Henüz dünyaya gelmemiş insanların, ben öldükten sonra okuyacakları bir yazarım ben.
Chrysler’le bir Möbius şeridinden rüzgar gibi geçip Beyazıt Meydanı’na vardım. Arabayı nebati sfenkslere benzeyen çınarlardan birinin gölgesine park ettim ve edebiyat fakültesinin yolunu tuttum. Ders yılının son haftası. Ola ki benim de son haftam? Ömrümün kalanını hapishanede ölümü bekleyerek geçireceğim belki… Mayıs güneşi, İstanbul’a ışık desenleri nakşediyordu. Edebiyat Fakültesine, sevimli yabancılarla dolu yuvama girdim. Ağrı Dağı’nı arılarla doldurun ve şimdi oradan gelen uğultuyu hayal edin; fakülte binasında işte tam öyle bir uğultu yankılanıyordu.
Birinci kattaki amfi 5’in kapısını araladığım an, içeridekiler adeta bir minyatürün içinde donakaldı; haftalardır ortalıkta görünmemiştim zira.
Çiçeği burnunda doçent dostum Faruk Kadri [Timurtaş] Bey kürsüdeydi. “Şeref verdiniz hocam, buyurunuz lütfen” diyerek gülümsedi.
“Teşekkür ediyorum” dedim “Küçük bir hususu ilam edeceğim [bildirmek].” Kürsüye çıktım ve talebelere Çağdaş Türk Edebiyatı kapanış dersinin 22 Mayıs Cuma günü öğleden sonra, saat 14.30’da yapılacağını, modern bir roman tasarlamayı deneyeceğimiz derse birçok misafirlerin de katılacağını söyledim.
Gençlerin bakışlarında merak, bir bahar manisi gibi okuyordu. Ön sırada oturan Güler el kaldırıp sordu: “Siz romanı ‘cemiyetten iradî bir tavırla ayrışan yalnızların mesleği’ sayıyordunuz. Son derste, elbirliğiyle roman mı tasarlayacağız? Bu mümkün mü?”
“Değil. Nitekim yazmayacağız, sadece bir taslak çıkarmaya bakacağız. Mamafih bir hikaye tahayyül etmek zevkli, yazmak ise meşakkatlidir.”
Faruk Kadri Bey’den müsaade isteyip dışarı çıktım.
Profesyonelliğin de profesörlüğün de fevkinde bir liyakatin peşindeyim.
Koridorda yürürken, merdivenden inerken düşünüyordum: “Acaba hocalıkta iyi miyim? Hem evet, hem hayır. Zira müfredattaki bilgileri belletmekten ziyade, anlaşılmaya değer addettiğim şeyleri serimlemeyi mühimsiyorum. Profesyonelliğin de profesörlüğün de fevkinde bir liyakatin peşindeyim kendimce. Muhtemeldir ki, muhataplarımın beni anlayıp sevmeye ömürleri yetmeyecektir. Yazarlığım da öyle değil mi? Merhum Bahtiyar Kont’un kehaneti doğruysa, henüz dünyaya gelmemiş insanların, ben öldükten sonra okuyacakları bir yazarım ben. Muazzam olduğu kadar beyhude, faydalı fakat tesellisiz bir çabayı sürdürüyorum. Dahası, herşey altüst olabilir. Dünya, tehlikeli bir viraja girdi. İstikbal, benim yokluğumdan çok daha vahim ihtimallerle çınlıyor… Siz bana uymayın aziz okur. Kendinizi kandırmayı ihmal edip özeleştiride aşırıya kaçarsanız helak olursunuz maazallah.
***
Caddedeki herkes sevgilisinden bugün ayrılmış gibi bedbaht görünüyordu. Tramvay hattının karşısındaki İş Bankası’na yöneldim. Kapıda, üniformalı bir pehlivan gibi dimdik duran bekçiye selam verip içeri girdim.
Gişedeki, kravatı ters bağlanmış, yakasına iliştirdiği karanfil solmuşmemur, simamı tanıyor. Maaşımın yatırıldığı bu şubeye ayda bir-iki kez uğrarım. “Para çekmek istiyorum. 10 milyon 100 bin lira” dediğimde, adamın kabadayı bıyığına benzeyen kaşları kalktı: “Anlayamadım beyefendi, ne buyurdunuz?”
Şakaya vurdum: “Başbakan Adnan Menderes ‘Her mahallede bir milyoner yaratacağız’ demişti ya? Bizim muhitin yeni milyoneri de benim işte.”
Trafik polisi misali, şüpheci bir saygıyla “Hesap cüzdanınızı rica edebilir miyim?” dedi.
Ceketimin iç cebinden küçük, gri, cari hesap defterini çıkarıp memura uzattım. Yıldız haritasını inceleyen müneccim gibi bakıyor deftere. Para el değiştirince roller de, hikayenin thème’i [Fr. Tema] de değişir. Memur nihayet kasaya yollandı. Elinde banknot desteleriyle döndü. Ve işlemi minik deftere kaydettikten sonra, parayı koyduğu büyük sarı zarfı bana takdim etti. Emaneti aldım, geri döndüm, kapıya doğru yürüyordum ki…
Para el değiştirince roller de, hikayenin konu da değişir.
TA-TA-TA-TA-TA-TA-TAAAAAAA!!!.. Silah sesleri duyuldu! Görebildiğim kadarıyla, caddeden geçen siyah bir GAZ 21’den [Volga] ateş ediliyordu. Sovyet yapımı otomobilin penceresinden sarkan maskeli gangster, makinalı tüfekle kurşun yağdırıyor!
Banka bekçisi, silahına davranamadan vuruldu ve gövdesinden kanlar saçılarak devrildi. Ağır çekim bir filmin savaş sahnesine mi düşmüştük? Siyah-beyaz manzaraya kızıl ecel şerbeti püskürüyordu. Bir sualtı mahşeri mi? Dehşet içinde kaçışanların, yaralıların, kıyamet şokuyla allak bullak olanların çığlıkları, balıkların figanı kadar sessiz. Mermi yağmuru diner dinmez, kan sağanağı başladı. Elimde sarı zarf, bankanın ortasında taş kesilmiştim.
Tefrikanın tüm bölümlerini okumak için yukarıdaki görsele tıkla ☝️

Yorum Yazın