Alkollü içki sektöründe yaratılan bu ayırım, yani lüksün teşvik, orta ve düşük hacimli tüketiminse kısıtlandığı bu fenomen, Türkiye için olumlu bir tablo yaratmıyor. Türkiye'nin yerli içki üretimine ve kültürüne verilen desteğin, sektörün sürdürülebilirliği ve ekonomik kalkınma açısından önemli olduğu bir gerçeği, tamamıyla politik nedenlerle gözardı ediliyor.“Meleklerin Payı” mahlasıyla tanınan, İmbikten Kadehe gibi köşetaşı mahiyetinde viski ve distile içkiler tarihi ve kültürüne dair kitabıyla tanınan yazar Dr. Burkay Adalığ’ın X (eski Twitter) hesabından yaptığı bir paylaşım dikkatimi çekti. Scotch Whiskey Association’ın (SWA) 2023 verilerinin derlendiği bu paylaşım, 2023’te çeşitli ülkelerin viski piyasası özelinde bir derlemesi niteliğini taşıyor ve grafikte, değer ve hacim olarak en iyi 10 ülkeye yer veriliyordu. SWA’nın veri ve grafiklerine göre, Türkiye, 2023 senesinde Dünya genelindeki viski piyasaları arasından pazar değeri bakımından en iyi onuncu, pazar hacmi bakımındansa en iyi dokuzuncu ülke olmuş. Aynı grafiğe göre, Türkiye, pazar değeri bakımından Amerika Birleşik Devletleri ve Fransa gibi ülkelerin aksine %24’lük bir artış kaydederken, pazar hacmi bakımındansa yine ABD, Fransa ve Almanya gibi ülkelerin aksine %31’lik bir artış göstermiş. Yani Türkiye’de viski piyasası, SWA’nın 2023 verilerine göre hem pazar değeri hem de piyasa hacmi bakımından yükselmiş. Bununla da sınırlı kalmayıp, dünya genelindeki sıralamada her iki değerlendirme bakımından da ilk ona yerleşmiş.Bu konuya dair iki farklı açıdan bir değerlendirme yapmak gerekir.Birincisi, Türkiye’de alkollü içkilerin mevcut durumda %200’ü aşan vergi yüküne rağmen böyle bir tablonun ortaya nasıl çıkabildiği sorusuna ilişkin. Türkiye’de özellikle rakı, viski, votka vb. distile içkiler üzerindeki maktu vergi yükü bu ürünlerin erişilebilirliğine ciddi ölçüde zarar veriyor. Bu durumun temel sebebi, Özel Tüketim Vergisi kanunun alkollü içkilerdeki ÖTV’yi hukukun işleyişi gereği arttırması - yani basit tabirle, otomatik olarak. ÖTV Kanunu’nda düzenlenen Yİ-ÜFE’deki değişim uyarınca 6 aylık otomatik artış hükmü, özellikle distile içkiler gibi maktu ÖTV’ye bağlı kalemleri ciddi oranda etkiliyor. Bunun neticesinde, yalnızca birkaç aylık süre zarfında, fiyatlar %20-30’luk artışlar görebiliyor. Dikkat etmek gerekir ki kanun, artışı TÜFE’ye değil, ÜFE’ye bağlıyor. Yani tüketici nezdinde bir erişilebilirlik problemi yaratması, pek de beklenmedik bir sonuç değil.Söz konusu fenomenin Türkiye’de yaşam tarzı ekonomisi bakımından sosyal ve ekonomik pek çok sorun yarattığını defalarca tartıştık. Ancak, konuyu yazının başında tartıştığım verilerle bağlayabilmek adına, bu kısmı şimdilik gözardı ediyorum.Çünkü şu bir gerçek, alkollü içkiler hükümet için çok ciddi bir gelir kalemi. Zira hem ahlaki üstünlükçü bir anlatıyla bu vergi yükü kolaylıkla halk nezdinde meşrulaştırılabiliyor, hem de fiyat esnekliği olmayan bir tüketim kalemi olduğundan, fiyat ne kadar artarsa artsın, tabiri caizse içen yine içiyor.
