Yaratıcılık, dünyaya, nesnelere, ilişkilere, bağlamlara, sonsuz anlamlar göndereni olarak bakabilmek, onu hali hazırda taşıdığı tüm olanaklarıyla yani gerçek potansiyeliyle ele almaktır diye düşünüyorum. Ve bu, gündelik yaşamdan örnekler alıp sonuçlar çıkarmak yerine, odaklanılan şeyin en uç biçimlerini düşünmeye ve düşlemeye yönelmekle mümkündür.
Gündelik yaşam, pek çok farklı aktörün aşırı karmaşık ilişki ağları içerisinde iletişimde olduğu, herkesin bir şekilde birbirine değdiği, birbirini etkilediği, birbirlerine hiç teması olmayanların dahi, potansiyel bir temas durumu düşüncesiyle kendisini ona hazırladığı, herkesin aynı anda oyuna dahil olduğu bir kaostur. Bu kaos içerisinde herkesin birbirine bir şekilde etki eden düşünceleri ve eylemleri her bir kişi dünyayı bambaşka şekillerde anlamlandırıp isimlendirdiğinde, insanların birbirleri üzerindeki etkilerinin kontrol edilemeyeceği bir saçılmaya uzanır. Kaos güvenliği ve verimliliği düşürüp, gelecek belirsizliklerini ve riskleri arttırdığından, gündelik yaşama dahil olan insanların oluşturdukları topluluklar ortak bir dile, ortak anlamlara gelen davranışlar alfabesine ve ortak isimlendirmelere, kavramlara yönelirler.
İdeal versiyonunda topluluğun içindeki hiç kimse dışarıda bırakılmayacak şekilde gerçekleştirilen bu ortak anlamların inşası, toplumsal bir inşadır; bu yüzden doğuştan değil, toplumsal yaşamın pratiğindeki ortak çıkarlardan, simgelerden, düşlerden, tarihten ve gelecek beklentilerinden oluşurlar. Bu pratik, üzerinde uzun uzun düşünülmüş, entelektüel çabalarla tasarlanmış, titizlikle yaşama dahil edilmiş süreçlerin sonucu değildir; daha çok toplumsal bağlamda işlevselliği izleyerek, irrasyonel ve savrukça gerçekleştirilmiş – ve gerçekleşmeye değişerek devam eden -bir yapıdır.
Günlük dilde, yaratıcı yorumlar üretmek yerine, “hazır nesne” gibi tek bir anlama kapatılarak tek bir anlama, hazır bir karşılığa indirgenen kavramlar, ancak felsefi ve sanatsal yaklaşımlarla tek anlama kapatılmışlıklarından, “kendinden başkası olamayana” sıkıştırılmışlıktan kurtulma şansı üretebilir.
Postmodern dünyada bu yapı yalnızca, modernitenin belirlediği normal sınırlarının altında kalarak, aklı yerinde olmayanları ve suçlu ilan edilenleri dışlar. Geriye kalan tüm yaş grupları tüm sınıflar, tüm etnisiteler, tüm kimlikler bu toplumun paydaşları olarak algılanır ve toplum ona göre biçimlenmesini sürdürür. Söz konusu paydaşlar arasında nüfuslarına oranla toplumu etkileme gücü bakımından asimetrik bir temsiliyet vardır ama yine de postmodernizm bu heterojen yapının tüm bileşenlerini birer toplumsal bileşen olarak kabul eder.
Tüm bu heterojen bileşenlerin varlığına karşın, toplum asimetrik temsiliyet sayesinde, toplumun geneli için baskın bir kültür, dil, bağlam, bakış açısı, normal, hukuk ve siyaset üretir. Baskın olan bu soyutlama silsilesi, en küçük yaştaki toplum üyesinden en yaşlısına, en eğitimsiz üyeden en eğitimliye, en yoksuldan en zengine, bütün farklı etnik, cinsel ve ırksal kimlikleri gündelik yaşama katacak bir asgari müştereği tutturmalıdır. Bu yüzden söz konusu soyutlama silsilesi toplumsal bileşenlerin en zayıf halkalarının kavrayabileceği kadar basit, az ilkeden ve sözcükten ve anlamlardan oluşmalıdır.
Gündelik yaşam, herkese hitap eden bir ortalama çatmak zorunda olduğundan, uçta olan her şey törpülenir. Karmaşık olan her şey basitleştirilir. Yüksek olan ne varsa indirgenir. Entelektüel çaba gerektirenler göz ardı edilir ve yalnızca herkeste doğuştan bulunan ve zamanla geliştirilmesi güç görünen duygulara odaklanılır. Zira insanlar arasında varılan entelektüel sonuçlar arasında benzerlik ve tutarlılık kurmak, onlar arasında duygusal benzerlikler ve tutarlılıklar kurmaktan çok daha güçtür. Topluluklar, kültür, dil, bağlam, bakış açısı ve siyaset bağlamında, üyeler arasındaki en zayıf olanların seviyesine indirgenir. Ancak bu şekilde topluluğun tümüne hitap edebilen bir toplumsal dünya inşa edilebilinir.
