Sporun, geniş kitleleri etkileyen, uluslararası ilişkileri genişleten kültürel bir faaliyet olmasından dolayı, içinde görmeyi arzu ettiğimiz kavramlar, sevgi, barış ve dostluk olması gerekirken bizler maalesef neredeyse savaş alanlarını hatırlatan manzaralarla karşı karşıyayız. Bu hafta yaşadığımız tatsız olay da, zaten çok sık yaşanmakta olan bir durumu tekrar karşımıza çıkarmıştır.
Gün geçmiyor ki karşımıza şiddet içeren bir haber ya da görüntü çıkmamış olsun. Her bir yanı saran büyük bir şiddet sarmalı içinde yol almaya devam ediyoruz. Genellikle kadına yönelik şiddete tanıklık ediyor olsak da aslında sadece kadınların değil, tüm insanlığın içinde bulunduğu bir durum olarak şiddet, varlığını güçlendirmeye ve hepimizin hayatını tehdit etmeye devam ediyor. Tabii ki şiddete en çok maruz kalan kişilerin kadınlar olması sebebiyle, konunun sadece o alanda ele alınması oldukça anlaşılır ve bir o kadar da gerekli bir durumdur. Zira, şiddete dayalı nedenlerden dolayı, kadınlar canlarından olmakta ve yaşam hakları ellerinden alınmaktadır. Fakat, şiddetin sadece kadınlara bakan yanıyla düşünülmesi ve sadece kadına yönelik şiddetin çözüme kavuşturulmaya çalışılması, şiddet konusunun tüm toplumu kapsayan yönünün ihmal edilmesi durumunu da beraberinde getirmektedir.
Her defasında “toplumsal cinsiyet” olarak ifade ettiğimiz ve yine özellikle bu çerçevede kadınların rollerini konu ettiğimiz bakış açısının içine, belki de daha öncelikli olarak “erkeklik” kavramını dahil etmeliyiz. Çünkü toplumun inşa ettiği roller içinde kadınlara yüklenen rollerin fazlalığı ve ağırlığı kadar “erkeklik” kavramının da yüklenen rollerin altında ezildiğini ve bu durumun toplumsal yapıyı bozduğunu gözlemlemekteyiz.
Oluşturulan bu roller ile, kadınlar baskı ve tahakküm altında tutularak edilgen bir duruma getirilmeye çalışılırken, erkeklik kavramının yeniden inşası ile birlikte erkekler, bu tahakkümü gerçekleştirecek kişiler olarak karşımıza çıkmaktadır. Tahakkümün meydana gelebilmesi için güç ve iktidara ihtiyaç duyan erkeklik ise, en kolay yol olarak gördüğü, şiddetin araçsallaştırılması durumuna başvurmaktadır.
Hannah Arendt, şiddetin doğası gereği araçsal olduğunu vurgulayarak, diğer tüm araçlarda olduğu gibi daima amacın rehberliğine ve onunla meşrulaştırılmaya gereksinim duyduğunu ifade etmektedir. Yine ona göre, şiddet, iktidarın tehlikeye girdiği anda ortaya çıkmaktadır.[1]
Yani iktidarın devamlılığını sağlamak için şiddet araçsallaştırılmaktadır.Şiddet, erkeğin iktidarını kabul ettirme ve ispat etme aracı olarak karşımıza çıkmakta ve bunu en çok da kadınların üzerinde deneyimlemeye çalışmaktadır. Çünkü inşa edilmek istenen erkeklik olgusu en çok kadınlık durumunun karşıtı olarak konumlandırılmakta ve bunun üzerinden bir çatışma- gerilim yaratılmak istenmektedir. “Kadın gibi olmayan erkek”, kadınlığı edilgen ve zayıf bir birey olarak yorumlamakta ve karşıtlık oluşturulduğu için bunun tam tersi yönünde aktif, güçlü, saldırgan bir tutuma bürünmektedir. Bu saldırganlık durumu, erkeklerin sadece kadınlar üzerinde gösterdikleri bir durum olarak kalmamakta, erkeklerin birbirlerine uygulamış oldukları şiddetin altında yatan önemli bir unsur olarak da karşımıza çıkabilmektedir. Hatta sadece bir başkasına yöneltilen bir şiddet durumu olmaktan da öte, erkeklerin kendisine uyguladığı şiddeti de kapsamaktadır. Her durumda, saldırgan, öfkeli ve güçlü olmak zorunda olan erkek, bu şiddeti en çok kendi hayatını mahvetmekle, kendi yapısını dejenere etmekle, ortaya koymaktadır.
