Platon’un kadın erkek eşitliğine ilişkin düşünceleri sadece koruyucular (ve dolayısıyla yöneticiler) sınıfı için geçerlidir. Bu sınıflar vücuttaki baş (akıl) ve yüreğe karşılık gelir.
Bunun anlamı açıktır: Aklın kullanıldığı yerde kadın ve erkek eşittir.
Kimileri Platon’un bir kadın düşmanı olduğunu söyler.
Başkaları, tam tersine, onu kadın erkek eşitliğinin ilk savunucusu olarak görür.
Başka bazıları ise bu iki sonuca bakarak Platon’u çelişkili bir düşünür olarak değerlendirir.
Tüm bu farklı sonuçlar Platon’u bütünlüğü içinde okumamaktan kaynaklanır.
Aslında bu sorun siyasal düşünceler tarihinde genel bir sorundur: Herhangi bir düşünürün belirli bir eserinin bir bölümünden hareketle sonuç üretme sorunu.
Platon’un genel felsefesi gözönünde bulundurulduğunda günümüze de ışık tutacak bir kadın erkek eşitliği savunusu bulmak mümkündür.
Antik demokrasinin yozlaşmasına bilge hocası Sokrates’in ölüm cezasına çarptırılmasıyla tanık olan Platon tam bir demokrasi düşmanı kesilir.
Liyakatsiz çoğunluğun yönetimi ele geçirmesi durumunda demokrasinin yol açabileceği sorunlara yakından tanık olur.
(Platon’un bu düşünceleri bugün bile yabana atılabilecek gibi değildir. Örneğin Amerikan demokrasisi içinde Donald Trump ve Elon Musk gibi iki demagog ve oligark son yapılan seçimlerde iktidarı ele geçirebildiler. Demokrasiden oligarşiye geçiş yönünde çok sayıda mesajı bulunan bu figürler, çıkarları oligarklarla bağdaşmayan çoğunluk tarafından desteklendiler.)
Platon da dâhil olmak üzere antik dönemde bilgi ile ahlak arasında çok sağlam bir bağlantı kurulur.
Ahlaklı olmak doğru ile yanlış, iyi ile kötü arasında seçim yapmayı gerektirir; doğrunun ve iyinin seçilebilmesi için doğru ve iyinin, yanlış ve kötünün ne olduğunun bilinmesi gerekir.
Örneğin Sokrates’e göre kötülük yapan birisi kötü olduğundan kötülük yapmaz; kötünün ne olduğunu bilmediğinden kötülük yapar.
Bu yüzden ahlaklı olabilmek için gerçek iyinin ve kötünün bilgisine sahip olmak gerekir.
Bu durumda ahlak ve bilgi arasında kopmaz bir ilişki vardır.
Çoğunluğun yaptığı yanlışları gören Platon, hocası Sokrates’ten farklı olarak, çoğunluğun eğitilemeyeceğini ve doğru ile yanlışın bilgisiyle donatılamayacağını düşünür.
Platon, düşüncelerini açıklamak için çok sayıda “mitos” (efsaneler) kullanır.
Bu mitoslardan birisi “Mağara Mitosu”dur.
Platon, içinde insanların olduğu, boydan boya ışığa açılan bir girişi olan bir yer altı mağarası tasarlamamızı ister. Mağarada insanlar çocukluklarından beri ayaklarından ve boyunlarından zincire vurulmuşlardır; ne kımıldayabilmekte, ne kafalarını oynatabilmekte ne de burunlarının ucundan başka bir yer görebilmektedirler; yüzleri mağaranın arka duvarına dönüktür. Arkalarında yüksek bir yerde yakılmış bir ateş parıldamaktadır. Mahkûmlarla ateş arasında dimdik bir yol bulunmaktadır. Bu yol boyunca insan boyu yüksekliğinde bir duvar vardır. Duvarın arkasında insanlar duvar boyunca ellerinin üzerinde taştan, tahtadan yapılmış insana, hayvana ve başka şeylere benzeyen kuklalar taşıyarak yürümektedirler.
Bu mahkûmlardan biri kurtarılarak ayağa kaldırılır ve başı çevrilerek yürütülürse hayatı boyunca gördüğü şeylerin aslında sadece kuklaların gölgesi olduğunu anlayacaktır. Duvarın arkasına götürülürse, kuklaların da gerçek olmadığını ve asıl insanların duvarın kenarında yürümekte olduğunu görecektir.
Ancak bunu yapsa bile henüz gerçeğe ulaşmış değildir. Mahkûm zor ve sarp yokuştan geçirilerek mağaranın dışına çıkarılırsa gözleri kamaşır, gerçek denen nesneleri de göremez hale gelir. Gözlerinin kamaşması geçtikçe önce gölgeleri, sonra insanların ve kuklaların sudaki yansımalarını, sonra da kendilerini görür.
Günümüzle karşılaştırılırsa, her gün olayları TV’lerdeki çarpıtılmış haberlerden, yorumlardan dizilerden, yarışmalardan izleyen büyük çoğunluk Platon’un mağarasının dibindeki kuklaların gölgesini gerçek zanneden insanlar gibidir.
Mağaranın çıkışına yönelmek cehaletten kurtulmanın başlangıcını simgelemektedir.
Platon bu benzetmeyi sıradan insanlarla filozoflar arasındaki farkı ortaya koymak için yapmaktadır.
Ancak Platon sıradan insanların filozofların yardımı olmaksızın mağaranın çıkışına yönelemeyeceklerini ve mağaradan çıkış için filozofun yardımının zorunlu olduğunu düşünmektedir.
