Kurumlarımızın gerilemesine yol açan rektör atama sisteminin yerine kurumların ilerlemesini esas alan sistemler getirmek mümkün. Rektörlerin cumhurbaşkanı tarafından siyasi kriterlerle atanmasına son vermek, performansa dönük bir sürece yönelmek için iyi bir başlangıç olabilir ama değişikliğin mutlaka arkası da gelmelidir
Günümüzde rektörlerin atanma yöntemi tamamen Sayın Cumhurbaşkanımızın takdirlerine bırakılınca Türk üniversitelerinin uluslararası sıralamalarda yerinin gerilediğine işaret ediliyor. Bunda şaşılacak bir şey yok. Şayet rektör olmak istiyorsanız ve herhangi bir kurumda şu veya bu şekilde profesör titrini de iktisab etmişseniz, yapmanız gereken tek şey Sayın Cumhurbaşkanımıza bir dilekçe ile başvurarak arzunuzu bildirmektir. Herhangi bir üniversitede rektörlük boşalınca, sizin iktidara benzer düşüncelere sahip olduğunuz, devlet büyüklerinin sözünü dinleyeceğiniz, iktidarın size vereceği talimatlara itiraz etmeyip yerine getireceğiniz düşünülüyorsa, rektör olma şansınız var demektir. Ben esas sıkıntıyı atama yapacakların yaşadığını tahmin ediyorum. Bu kadar çok başvuru arasından (ki hepsinin zaten siyasi liyakat sahibi olduğunu peşinen kabullenebiliriz) kimi seçeceksiniz. Üstelik rektörlük bekleyen nazik şahsiyetler bu şerefli görev kendilerine nasip olmayınca alınganlık dahi sergileyebilirler.
Uluslararası sıralamalara giren, ilk binde yer alan üniversite adedimiz zaten pek fazla değil, rektörlerin atanma yönteminde yapılan değişiklikle daha da gerilere gitmişsek, bunun incelenmesi ve buna sebep olan uygulamaların değiştirilmesi gerek. Anlaşıldığı kadarıyla, Boğaziçi Üniversitesi’nin uluslararası sıralamada gerilemesinin yönetim değişmesinden sonra gerçekleşmesi, yeni göreve gelen yönetimin kurumun kimyasıyla uyuşmamasından kaynaklanıyor. Yönetici değişince, kurumun uluslararası alandaki başarısında pay sahibi olan kadroların bir kısmı kurumdan ayrılıp başka yerlerde çalışmaya gitmişler, bir kısmının ise çalışma koşulları ve ortamı, verimli çalışmalarını engelleyecek biçimde değişmiş. Tabii emekliliğini isteyenler de olmuş. Netice ise belli ve üzücü.
Pekiyi daha önce rektör nasıl belirleniyordu? 1980 öncesi, rektörleri hocalar seçiyordu. Onların tercihine de kimse karışmıyordu. Burada da zaman içinde değişiklik yaşandı. Örneğin, bendenizin asistan olarak mesleğe girdiği dönemde rektörlük sırayla fakülteden fakülteye devrediyordu. Bunun nedeni aşikardı. Rektörün her zaman sayıca çok üstün olan tıp fakültelerinden gelmesi istenmiyordu. Bu düşünce haklı bulunabilir ancak bazen seçecek dekan bile bulamayan fakültelerin rektör bulmak zorunda kaldığını da gözden uzak tutmamak gerekiyor. Sonradan fakülteleri sıraya koymak uygulamasından vazgeçildi. Fakat önemli değişiklik 1982’den sonra YÖK’ün kurulmasıyla geldi. Yeni uygulamaya göre üniversiteler YÖK’e aldıkları oy sırasını da belirterek altı aday göndereceklerdi. İlk sorunun burada başladığını sanıyorum sizler de sezdiniz. Aday sayısı altıya çıkınca aslında pek az oy alan bazı adaylar da listede yer buluyor ve isimleri YÖK’e gönderiliyordu. YÖK, listeyi üç kişiye indiriyordu. Sıralamayı da değiştirebiliyordu. Örneğin, pek az oy alan 4,5 ve 6. adaylar, sözgelimi en az oyu alan altıncı aday liste başı olmak üzere cumhurbaşkanına sunulabiliyor, en yüksek oyu alan ilk üç aday ise elenebiliyordu. Cumhurbaşkanı kendisine sunulan üç adaydan birini rektör atıyordu. Bu sistemde YÖK ve cumhurbaşkanının geniş takdir hakkı olduğu aşikar. Fakat, adaylar mutlaka çalıştıkları üniversite içinden çıkıyorlardı.
