Daimi iş güvencesine sahip, kendi ekibini kuran yöneticilerin yönettiği bölümlerin üniversitenin gelişmesine katkı sağlaması imkânsızdır. İlim adamı değil yöneticiler üzerine kurulan bu sisteme yeni kanuni düzenlemeler yapılırken son verilmelidir. Eski tabirle rütbetü’l-ilmi ale’r-rüteb yerine rütbetü’l-makami ale’r-rüteb usulüne artık nihayet verilmelidir. Kısacası üniversitelerde üstünlük yöneticilerde değil üreten akademisyenlerde olmalıdır.
Eğitim kurumlarının tarihi olarak gelişmesine, bilinen tarih çerçevesinde baktığımızda, öğretici, öğrenci ve eser telifinin birlikte olduğunda verimliliğin zirveye çıkacağı açıktır. Eski Mısır’da saray, tapınak ve özel okulların içeren, kâtip yetiştiren bir eğitim sisteminin bulunduğu ve öğretmen, öğrenci ve ders kitablarının varlığı tesbit edilmesine rağmen, telif noktasından eksikliğin olduğu bilinmektedir. Telif eserler yazılmasını da içeren kurumların ilk örneklerinden birisi Aristo’nun Atina’da Lykeion adıyla kurduğu okulda, MÖ 335-323 tarihleri arasında, bir yandan öğrencilerine ders anlatırken diğer yandan da eserler kaleme aldığı malumdur. Yunanca felsefe ve ders yeri manasına gelen skhole kelimesinin daha sonra Avrupa dillerine ecole, school gibi şekillerde yaşamaya devam ettiği genel bir kanıdır.
Öğretici-öğrenci ve eserler yazılmasının bir arada gerçekleştiren yükseköğretim seviyesinde bir kurumsal yapı, Bağdat’ta 830 yılında Abbasiler döneminde kurulduğu kesinleşen Beytülhikme olmuştur.Abbasi sarayının desteğiyle kurulan, büyük bir kütüphanesi bulunan bu akademide, âlimler ve kâşifler yanında, müelllifler, mütercimler, kitap çoğaltan müstensihler ve öğrenciler faaliyet göstermişti. Abbasilerin varisi olan Büyük Selçuklular, Sultan Alpaslan döneminde Vezir Nizamülmülk’ün gayretleriyle, orta ve yükseköğretimi 1066’da kurulan Nizamiye Medreseleriyle sistemleştirmiş, kendi öğretim elemanını yani müderrislerini yetiştirmiş, uygun öğrenciyi temin etmeyi sağlamış ve eserler yazımını aynı kurumda gerçekleştirmişti. Nizamiye Medreseleri daha sonrakilere model olurken, Moğol Kumandanı Hülâgû tarafından 1258’de yıkılan Darülhikme tekrar kurulmamıştı.
12. asırda Batı Avrupa’da öğretim alanında başlayan gelişme üniversitenin kurulmasıyla neticelenmişti. Üniversite kelimesi ilk defa 1221’de Paris’te “universitas magistrorum et scolarium” yani “hocalar ve talebeler birliği” ile kullanılmayı başlanmıştı. Böylece Paris Üniversitesi bir kurum olarak, öğretim üyesi ve öğrencilerin bir araya gelmesiyle bir yükseköğretim kurumu ortaya çıkmış ve diğer üniversitelere model olmuştu. Kurulan üniversitelerde kısa süre içinde telif çalışmaları da öğretim üyesi ve öğrenci ile birlikte bir unsur yerini almıştı. Osmanlı Devleti’nde yüksek medreselerin işlevini kaybetmesi üzerine 1845’de Avrupaî üniversite modelinde Darülfünun kurulurken öğretim üyesi, öğrenci ve telif bir arada düşünülmüştü. Darülfünun’da her çeşit “ilim ve fennin" öğretilip öğrenilecek, Darülfünun'da okutulacak kitapların telif veya tercümesi için 40 üyeli Encümen-i Dâniş yani Bilimler Akademisi teşkil edilecek ve bir Darülfünun Kütüphanesi'nin kurulacaktı. Yani Türkiye’de üniversite kurulurken, öğrenci, öğretim üyesi ve ilmi eserler hazırlanması birlikte tasarlanmıştı.
