İnsanları gerçekten korkutacak tek şey deliliktir, çünkü deliyi tehditle, ikna yoluyla ya da rüşvetle yatıştıramazsın.
[JOSEPH CONRAD, 1857-1924, Gizli Ajan]
Nastasya Filippovna’yı görünce aklım başımdan gitti! Taptaze, dipdiri, capcanlı bir kadın! Heykel, model, suret, manken değil; düpedüz gencecik, hakiki bir hanımefendi. Mafsalları [eklem] çalışıyor, gözyuvaları oynuyor, gözkapakları açılıp kapanıyor, dudakları yumuşak, dişleri parlak, dili -her nasılsa- nemli…
“Kuzenin” dedim “Âlemlerin Rabbi’nin yanında staj mı yapmış? Bu… nasıl olur?.. İmkansızı başarmış resmen!”
“Beğenmene sevindim! Nastasya için servet ödedin zira!”
Salonumda dünyalar güzeli bir hanımefendi, uslu uslu oturuyor. Eve hırsız girse, onu görür görmez âşık olur ve kaçar!
“Hayatımı kurtardın Bahtiyar…” derken, sehpanın üzerindeki çantasına uzandı. İçinden bir rulo çıkardı ve bana uzattı “Umarım bunu da beğenirsin sevgilim.”
Ruloyu açtım. Ivan Shishkin imzalı Nastasya Filippovna portresi! 50 cm X 70 cm ebadında bir tablo! Heyecandan sesim titriyordu: “Viktor, bu resim…”
“Orijinal” dedi.
Nefesim kesilmişti. Dostoyevski’nin yarattığı karakterin, Ivan Shishkin’in muhayyilesindeki suretini gösteren tabloda hem romanın dramatik ihtişamı, hem de resim sanatının aşkınlığı yansıyordu. Zerreciklerime kadar şükran hissiyle dolmuştum. Tanrıların elbirliğiyle yarattığı ve cennete giriş töreninde takdim edilen bir mükafat gibiydi!
Sevincimi tebessümle temaşa [hoşlanarak bakma] eden Viktor’un boynuna sarıldım ve dudaklarına Rus-Fransız ortak yapımı bir öpücük kondurdum!
İnsanlar ikiye ayrılır: Diğer canlıları öldürenler, insan da öldürenler.
***
İstanbul’u gönlünde, hafızasında, zihninde, muhayyilesinde ve sözünde yaşatan; hayranlık ve şefkatle benimseyen; onun ruhuna yeni manalar atfeden Tanpınar’ı görmek için sılaya dönmüştüm. Büyük romancı, 500 yıl önceki askerî fethe, edebî keşiflerle sivil bir muhteva temin ediyordu. Onun nazarında tarihiyle, maneviyatıyla, insanıyla Türkiye’yi tanımak için, Dersaadet’i anlamak şart…
Nastasya Filippovna, Yorgo’nun Meyhanesi’nde sahneye çıkıyor. Evet… Rus bilim-adamlarının insansı-robot projesinin çökmesiyle ıskartaya çıkan suni vücudun nasıl canlandığını merak ediyorsunuz muhtemelen. Bunu size söyleyemem; beni mazur görünüz. Sırrı ifşaya hiç niyetim yok. Düşünün ki, ısrarlarına rağmen üstada bile vaziyeti izah etmedim… Bir ihtimal, Dedektif Tanpınar muammayı çözecek ve size gerçeği anlatacaktır. Dilerim ipuçları birbirine kavuşmaz ve esrar perdesi ilelebet aralanmaz.
İnsanlar ikiye ayrılır: Diğer canlıları öldürenler, insan da öldürenler… Bir gece, meyhanede mebus müsveddesi Kamuran Korat ile muharrir bozuntusu Suavi Vasfi Bey’e rastladım. O gün Pera’daki bir antikacıdan satın-aldığım Venedik hançeri yanımdaydı. Yedik içtik eğlendik. Akabinde, tenha sokaklarda yürürken bu prestijli soytarılar Tanpınar aleyhine atıp tutunca canım sıkıldı, asabım bozuldu, kan beynime sıçradı ve ikisini de geberttim!
