etmeleri gerekir. Bu dileğin, şimdilik umutsuzca bir dilek olduğunun farkındayım.
Ancak, son dönemlerde ortaya çıkan yeni doğan bebek ölümleri skandalının özel kliniklerde gerçekleşmiş olması belki tamamen başka bir yönüyle bu yeni sağlık sistemini sarsar. Kendi küçük dünyalarındaki ailelerine daha iyi hayat yaşatmak için başkalarının çocuklarına sadece piyasa değeri atfedenleri bekleyen en büyük ceza belki de bu sağlık sistemine olan güvenin ve piyasa değerinin düşmesi olacaktır. Yeni nesil konforlu hastanelerde patlak veren bu skandalı, kendi çocuklarına atfedilen piyasa değerini reddeden, tıbbi müdahaleleri değerlendirecek birikime sahip olan, özgüvenli ailelerin uzun süren mücadelesi başlattı ve kamuoyuna yansıttı. Umarız, cemaatçi yönetimin ürettiği bu yeni sağlık sisteminin yarattığı hasarı diğer müşterileri de fark eder ve terk eder ve yeni sağlık sistemini zorlar.
Yorum Yazın