Dr. Adalığ, bu fenomeni şu ifadelerle yorumlamış: ‘Türkiye’de rakıdan çok viski içiliyor’ cümlesini kurmamız yakındır. Bu ifadeye katılıyorum. Değişen tüketim alışkanlıkları, Türkiye’nin değişen ekonomik tablosuyla paralel seyrediyor. “Zenginin daha zengin, fakirin daha fakir” hâle geldiği ifadesi her ne kadar bir slogana dönüşse de Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik durumu açıklayabilmek adına önemli.Ancak kâğıt üzerindeki bu mantık, bazı şeyleri gözden kaçırmamıza sebep olabilir. Neticede, yaşam tarzı ekonomisi veya ekonomi politik bağlamında olduğumuzdan, tüm bu ekonomik karar alımların sosyal etkilerini bir nebze hesaba katmalıyız. İktidarın kısıtlayıcı alkol politikalarıyla Türklerin tüketim alışkanlıkları kayda değer bir değişim yaşamıyor. Zira Türkiye’deki alkol tüketim oranları hem objektif hem de sübjektif olarak düşük, yıllık kişi başı 2 LT saf alkol tüketimi ortalamasıyla seyrediyor ve artan kısıtlamalar bu seyri olumlu veya olumsuz yönde değiştirmiyor. Yani iktidar, bu politikanın bir noktasında, kısıtlamaların sosyal niteliklerini gözardı edip, doğrudan ekonomik geliri dikkate almaya başlamış gibi gözüküyor. Neticede tüketim ortalamaları değişmese de, vergi gelirleri giderek artıyor. Bu da eğer tüketim ortalamalarını sabit tutarsak, tüketim alışkanlıklarının giderek lüksleştiği anlamına geliyor.Dr. Adalığ, bu fenomeni şu ifadelerle yorumlamış: ‘Türkiye’de rakıdan çok viski içiliyor’ cümlesini kurmamız yakındır. Bu ifadeye katılıyorum. Değişen tüketim alışkanlıkları, Türkiye’nin değişen ekonomik tablosuyla paralel seyrediyor. “Zenginin daha zengin, fakirin daha fakir” hâle geldiği ifadesi her ne kadar bir slogana dönüşse de Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik durumu açıklayabilmek adına önemli. Zira özellikle yaşam tarzı ekonomisi bağlamında bu fenomen daha net gözlemlenebiliyor. Eğer Türkiye’nin içki tüketim ortalaması değişmiyor, buna bağlı olarak viski tüketimine yönelik gerek pazar değeri gerekse market hacmi giderek artıyorsa, Türkiye’de daha az bira, belki daha az rakı içiliyor, ancak daha çok viski içiliyor demektir.Biraz daha ileri gidecek olursak, şu saptamayı yapabiliriz: İktidarın tutarlı ve kısıtlayıcı alkol politikalarıyla, giderek ortadan kalkan orta sınıf, tüketim alışkanlıklarından bir şekilde taviz verirken, yaşam tarzı Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik darboğazdan daha az etkilenen, başka bir değişle ithal içkiye erişimi güçleşmeyen ekonomik aktörler, tüketim alışkanlıklarını sabit tutmaktan da öte, arttırabiliyorlar. Bu fenomeni daha önce, şu cümlelerle açıklamaya çalışmıştım: Türkiye’de içki tüketimi dar gelirliye yasak, orta gelirliye kısıtlı, yüksek gelirliye ise serbestin de ötesinde, teşvik ediliyor.Bu, ekonomik sınıf odaklı bir tespitin de ötesinde, Türkiye’nin yaşam tarzı ekonomisinde belirlediği stratejiyi özetleyen bir cümle olsa gerek. Nitekim özellikle yaşam tarzı ekonomisi alanındaki karar alımlar, yaşam tarzının makbul olup olmadığı sorusunun ötesinde, gelire dönüştürülüp dönüştürülemediği sorusundan hareketle değerlendiriliyor. Gelire dönüştürülebilen yaşam tarzı pratikleri, örneğin fiyatı dudak uçuklatan bir şişe ithal viskinin satın alımı kısıtlanmıyor. SWA’nın verisi, bu fenomeni ispatlar nitelikte.
Yerli içki kültürünün yerini ithal ve lüks tüketime bırakması, kâğıt üzerinde etkili gözükse de bu etki yalnızca kısa vadeli ve ekonomik büyüme bakımından Türkiye’ye katkısı vergi gelirinden öteye gitmiyor. Neticede bir ithalattan bahsediyoruz.Bu da bizi, grafiğin ortaya koyduğu meselelere ilişkin ikincil değerlendirmemize getiriyor: Yerli içki kültürünün yerini ithal ve lüks tüketime bırakması, kâğıt üzerinde etkili gözükse de bu etki yalnızca kısa vadeli ve ekonomik büyüme bakımından Türkiye’ye katkısı vergi gelirinden öteye gitmiyor. Neticede bir ithalattan bahsediyoruz. Buna karşın, yerli içki üretiminin yaratacağı artı değer, istihdam ve belki ihracat gibi ekonomik hareketleri de hesaba katacak olursak, çok daha önemli olacaktı. Ancak Türkiye’nin şimdilik tercih ettiği model bu değil. Yaşam tarzı ekonomisini ilgilendiren kısım da tam olarak bu. Lüksün teşvik edildiği, orta ve düşük gelirli ekonomik hareketlerin de git gide sıfır noktasına yaklaştırılmak istendiği bir ekonomik karar alım süreciyle karşı karşıyayız. Bu da Türkiye’nin bu sektördeki potansiyeli için maalesef tamamen karamsar bir tablo ortaya çıkartıyor.Söz konusu içki olduğunda, yerliyi desteklemek, denklemin ekonomik değil sosyal tarafında kalıyor. Zaten Türkiye’nin içki tüketimine yönelik gerek sosyal gerekse ekonomik verileri sadece yabancı kaynaklardan öğrenebiliyoruz. Meselenin yerli ve sosyal boyutunda yaratılan bu gölge, Türkiye’nin potansiyelinin maalesef yeteri kadar harekete geçirilemediği sinyallerini bize veriyor. Tamamıyla sosyal sebepler uyarınca alınan bu kararların ekonomiye etkisini rakamlarla açıklamak şimdilik mümkün olmasa da yaratılan tablonun iyimser bir tablo olmadığı açık.Sonuç olarak, alkollü içki sektöründe yaratılan bu ayırım, yani lüksün teşvik, orta ve düşük hacimli tüketiminse kısıtlandığı bu fenomen, Türkiye için olumlu bir tablo yaratmıyor. Türkiye'nin yerli içki üretimine ve kültürüne verilen desteğin, sektörün sürdürülebilirliği ve ekonomik kalkınma açısından önemli olduğu bir gerçeği, tamamıyla politik nedenlerle gözardı ediliyor. Bu nedenle, karar alıcıların sadece kısa vadeli vergi gelirlerini değil, aynı zamanda yerli üretimi teşvik ederek sektörün uzun vadeli sağlığını da göz önünde bulundurmaları isabetli olacaktır. Bu dengenin kurulması, Türkiye’nin başta üretim ve ihracat olmak üzere pek çok kronik ekonomik sorununa bir can suyu olabilir.
Yorum Yazın