Öğretim üyelerinin rektörü belirlediği sistemin ideal olduğuna ilişkin bir özlem var. Bunun yerinde olduğunu sanmıyorum. Göreve seçimle gelindiği dönemde rektörler bir yandan kendilerini seçenlere teşekkür etmek için, diğer yandan desteklerini korumak için daha ziyade hocaların kısa vadeli gereksinmelerine cevap vermeye yöneliyor, özellikle kurumun ilerlemesi, sözgelimi dünya çapında bir nitelik kazanması için gereken tedbirler rahatsızlık da yaratabileceğiiçin bunları devreye sokmaktan kaçınıyorlardı. Bu bakımdan, 1982 sonrası başarının ölçülmesi için daha net kriterler getirilmesi muhtemelen kurumların ilerlemesinde rektör seçiminde yapılan değişiklikten daha önemli bir etken olmuştur. Bireylerin performansının daha iyi ölçülmesi sayesinde kurumların performanslarında da iyileşmeler gerçekleşmiştir.
Eğer üniversitelerimizin uluslararası değerlendirmelerde daha iyi konuma gelmelerin istiyorsak, şüphesiz bu hedefi benimsemiş yöneticilerin göreve gelmesi gerek. Şu andaki atama sisteminin tersine sonuçlar doğurduğunu görgül göstergeler zaten kanıtlıyor. Eski sistemler de çok farklı sonuçlar getirmiyordu. Dolayısıyla bunun ötesinde bir değişikliğe ihtiyaç olduğu akla geliyor. Mevcut yasal düzenlemede bütün yükseköğretim kurumlarımız eşit konuma yerleştiriliyor. Bunun kadar saçma bir uygulama olamaz çünkü böylece yeni açılan kurumların gelişmek için herhangi bir gayret göstermesi ve daha ileriye gitme mücadelesine girmesi için en önemli saiki de ortadan kaldırmış oluyoruz.
Ülkemiz çerçevesinde düşünüldüğünde, yeni kurulan birçok üniversiteye dışardan daha donanımlı rektör atanması çok daha uygun görünüyor. Mevcut sistemde kurumların kendilerini iyileştirmek için herhangi bir motivasyonları yok.
Sanıyorum, eğer bir reform yapılacaksa, başlangıç noktası sayıları 200’e erişen kurumların eşit olmadığını kabullenmek. Kurumları A,B,C şeklinde tasnif etmek mümkün. Örneğin her kurumun başlangıç noktası C olabilir. Sadece lisans verirler. B grubuna geçmek için kurumda ne gibi nitelikler aranacağı belirlenebilir. Aynı işlem B’den A’ya geçmek için de yapılabilir. Kullanılabilecek kıstaslar arasında kütüphane imkanları, öğretim üyelerinin haftalık ders yükü, öğretim üyelerinin yurtdışında endekslerde yer alan dergilerdeki yayınları ve bunların etki katsayısı (impact factor), öğretim kadrosunun yurt dışında evrensel kullanımı olan bir yabancı dilde yayınlanan kitapları, hocaların eserlerine yurtdışında yapılan atıf sayısı ve benzerleri yer alabilir. Sözgelimi, ancak C’den B’ye geçen bir kurum yüksek lisans vermeli, doktora ise sadece A grubuna girmeye hak kazanan üniversitelere verilen bir ayrıcalık olmalıdır. Her beş veya on yılda bir kurumlar teftiş edilerek bulundukları kategoride kalıp kalmayacakları da belirlenebilir, böylece kurumların statülerini devam ettirmek için gayret göstermeleri de temin edilebilir. Böyle bir sınıflandırma yaptığınız zaman, rektörü de kurumu daha yükseğe taşımak ve orada tutmak için gayret göstermekle görevlendirmiş olacağınızdan, bunu başaramayan rektörün seçilmesini veya yeniden görevlendirilmesini de zorlaştırmış olursunuz.