Böylece karmakarışık bir dünya, çok ilkel bir soyutlamalar silsilesiyle karşılanır olur.
Yaşam öylesine indirgenmiştir ve her şey bu indirgeme içerisinde öyle indirgenmiş tanımlamalarla karşılanmıştır ki, böylesine berbat temsil edilen bir dünyayı ne kavramak, ne yaşayabilmek, ne de ona dahil olabilmek mümkündür. Toplumsal bir inşa olarak, algısı en geride olanlara uyumlu şekilde basitleştirilmiş bu indirgemeler kesişimi, toplumun varlığını garantiye almakta fakat bireyi, özellikle de yetenekli, çalışkan, yaratıcı, entelektüel bireyi onay dışında bırakmakta, onu, toplumun en zayıf halkalarına göre inşa edilmiş bir gerçekliğin içerisinde yaşamaya zorlamaktadır.
Sanatın özelliği, sanat nesnesinin sonuza değin yeniden yorumlanabilmesi yani - toplumsal anlamlandırmanın tam tersi olarak -bir sonsuz anlamlar göndereni olmasıdır.
Toplumsal gerçekliğin dışarısında kalan bu bireylerin, kendilerine, kendi algılarına, çektikleri veriye, entelektüel kapasitelerine, arzuladıkları yaşam biçimine ve duygusal itilmişlik hissiyatlarına yanıt verebilecek daha geniş gerçeklikler inşa etmeleri gereksinimi doğar. Gündelik dilin dışına taşmak, her şeyi yeniden isimlendirmek, bütün bağlantıları yeniden kurmak ve bunları yaparken de toplumun dışında kalmamak ancak yaratıcı çözümlerden medet umabilir. Öyle sanıyorum ki bu aşamada devreye felsefe ve sanat girer.
Günlük dilde, yaratıcı yorumlar üretmek yerine, “hazır nesne” gibi tek bir anlama kapatılarak tek bir anlama, hazır bir karşılığa indirgenen kavramlar, ancak felsefi ve sanatsal yaklaşımlarla tek anlama kapatılmışlıklarından, “kendinden başkası olamayana” sıkıştırılmışlıktan kurtulma şansı üretebilir. Sanat her bir imgeye yeni bir maneviyat yüklerken, her bir maneviyata ve duyguya da yeni bir imge üretir.
Böylece gündelik yaşamın o aşırı indirgenmiş dünyasında pek çoğu herhangi bir sözcükle dahi karşılanmayan, belli bir sözcükle karşılandığında da, temsil ettiği maneviyatı çok dar ve tek bir anlama hapseden duygular, durumlar, duyumlar yeniden yoruma açılırlar ve bu yorumlama olanağı sonsuza çıpa atar. Sanatın özelliği, sanat nesnesinin sonuza değin yeniden yorumlanabilmesi yani - toplumsal anlamlandırmanın tam tersi olarak -bir sonsuz anlamlar göndereni olmasıdır.
Felsefe ise aklın tüm ilişkilerini, bağlantılarını, özne ile nesne arasındaki alımlamanın, atamaların, değerlendirmelerin, ilişkilendirmelerin olası bütün varyasyonlarını yeniden ve yeniden masaya yatırır. Gündelik anlamıyla her biri tek bir alımlamaya, atamaya, değerlendirmeye ve ilişkilendirmeye sıkıştırılmış her şey, felsefenin yaklaşımıyla tıpkı sanatta olduğu gibi her şeyi sonsuz varyasyonlarla yeniden yeniden ve alabildiğine farklı şekillerde yeniden değerlendirebilir. Sanat ve felsefe, toplumsal bir inşa olan aşırı indirgenmiş gerçekliğin kasvetli tekdüzeliğinden ve verdiği sıkışmışlık hissine en güçlü başkaldırılardır. Yeni gerçeklik alanları açmanın, indirgenmiş toplumsal kavrayış içerisinde, rehin alınmış bireylerin yaratıcı gücüdür. Yaşamanın, varolmanın olanaklarıdır.
Yaratıcılık, dünyaya, nesnelere, ilişkilere, bağlamlara, sonsuz anlamlar göndereni olarak bakabilmek, onu hali hazırda taşıdığı tüm olanaklarıyla yani gerçek potansiyeliyle ele almaktır diye düşünüyorum. Ve bu, gündelik yaşamdan örnekler alıp sonuçlar çıkarmak yerine, odaklanılan şeyin en uç biçimlerini düşünmeye ve düşlemeye yönelmekle mümkündür.
Yorum Yazın