1869 Maarif-i Umumiye Nizamnamesi’ne göre, Darülfünun akademisyenler öncellerinken, 1900’de öğretim üyeleri yöneticilerin emrine tabi kılınmış, II. Meşrutiyet’ten itibaren özerklik yerleşirken tekrar akademisyenler ön plana çıkmış, 1933’de tekrar yöneticilerin nüfuzu yerleşmiş, 1946-1981 arasında ise özerklik çerçevesinde üniversiteler önemli bir gelişim göstermişti. Ancak YÖK sistemi ile üniversiteler idareci merkezli haline getirilmişti. YÖK sistemine göre, üniversitelerin özerkliklerine son verilmiş, rektörleri YÖK, dekanları rektör, bölüm başkanlarını da dekanların belirlemesiyle rektörler atamaya başlamıştı.Böylece üniversiteler esik tabirle Darülfünun/Bilimler merkezi yerine Darülmemurîn yani Memurlarmerkezi diğer bir ifade ile emir alan elemanlar merkezi haline dönüştürülmeye çalışılmıştı. Bu düzenleme üniversitelerin o dönemde mevcut olan problemlilerini çözmek yerine daha da bozulmasının önünü açmıştır.
Öğrenci, öğretim üyesi ve orijinal eser yazımının birlikte olması gerekirken, üniversitelerin yönetim ağırlıklı hale gelmesi, Türkiye’de öğretim üyesi sayısının büyük sıçrama yapmasına rağmen müzmin bir problem olan yetkin ve üretken akademisyen sayısının gün geçtikçe daha da azalmasına hizmet etmiştir. Türkiye’de öğretim üyesi temininin esas kaynağını araştırma görevlisi kadroları oluşturmaktadır. Bunlara ilave olarak yurt içi ve yurt dışında yüksek lisans ve doktora yapma fırsatını elde edenler de mevcut olup, bunlar daha ziyade çok yeni kurulan üniversite veya bölümlerde çalışma imkânı bulmaktadırlar.
Akademisyen yetiştirilmek üzere bölüm, anabilim dalı ve bilim dallarına alının araştırma görevlilerinin tespitinde belirleyici olan bu birimlerin başında olan yöneticilerdir. Kanuna göre; “Araştırma görevlileri, yükseköğretim kurumlarında yapılan araştırma, inceleme ve deneylerde yardımcı olan ve yetkili organlarca verilen ilgili diğer görevleri yapan öğretim elemanıdır”. “Araştırma görevlisi” olarak adlandırılsa bile gerçekte eski dönemlerde “asistan” olarak adlandırılan bir memurdur. Bu araştırma görevlileri, memuriyetleri sırasında fırsat buldukça ilmi araştırma yapabilen bölüm, anabilim ve bilim dalı başkanlarının emrine tabi olan bireylerdir. İlmi olarak yetişmeleri de eski usul zanaat anlayışı yani usta-çırak ilişkisi çerçevesinde olmaktadır. Yetkin olmayan veya kendini yenilemeyen yönetici yani ustanın yetiştirdiği araştırma görevlisi genellikle liyakat göz ardı edilerek terfian Yardımcı Doçent/Öğretim Görelisi Dr. unvanını aldıktan sonra öğretim üyesi kadrosunu atanarak akademisyen sınıfına dâhil edilmektedir. Usta-çırak anlayışının bazı faydaları olsa bile ilim adamı yetiştirmede doğru bir usul değildir. Zira üniversitelerde bir sonra gelecek akademisyenlerin kendisinden önceki akademisyenlerden daha iyi vasıflara haiz olması gerekmektedir. Ancak iş güvenliği tanınan, rekabete kapalı, performans değerlendirme kriterlerirealiteye uymayacak şekilde yetiştirilen araştırma görevlilerinin akademisyen sınıfına dâhil edilmesi ilimden ziyade hamisi olduğu yöneticilerin nüfuzunun devamına hizmet etmektedir.
Doğal olarak usta yetersiz veya kıdemlenirken eskirse yetiştirdiği de zayıf olacaktır. Tabi yöneticiler zayıf olsa bile sadece kendi elemanlarını öğretim üyesi olmasının zeminini hazırlamaktadır dışardan birinin girişine izin vermemektedirler. Yurt dışarda Yüksek Lisans ve Doktorasına tamamlayarak açılan akademisyen kadrosuna talip olan ve bir şekilde şansı yaver gidenlerden birinin hukuk fakültelerinde bile, “Benim çırağım olmayana … ana bilim dalında yer yok” sözlerine muhatap olduğunu duymaktayız. Yayınlara bakıldığında bu tepkinin esas sebebinin çırağın eksikliği değil, anabilim dalı başkanın zaafiyeti olduğu anlaşılmaktadır.