Sanıyorum ki her ne kadar yüceltilen bir kavram olarak karşımıza çıksa da inşa edilen “erkeklik”, mevcut bir sistemin devamlılığını sağlamaya çalışan bir amacın sadece hizmetkârıdır. Ve bu hizmet, aslında kişilere mutluluk getirmediği gibi hayatlarını mahvetme noktasına bile vardırabilmektedir.
Prof. Dr. Tayfun Atay’ın da ifade ettiği gibi, “Erkeklik en çok erkeği ezmektedir”. Zira sürekli korumak, muhafaza etmek durumunda kaldıkları bir erkeklik durumu söz konusudur. Erkeklik kurallarının dışına çıkılmamasını gerektiren bir çaba, oldukça yorucu ve zahmetli bir çabadır. Bu çaba hem ev içinde hem sosyal hayatta hem de kendi içsel dünyalarında gösterilmekte olup, toplumun da dayatmaları ve teşvikleriyle zirve konumuna erişmektedir.Kendini kahraman, “kurtarıcı” ya da “Süperman” olmak zorunda zanneden erkeklik olgusu, aslında bir güçsüzlükten başka bir şey değildir. Ve bu kompleksli bilinçaltı ile karşımızda bariz bir şekilde durmaktadır. Gücünü yalnızca şiddete dayayan her yapıda olduğu gibi, arka planda yer alan en temel gerçek, yalnızca güçsüzlük ve bu durumun neden olduğu acizlikten ibarettir.Tüm bu nedenlerden dolayı, şiddet konusu ele alınırken, kadınların şiddet nedeniyle yaşadıkları olumsuzlukları görmenin yanında, erkekliği de etkisi altına alan bir şiddet sarmalı ile karşı karşıya olduğumuzu unutmamalıyız. Bazı yorumcuların ve düşünürlerin şiddeti erkekliğin doğal durumu olarak görmesi ve olguyu normalleştirme çabalarına karşıt, şiddeti, toplumsal cinsiyet rollerinin bir parçası olarak görmek durumundayız. Hem kadınların hem de toplumun refahını etkileyen bir durum olarak, inşa edilen erkeklik olgusunun farkına vararak, büyüyen ve yayılan şiddet durumlarını yok etmeye çalışmalıyız. Sanıyorum ki her ne kadar yüceltilen bir kavram olarak karşımıza çıksa da inşa edilen “erkeklik”, mevcut bir sistemin devamlılığını sağlamaya çalışan bir amacın sadece hizmetkârıdır.
Ve bu hizmet, aslında kişilere mutluluk getirmediği gibi hayatlarını mahvetme noktasına bile vardırabilmektedir.
FUTBOLDA ŞİDDET
Malumunuzdur ki futbol, kadınların çok sevdiği bir spor dalı değildir. Ben de birçok kadın gibi futbola karşı ilgi duymamakla birlikte, ufak çaplı bir antipati bile besliyor olabilirim. Yine tahmin edersiniz ki bunun en büyük nedeni, futbol müsabakalarının içinde fazlasıyla yer alan, şiddet eylemleri ya da söylemleridir. Hemen hemen her maçta gördüğümüz ya da duyduğumuz şiddet içerikleri, izlerken bile beni ürkütmekte ve anlaşılır bir konu olmaktan öteye geçmektedir.
Öyle ya, taraftar kitlesi oldukça fazla olan bir spor dalı içinde, anlaşılması zor bir şekilde bu kadar çok öfkenin yer alması, sadece fanatizm ile açıklanacak bir durum olmaktan ötedir. Bu bilinçli bir şekilde, oluşturulan “erkeklik” durumunun ta kendisidir. Her durumda kazanmak, güçlü olmak ve bunun için de savaşmak zorunda olan erkeklik, futbol müsabakalarını da bir savaş alanı olarak görmekten geri durmamaktadır.