Bu sistemde rektör adayı nasıl belirlenecek? Değişik yöntemler olabilir ama olmaması gereken tek yöntem cumhurbaşkanının rektör olma meraklıları arasından kendi fikrine uygun olanı seçmesidir. Amerika’da uygulanan yöntemi nispeten iyi tanıdığım için ondan söz edeyim. Rektör yenilenmesi gerekince, üniversite çapında bir komisyon kurulur. Bu komisyonda öğretim üyelerinin temsilcileri yanında üniversite çalışanlarının ve öğrencilerin temsilcileri de bulunur. Unutmayalım ki, bütün paydaşların birleştiği nokta üniversiteyi iyi yönetecek ve ileriye götürecek bir rektörün bulunmasıdır. Böyle bir rektörün tüm paydaşlara sağlayacağı fayda vardır. İyi bir üniversite öğrenci bulmakta zorluk çekmeyecektir. Üniversiteden mezun olanlar daha kolay iş bulacaklardır. Üniversiteye araştırma fonları yanında bağışlarda da artış olacağından tüm çalışanların refahı artacaktır.
Komisyon göreve talip olan adayların başvuru dosyalarını inceler, her birinin göreve gelirse neler yapmak istediği üzerinde özellikle durur, sonunda uygun gördüğü adayları üniversiteyi ziyaret etmek için davet eder. Bu ziyaret sırasında adayı daha yakından tanımak, ona sorular sorarak düşüncelerini ayrıntılandırmasına olanak verme fırsatı doğar. Sonunda bir aday üzerinde karar kılınır ve bu aday kurum özelse mütevelli heyetine, devlet üniversitesi ise genellikle göreve seçimle gelen eyalet valisine önerilir. Adayın onaylamaması çok inandırıcı gerekçelere dayandırılmak gerekir ve istisnaidir. Genelde komisyonun önerisi onaylanır. Tarifini yaptığım süreçte rektör adayının yöneteceği üniversiteden gelmesi şart değildir. Önemli olan kurumu iyi yöneteceğine ve ileriye götüreceğine, her halükarda geriletmeyeceğine olan inançtır. Bunu gerçekleştirip gerçekleştirmedikleri de nesnel ölçülere bağlanmıştır.
Ülkemiz çerçevesinde düşünüldüğünde, yeni kurulan birçok üniversiteye dışardan daha donanımlı rektör atanması çok daha uygun görünüyor. Mevcut sistemde kurumların kendilerini iyileştirmek için herhangi bir motivasyonları yok. Herhangi bir başarıya imza atmamış hocalar dünya çapında şöhret sahibi hocalarla aynı statüde, aynı maaşı alıyorlar, aynı ayrıcalıklardan yararlanıyorlar, hatta doçentlik jürisi üyesi olup, çapları ülkeyi aşan ve istikbal vaat eden gençleri “çaktırabiliyorlar.” Bu kişilerin performans ölçümüne girmeleri, kendilerini geliştirmeleri, kurumlarını ilerletmek için çalışmaları, yoksa üçüncü sınıf konumda kalmaları bugünkü eşitlik saçmalığından mutlaka daha iyi olacaktır. Zaten her kurumun elemanlarının terfilerine kendisinin karar vermesi, halihazırdaki doçentlik sisteminin kaldırılması daha uygun olacağa benzemektedir. Ama bu sistemin devamında ısrar edilecekse, doçentlik jürisi üyeliğinin sadece yüksek performans sergilediği ölçümlerle belli olan kişilere verilmesi, ciddi bir kurumda doktora bile alabileceği kuşkulu olan zevatın doçentlik jürilerine girmemesi esas olmalıdır.
Görüyorsunuz, kurumlarımızın gerilemesine yol açan rektör atama sisteminin yerine kurumların ilerlemesini esas alan sistemler getirmek mümkün. Ben sadece bir örnek verdim. Başka yollara da bulunabileceğinden eminim. Eğer üniversitelerimizin evrensel yarışta daha ileri bir konuma gelmelerini, Türkiye’nin daha fazla özgün araştırma ve bilimsel buluş üretmesini istiyorsak, üniversitelerin bu amaca dönük olarak yönetilmesini sağlayacak değişiklikleri yapmamız gerekiyor. Rektörlerin cumhurbaşkanı tarafından siyasi kriterlerle atanmasına son vermek, performansa dönük bir sürece yönelmek için iyi bir başlangıç olabilir ama değişikliğin mutlaka arkası da gelmelidir.

Yorum Yazın