Demokrat Parti’nin bile tüm gücüyle ve ancak 10 yıl gücünü ortaya koyabildiği bir siyasi geçmişte sahip ülkemizde, AKP’nin ortaya çıkardığı tahakkümün boyutunun bir eşi yok. Bürokratıyla, akademisyeniyle, medya ve sermaye gücüyle AKP, hayatımızın her noktasında. Muhalefetin bilinçaltındaki en önemli mesele, bir post-AKP döneminde bu tahakkümü tersine çevirecek bir gücün ve becerinin ne ölçüde mümkün olacağı.Türkiye’yi aralıksız bir şekilde ve yaklaşık 22 yıldır yöneten AKP iktidarı, devlet yönetiminin ve toplumsal hayatı etkileyen hemen her kurumun içine nüfuz edebilmiş benzersiz bir tahakkümü ifade ediyor. Kafanızı çevirdiğiniz her noktada AKP’yi ve onu temsil eden insanları görmek, günlük hayatın olağan bir parçası haline geldi. Demokrat Parti’nin bile tüm gücüyle ve ancak 10 yıl gücünü ortaya koyabildiği bir siyasi geçmişte sahip ülkemizde, AKP’nin ortaya çıkardığı tahakkümün boyutunun bir eşi yok. Bürokratıyla, akademisyeniyle, medya ve sermaye gücüyle AKP, hayatımızın her noktasında.Muhalefetin bilinçaltındaki en önemli mesele, bir post-AKP döneminde bu tahakkümü tersine çevirecek bir gücün ve becerinin ne ölçüde mümkün olacağı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, olası bir Cumhurbaşkanlığı seçiminde Ekrem İmamoğlu karşısında kesinlikle kaybedeceğini düşünen seçmen kitlesinde de ciddi anlamda yer edinen bu sorunun muhtemel yanıtlarına biraz yakından bakalım.
Bir zaman makinesiyle 1950’lerin ortalarına gitsek ve muhalif bir seçmenle konuşsak, “Demokrat Parti her yere nüfuz etti, DP’li olmayana hayat yok” diyecektir bu seçmen haklı olarak. Yahut 1980’lerin ortalarına gitsek, Özal’ın ve ANAP’ın devletin tüm kademelerini, üniversiteleri ve medyayı domine etmeye çalıştığını duyacaksınızdır yine epey haklı olarak. Toplumsal ve politik dinamikler bu partilerin her birini zamanla siyaset sahnesinden silerken, her seferinde Türkiye yeni bir hikaye yazmayı bildi.
TARİHİ ANIMSAMAK
1946’da çok partili sisteme geçen Türkiye, çok uzun bir süredir iktidarın seçimle değiştiği ve farklı partilerin iktidara gelip, iktidardan gittiği bir siyasi akışı yaşıyor. Demokrat Parti’den Adalet Partisi’ne, ANAP’tan AKP’ye, farklı sağ partilerin büyük bir güçle ve tek başına iktidara geldiği dönemleri yaşayan Türkiye, her seferinde tek başına iktidara gelmiş partiyi geride bırakıp yoluna devam etmesini bildi. Türkiye gibi hemen her anlamda heterojen ve pragmatist bir yapıya sahip olan bir toplumda geçişler ve dönüşümler daha mümkün, sancısız olmayı başarabildi. Muhakkak her partinin bıraktığı izler oldu, ona şüphe yok. Ancak siyasetimiz bu partileri geride bırakmasını da bildi.Bir zaman makinesiyle 1950’lerin ortalarına gitsek ve muhalif bir seçmenle konuşsak, “Demokrat Parti her yere nüfuz etti, DP’li olmayana hayat yok” diyecektir bu seçmen haklı olarak. Yahut 1980’lerin ortalarına gitsek, Özal’ın ve ANAP’ın devletin tüm kademelerini, üniversiteleri ve medyayı domine etmeye çalıştığını duyacaksınızdır yine epey haklı olarak. Toplumsal ve politik dinamikler bu partilerin her birini zamanla siyaset sahnesinden silerken, her seferinde Türkiye yeni bir hikaye yazmayı ve yoluna devam etmesini bildi. Bu arada şu parantezi de açmak isterim: Demokrat Parti’nin bir askeri darbeyle iktidardan uzaklaştırılmış olması, bu gerçeği değiştirmiyor. Askeri darbe olmasaydı kuvvetle muhtemel ilk genel seçimde Demokrat Parti epey ağır bir seçim yenilgisi alacaktı, bunu da not etmiş olalım.Ezcümle, Türk siyasetinin ve toplumunun dokusu, oluşan dönemsel (kimi uzun kimi kısa) tahakkümleri bir yerinde sona erdirip yeni bir hikayeye başlama konusunda epey deneyime sahip.CHP’nin bir gölge kabineye sahip olması gerektiğini yıllardır yazan bir yazar olarak bugün CHP’nin bir gölge kabinesinin olduğunu görmek, bir seçmen olarak bana umut ve güven veriyor.
İKTİDARA HAZIR OLMAK: CHP’NİN HALET-İ RUHİYESİ
AKP’nin iktidara geldiği 2002’den itibaren CHP’ye ilişkin en temel eleştirilerden bir tanesi, partinin iktidar olmaya ilişkin somut ve ayrıntılı bir plana sahip olmadığıydı. Hakikaten CHP, uzun yıllar boyunca ne yapacağını değil de ne yapmayacağını dillendiren, bunu seçim bildirgelerine döken ve esasen negatif kampanya yürütmek üzerinden “siyaset üreten” bir partiydi. Kemal Kılıçdaroğlu’nun genel başkan seçilmesiyle bu eğiliminden ve reflekslerinden sıyrılmaya başlayan CHP, zamanla somut hedeflere, çözüm önerilerine ve iktidar programına sahip bir parti olmaya doğru evrildi. Özgür Özel’in genel başkanlığı ve İmamoğlu’nun itici gücü ise bu sürecin zirve noktasını temsil etmesi bakımından mühim.Şu noktayı da ayrıca açmak isterim: CHP’nin bir gölge kabineye sahip olması gerektiğini yıllardır yazan bir yazar olarak bugün CHP’nin bir gölge kabinesinin olduğunu görmek, bir seçmen olarak bana umut ve güven veriyor. Gölge kabine pratiği sayesinde hem potansiyel adayların performansını görmek mümkün oluyor hem de parti politikalarına ilişkin bir anlamda pratik yapılmış oluyor. Seçmen nezdinde de bunun bir özgüven ve geleceğe dönük inanç biriktirdiğini söylemek mümkün. Sözgelimi kendi partisine mensup bir İçişleri Bakanı hayal edemeyen ortalama bir CHP seçmeni için gölge İçişleri Bakanı’nın varlığı, partinin iktidara yürüyüşünü daha gerçekçi ve ulaşılabilir bir hedef haline getirmesi bağlamında epey anlamlı.CHP, parti örgütüyle birlikte siyaset yapmaya, kent kent halkın sesine kulak vermeye ve buna uygun isimlerle ve söylemlerle halkın karşısına çıkmaya, iktidara hazırlık kaygısı içeren pratiklere (gölge kabine uygulaması gibi) yoğunlaşmaya devam etmeli.
Yorum Yazın