Türkiye’de profesörlük kadrolarına tayin beş yıl bekleyen doçentlerin “yükseltilme” eski tabirle “terfi” etmesi şeklinde gerçekleşmektedir. Her ne kadar, doçentlik unvanı aldıktan sonra “bilim alanında özgünyayınlar veya çalışmalar yapmış olma”sı kanunda yer alsa da, bu engel yöneticilerin koyduğu “objektif ve denetlenebilir nitelikte” olmayan ek şartlarla ortadan kaldırılmaktadır.
Üniversiteleri “Darülamirîn” yani yöneticiler merkezi haline gelmesinde büyük katkısı olan bu araştırma görevlisi uygulamasına son verilmelidir. Memurların yapması gereken işleri yapan, maaş almaları dolayısıyla yöneticilerin görevlisi statüsünde olan bu gruba, başarılarına göre burs ve sair imkânlar tanınarak iyi bir şekilde yetişmeleri sağlanmalı ve öğretim üyeliğine geçerken de, ülke genelinde objektif değerlenmeyle liyakati tespit edilerek, yetkin olanların üniversitelerde görev alması temin edilmelidir. Diğer bir ifade ile yönetici torpili veya çıraklığı akademisyenliğin esas kaynağı olmaktan çıkarılmalıdır.
Günümüzdeki uygulama ise bunun tam tersi istikametindedir. Şöyle ki, Doktor Öğretim üyelerinin atanmasında üniversitelerin “bilimsel kaliteyi arttırmak amacına yönelik olarak… objektif ve denetlenebilir nitelikte ek koşullar belirle”mesi ( YK, m. 23 ) genellikle bölüm, anabilimve bilim dalı başkanları tarafından yapılmakta ve umumiyetle de kendi araştırma görevlilerinin atanmasını sağlayacak şartlar içermektedir. Hatta bazen doktora tezinin başlığı sınırlayıcı madde olarak konulmaktadır. Bu uygulama “objektif ve denetlenebilir nitelikte”ten uzak, kanun koyucunun “bilimsel kaliteyi arttırma” hedefine aykırı, bilimsel kalitenin düşürülmesine sebeb olmaktadır. Daha açık bir ifadeyle umumiyetle üniversitelerdeki yöneticilerin koyduğu ek koşullar geliştirici değil engelleyici nitelikte olmaktadır.
Dr. Öğretim Üyelerinin atanmasındaki problemin bir benzeri Doçentlik kadroları için de geçerlidir. Her ne kadar bu kadroya tayinde, Üniversitelerarası Kurul vasıtasıyla “doçentlik unvanına sahib olma” şartı var ise de, yine üniversitelerin daha doğrusu bölüm, anabilim dalı ve bilim dalı yöneticilerinin “bilimsel kaliteyi arttırmak amacına yönelik olarak… objektif ve denetlenebilir nitelikte ek koşullar belirle”(YK, Madde 25) hakkı mevcuttur. Ek şartları yöneticilerin doçentlik unvanı alan kendi elemanlarına göre hazırlandığı için, bunlar esas itibariyle “objektif ve denetlenebilir nitelikte’n yoksundur. Bu kademedeki işlemi daha da kötüleştiren, doçentlik kadrosuna tayin edilenlerin ilmi üretim yapmasalar da 67 yaşına kadar üniversitenin demirbaşı haline getirilmesidir.
Yöneticilerin müdahalesi en üst unvan olan profesörlükte de devam etmektedir. Profesörlük kadrosunu “yükseltilme ve atama” için beş yıl üniversitede çalışma yanında “bilimsel kaliteyi arttırmak amacına yönelik olarak… objektif ve denetlenebilir nitelikte ek koşullar belirle”mesi ( YK, m. 26 ) genellikle bölüm, anabilim ve bilim dalı başkanları tarafından yapılmakta ve umumiyetle de kendi doçentlerinin atanmasını sağlayacak şartlar içermektedir. Türkiye’de profesörlük kadrolarına tayin beş yıl bekleyen doçentlerin “yükseltilme” eski tabirle “terfi” etmesi şeklinde gerçekleşmektedir. Her ne kadar, doçentlik unvanı aldıktan sonra “bilim alanında özgünyayınlar veya çalışmalar yapmış olma”sı kanunda yer alsa da, bu engel yöneticilerin koyduğu “objektif ve denetlenebilir nitelikte” olmayan ek şartlarla ortadan kaldırılmaktadır. Mesela İstanbul’daki bir bölümde profesörler dâhil bütün öğretim üyeleri içindeikinci sırada yer alan kıdemli bir doçente yıllarca kadro verilmezken, bu öğretim üyesinin dörtte biri kadar yayın ve atıfı olmayan yetersiz doçentlerin yöneticilerce hızlıca yükseltilmesi konumuz açısından iyi bir örnektir.