Cinayet silahını cebimde hazır bulmuştum. Tıpkı, ‘Bakü Ejderi’ Efendiyev’i mıhlamak için Puşkin’in piştovunu kemerimde bulduğum gibi!
Kendim hariç, kimsenin canına kıymaya niyetlenmedim hiç. Lakin olacağa çare yok. Bir kere adam öldürdün mü, kâtillik mesleğini öğrenmiş oluyorsun.
Bir kere adam öldürdün mü, kâtillik mesleğini öğrenmiş oluyorsun.
***
Kainatın, insanlığın, tarihin ortasında tek başına, yapayalnız bir adam… Jilet gibi takım elbisesi, ‘okunmuş hurma’ gözleri, bir çift enstrümana benzeyen elleriyle Tanpınar, insan suretine girmiş o kutsal varlık, usulca kahvesini yudumluyor… “Kitaplarını sevdiğiniz yazarlarla tanışmayın; hayal-kırıklığına uğrarsınız” derler. Hayır. Ahmet Hamdi Bey şiirsel tavırları, romansal tutumuyla, nazım ve nesirden mürekkep [bileşik] bir muharrir. Duruşu ayarlı, bakışı ölçülü, sesi akortlu. Bu mümtaz şahsın aktif şuuru, her an’a tarihî bir ehemmiyet katıyor. Hâl ve hareketlerinde, eserlerindeki kusursuz imlanın irtisamı [izdüşümü]. Yazdığı romanlardan çıkıp gelmiş bir karakter adeta.
İstanbul’u kaleme alan, kağıda döken çelebi, çarşamba günleri hanemi teşrif ediyor; ne büyük lütuf. Çay saatinde kahve içiyoruz; ne büyük saadet…
Tanpınar’ın muradı ile Türkiye’nin kaderinin çatışmasından doğan trajediyi nihayete erdirebilir miydim?.. Ben ki, çareyi bir nebze İngilizleşmekte bulmuşum. İktidara mahsus riyaya riayet etmişim. Tuzum kuru. Benim buhranım, burjuva mızmızlığından ibaret… O ise safkan İstanbul beyefendisi. Şahsiyetini ve eserini siyasetin fevkinde kurmuş. Söylemesi ayıp, işi yaş. Hayatının değeri, ömrünü mana aramaya adamasından doğuyor.
Mimari bir şaka numunesi [örnek] olan holdeki şömineye bıraktığım hediyeleri her defasında nazikçe geri çeviriyor. Onunla konuşurken, felsefe doktoralı bir melekle diplomatik temaslara bulunuyormuşum gibi hissediyorum. Buna mukabil dâhi yazar, kendini ihtiyar görüyor. Aşk defterini kapatmış. Eserinin anlaşılmayacağına kani. İhtiras şöyle dursun, herhangi bir talebi yok; ecelle buluşmaya hazır.
Acayip… Ona yalnızlığından dolayı imrendiğim, dehasından ötürü acıdığım oluyor.
Tanpınar’ın muradı ile Türkiye’nin kaderinin çatışmasından doğan trajediyi nihayete erdirebilir miydim?..
***
İstedim ki, Tanpınar’a huzur vereyim, ondan feyiz alayım. Böylece, intihar düşüncesini kafamdan kovabilir, koleksiyonumun bile beni bağlayamadığı dünyayla barışırdım. Neyelersiniz, üstadı kurtarmak için ölmem icap etti. İntiharıma cinayet süsü verdim. Masum muharrire de kâtil rolü düştü ne yazık ki. Yeminle söylüyorum, mecburdum…
Tefrikanın tüm bölümlerini okumak için yukarıdaki görsele tıkla ☝️
Yorum Yazın