İnşa edilmek istenen erkeklik olgusunun, zaten tam olarak böyle bir şey olduğu kanaatine vardım. Kendini güçlü ve haklı görenin, yine kendi tarafından güçsüz ve haksız görülen tarafa, varlığını ve haklılığını ispatlamanın yegâne yolu olarak şiddet!!! Aslında acizliğin, zavallılığın, kendini ve duygularını kontrol edemeyecek kadar tabiatının dışına çıkmanın bir göstergesi olan şiddet!!!
ERKEKLİK ŞİDDETİ!
Sporun, geniş kitleleri etkileyen, uluslararası ilişkileri genişleten kültürel bir faaliyet olmasından dolayı, içinde görmeyi arzu ettiğimiz kavramlar, sevgi, barış ve dostluk olması gerekirken bizler maalesef neredeyse savaş alanlarını hatırlatan manzaralarla karşı karşıyayız. Bu hafta yaşadığımız tatsız olay da, zaten çok sık yaşanmakta olan bir durumu tekrar karşımıza çıkarmıştır.Hakem, Halil Umut Meler’e yönelik son derece çirkin ve tatsız bir saldırı gerçekleştirilmiş ve hakem, şiddet faillerinin elinden canını zor kurtarmıştır. Hepiniz gibi izlerken ben de dehşete kapıldım. Öyle ya, nasıl bir özgüvendir ki bu, canlı yayında, milyonların gözü önünde, bir adam öfkesini kontrol edememekte ve kendini haklı görerek hakeme şiddet uygulayabilmektedir. Şiddet failinin beraberinde gelen “erkeklik terörü” ekibi de, aynı öfkeyle hakeme saldırmaya devam etmekte ve araya girmeye çalışan onca insana rağmen, hakem oldukça fazla darp edilmektedir.
Daha da şaşırdığım zirve noktası ise polis korumaları eşliğinde içeri alınmaya çalışılan Halil Umut Meler’e Ankaragücü taraftarı tarafından sahaya atılan maddeler ve beraberindeki tepkisel söylemlerdir. Gördüğüm şeylere inanmakta zorluk çekiyor diğer taraftan da anlamak istiyordum. Bu adam ne yapmış olabilirdi?Birkaç gün araştırdım, yorumları dinledim ve gördüm ki sayın hakem sadece işini yapmıştı. Zaten şiddet eyleminde bulunmak için hiçbir gerekçe hiçbir neden benim için kabul görmeyecekti fakat gerçekten merak etmiştim. Bu öfke çılgınlığının arkasındaki kendi gerekçelerini bilmek istedim.Sonuç olarak, inşa edilmek istenen erkeklik olgusunun, zaten tam olarak böyle bir şey olduğu kanaatine vardım. Kendini güçlü ve haklı görenin, yine kendi tarafından güçsüz ve haksız görülen tarafa, varlığını ve haklılığını ispatlamanın yegâne yolu olarak şiddet!!! Aslında acizliğin, zavallılığın, kendini ve duygularını kontrol edemeyecek kadar tabiatının dışına çıkmanın bir göstergesi olan şiddet!!! ERKEKLİK ŞİDDETİ!
Tüm bu olanlar, yine çok sevdiğim Hannah Arendt’ın şiddetle ilgili bir ifadesini hatırlattı bana: Diyordu ki Arendt: “Kendisini destekleyecek başkaları olmaksızın tek bir insan, asla şiddeti başarıyla kullanacak kadar iktidara sahip değildir”. Yani demem o ki şiddet toplum tarafından destek ve kabul görmediğinde gücünü yitirecek ve belki de karşımıza bu sıklıkla çıkmayacaktır. Yani diyorum ki erkekler ve kadınlar, tüm insanlık, şiddet ile oluşturulan ve devam ettirilmek istenen, bir iktidar- güç ilişkisi içerisinde sen sadece bir araçsın. Asıl amaç, tüm dünya sisteminin içinde bulunduğu, “KİM, KİMİ YÖNETİYOR?” sorunudur. -iktidar, zor, kuvvet, otorite, şiddet- tüm bunlar insanın insan üzerindeki egemenliğinin araçlarından başka hiçbir şeye işaret etmeyen sözcüklerden ibarettir.[2]
Şiddetsiz, sevgi dolu günlerin tüm dünyaya yayılması dileklerimle…
---
[1] Hannah Arendt- Şiddet Üzerine
[2] Hannah Arendt- Şiddet Üzerine
Yorum Yazın