Başarılı öğretim üyesinden yönetici seçilirken de çok dikkat edilmesi gereken husus, ileriye yönelik durumlarda insiyatif alabilen, girişimci ve yenilikçi adımlar atabilen proaktif yapıda olmasına dikkat edilmesi şarttır.
Bu problemler yeni kurulan üniversite veya sonradan kurulan bölümlerde daha şiddetli bir şekilde yaşanmaktadır. Bu kurumlarda kurucu veya tek profesör olduğunda yönetimi kanunen ele alan yöneticilerinin, bu bölümü çiftliği gibi dizayn etmeye yöneldikleri hakkında örnekler hiç te az değildir. malumu ilamdan ibarettir. Tek olduğu için bölüm yöneticisi olan bir profesörün; “buranın ağası da paşası da benim” dediği öğrencilerin dilinde olduğu gibi, doçent olmaya yeterli puanı olmayan yakınını profesörlük kadrosunu atamasını temin etmesi, bölümün gelişmesi için yapılan her türlü teşebbüsü engellemesi pek çok şahsın dilindedir. Üniversitelerin esas dişlisi olan bölümlerin kuruluş ve gelişmesini bu anlayışta olan yönetici akademisyenlerden kurtarılması elzem olmalıdır.
Araştırma görevlisinden profesörlüğe kadar, Yükseköğretim Kanunu’na aykırı olarak üniversite yöneticileri tarafından konulan ek şartlarla bir nevi terfie dönüştürülen akademisyen tayinleri üniversiteleri gerilemesinde en önemli faktörlerden birisidir. Zira doçentliğe tayinden itibaren daimi kadroya dâhil olan ve daimi iş güvencesini sağlayanların ekserisi hiçbir yaptırımla karşılaşmadıkları için tembellik deryasına gark olmaktadırlar. Bundan dolayı Doçent ve Profesörlerin 67 yaşına kadar iş garantisine son verilmeli ve nitelikli denetim getirilmelidir.
YÖK sisteminde, üniversitelerin yöneticiler üzerinden iş görmesi dolayısıyla üreten akademisyenlik değil, yönetici akademisyenlik önemli hale gelmiştir. Yöneticilikten akademik puan verilmesi de bunun bir göstergesidir. Zira bulunduğu yönetici akademisyenlerin yöneticiliği ilmi üretim ile ilgisi olmasa bile mevkie göre AVESİS’te 0,1 ile çapılan bir akademik puanı hiç yoktan hanesine yazdırmaktadır. Bu uygulama kaldırılmalı ve yöneticilik karşılığında akademik puan verilmemelidir. Yönetici akademisyenler, rakiplerine veya istemediklerine araştırma izni vermemekte, projelerini engellemekte, hatta bir profesörün maaş karşılığı vermekle yükümlü olduğu 10 saat derse girmesine mani bile olmaktadırlar. Mesela İstanbul’da bölüm başkanının 6 kat fazla, anabilim dalı başkanından 2 kattan ziyade yayını olmasına rağmen bir profesöre bir sömestr hiç ders verilmemiş, diğer sömestr 4 ve öteki sömestr ise 2 saat ders vermesine müsaade edilmiştir. Aynı öğretim üyesine hiç Doktora dersi verilmezken, 20 kat az yayını olan bir Dr Öğretim Üyesine doktora dersi yapması bahşedilmektedir. Üniversitelerin çöküşünde önemli bir yeri olan bu yönetici akademisyenlerin elinden bu yetkiler alınarak akademisyen olmayan bir yönetim yapısı kurulması bir çözüm olabilir. Buna yapmak zor ise en azından üniversite üst yönetiminin elinde olan bölüm başkanlıklarına o bölümün en başarılı öğretim üyelerinden birisi atanmalı, gerekirse başarılı akademisyenler transfer edilmelidir.
Başarılı öğretim üyesinden yönetici seçilirken de çok dikkat edilmesi gereken husus, ileriye yönelik durumlarda insiyatif alabilen, girişimci ve yenilikçi adımlar atabilen proaktif yapıda olmasına dikkat edilmesi şarttır. Zira bu karakterdeki yöneticiler yeni hale uygum sağlama, yeni metotlar geliştirme veya geliştirilmesine engel olmama, idealist veya üretken akademisyenlere zemin hazırlamada zorlanmayacak, bir problem çıkarmayacaktır.
İlişkili alanların arttıkça bireysel çalışmalar yerine takım çalışmalarının daha önemli hale geldiği bilinen bir gerçektir. Bu durum gerçek bir üniversitede çok daha büyük bir mecburiyet olduğundan üniversitelerdeki yöneticiliğin niteliğini daha da hassaslaştırmaktadır. Bundan dolayı diğer bütün alanlardan farklılık taşıyan akademik alanda takım, ekip ve kollektif çalışmaları ancak başarılı ve proaktifakademisyen yöneticiler daha kolaylıkla gerçekleştirebilir.
Akademisyen olmak için yetişmek, akademisyenlik yapmak ve akademisyenlik ürünü ortaya koymak birbirinin devamı gibi görülse de, esasında öğretim üyeleri; akademisyen olduktan sonra kendini geliştirme, akademisyenlik yaparken yeni şeyler öğrenme ve devamlı yeni ürün ortaya koyma çabası içinde olma mecburiyetindedirler.
Şuna açıkça belirtmek gerekir ki, akademisyenlerin üzerinden yöneticilik işleri alınmalı veya en minimum hale getirilmelidir. Zira yöneticilik akademisyenliği körelten hatta bitiren bir nitelik taşımaktadır. Bunu bizzat Bölüm Başkanlığı, Anabilim Dalı Başkanlığı ve Senato üyeliği yaptığım 2010-1013 yılları arası anlamış ve akademik hayatımın en verimsiz dönemini yaşamıştım. Belki de en isabetlisi üniversitelerde profesyonel yöneticilik sistemine geçilmeli, başarılı ve proaktifakademisyenlerden danışmanlık alınmalıdır.
SONUÇ
Türkiye’de üniversiteler şekli olarak öğrenci öğretim üyesi birlikteliğini sağlasa bile, bu özellikle sosyal bilimlerde akademisyenlerin takriri yani tek taraflı anlatımı tarzında cereyan etmektedir ki bunu ayrıca incelemek gerekir. Üniversitelerin olmazsa olmazı akademisyen telif yani akademik üretim ise nicelik bakımından kısmı başarılar olsa bile nitelik yönünden yetersizdir. Bunlardan dolayı öğrenciye sadece ders anlatan öğretmen akademisyenlerin olduğu kurumları üniversite olarak değil yüksek ilse olarak tanımlanması gerekir.
Bu durumun oluşmasında en büyük amil, üniversite ilim fabrikasının en önemli dişlisi olan bölüm ve anabilim dallarındaki ekseriyetle yetersiz akademisyen yöneticiler ve bunların çalışmasına izin veren YÖK sistemidir. Daimi iş güvencesine sahip, kendi ekibini kuran yöneticilerin yönettiği bölümlerin üniversitenin gelişmesine katkı sağlaması imkânsızdır. Tarafsız bir denetim ve performans testini bırakın; kabartılmış yayınları, google scholarda müphem atıfları, tasdik edilmemiş H-İndeksleri kontrol edilmemektedir. Hele nitelikten yoksun yönetici akademisyenlerin bu minvaldeki beyanları, bir tür açık kapama faaliyeti veya akademik zayıflığın göstergesi olduğu gibi, diğer akademisyenlerin de hata yapmasına ve tembelliğe sürüklenmesine sebeb olacağı aşikârdır.
İlim adamı değil yöneticiler üzerine kurulan bu sisteme yeni kanuni düzenlemeler yapılırken son verilmelidir. Eski tabirle rütbetü’l-ilmi ale’r-rüteb yerine rütbetü’l-makami ale’r-rüteb usulüne artık nihayet verilmelidir. Kısacası üniversitelerde üstünlük yöneticilerde değil üreten akademisyenlerde olmalıdır.

Yorum Yazın