Bu durumda soru, filozofun diğer insanlardan neden farklı olduğu sorusudur.
Platon burada Hristiyan felsefesinin temeli olan bir ayrım yapar: idealar dünyası ve nesneler dünyası. (Bu ayrım Hristiyan felsefesinin kurucusu Augustinus’ta gökyüzü dünyası-yeryüzü dünyası ayrımı olarak yeniden biçimlendirilmiştir.)
Platon’a göre gerçek bilgi idealar dünyasındadır; nesneler dünyası olan yeryüzünde ideaların sadece bozuk kopyaları vardır.
İdea, gerçek bilgi; sanı, yeryüzünde sahip olunan yanıltıcı bilgidir(sanı).
O zaman yapılması gereken bellidir; idealar dünyasına gidip gerçek bilgiyi bulmak.
Platon bu amaçla yeni bir mitos kullanır: “Kanatlı araba mitosu”
Mitosa göre ruhun gıdaları olan idealar gökyüzünün üzerinde bulunurlar ve ruhlar bu ideaları seyrederler. Gökyüzünün üzerinde yukarıya doğru bir açıklık vardır ve ruhlar bu açıklıktan geçerek ideaları görürler. Ruhlar iki at tarafından çekilen ve bir arabacısı bulunan kanatlı arabalara benzerler. İnsanların ruhlarının atlarından beyaz olanı iyi, siyah olanı kötüdür. Bu yüzden insanların ruhları ideaları belli aralıklarla ve yarım yamalak görebilirler. Nefsi temsil eden kötü at sürekli olarak arabayı aşağılara çekmeye çalışır ve arabacının iyi ideasını görmesini engellemeye çalışır. Kötü at çırpınışları sonunda başarılı olursa araba kanatlarını yitirir ve kanatlarını yitiren ruh yeryüzüne düşer ve bir bedenin içine girer. Bu, ruh ile bedenden kurulu ölümlü insanın doğuşudur. (Hristiyanlık inancında insanın yeryüzüne günahkâr düşmesinde olduğu gibi).
Kanatlı araba mitosu kullanıldığında şöyle bir sonuca ulaşılabilir: Arabacı ruhun ussal parçası, beyaz at yürekli parçası, siyah at da itkisel parçasıdır. Ussal parçanın yani arabacının bağlaşığı olan yürekli parça ya da beyaz at, arabacının buyruklarıyla kolayca sürülür. İtkisel parça olan siyah at ise tensel maddi tutkuların sesine boyun eğer.
Platon’a göre ideaları yeryüzünde hatırlayacak olan ruhtur ve bu hatırlama “ruhun ölümsüzlüğü” sayesinde gerçekleşir.
Ancak ruhun üç parçası vardır ve her insanda ruhun bu parçalarından biri daha etkindir.
Platon ruhu devinimin kaynağı olarak tanımlar. Devinimin kaynağı olan ruh hem tek başına idealar evrenindedir hem de ölümlü bedenle birlikte nesneler evrenindedir. Farklı evrenlerde bulunması, ruhun hem nesneler evrenine ait hem de idealar evrenine ait parçaları yapısında barındırmasına neden olur. Ruh bir yanda yeryüzüne ilişkin tutkuları içerir, diğer taraftan da bu tutkuların denetlenmesini sağlayarak insanın idealar evrenine yönelmesini sağlar. Ruhun hem nesneler evrenine ve hem de idealar evrenine sürükleyen bölümleri üç parçadır:
1. Ussal Parça: Ruhun, insanı hayvandan ayıran ve tanrısala yaklaştıran en üstün öğesidir. Kafada bulunur. Günlük işlevi itkisel parçayı denetim altında tutmak, nihai ereği idealara ulaşıp onları seyretmektir.
2. Yürekli Parça: İnsandaki ahlaksal yürekliliğe daha yakın ve aklın bağlaşığıdır. Yürekte bulunur. İtkisel parça ile ussal parça arasında bağdaştırıcı işlevi görür. Ruhun kızan coşan tarafıdır.
3. İtkisel Parça: Bedensel, maddi isteklerle ilgilidir. Midede bulunur, acıkır, sever, susar, doymak ve haz almak ister.
Kanatlı araba mitosu kullanıldığında şöyle bir sonuca ulaşılabilir: Arabacı ruhun ussal parçası, beyaz at yürekli parçası, siyah at da itkisel parçasıdır. Ussal parçanın yani arabacının bağlaşığı olan yürekli parça ya da beyaz at, arabacının buyruklarıyla kolayca sürülür. İtkisel parça olan siyah at ise tensel maddi tutkuların sesine boyun eğer. İtkisel parça kendi başına buyruk davranarak arabayı devirebilir, yoldan çıkarabilir. Buna karşılık arabanın sürücüsüyle yani ussal parça ile arabanın düzeninin birliğinin korunmasında işbirliği yapan yürekli bölüm beyaz attır.
Her insanda ruhun bir bölümü egemendir. Dolayısıyla ruhun üç parçasına karşılık düşen üç ayrı insan tipi vardır. Ruhun bedene hükmetmesi gerekiyorsa, ruhtaki ussal parçanın da diğer iki parçayı yönetmesi gerekir. İdealara ulaşabilen insan, ruhunda ussal parçanın ağır bastığı kişidir. Ancak bu tür kişiler çok azdır. Sadece azınlıkta olan bu kişiler, yani sadece filozoflar ruhun üç parçasını doğru hiyerarşik düzene sokarak gerçek bilgiye ya da idealara ulaşabilir.
Filozof, idealar dünyasındaki ideayı (gerçek bilgiyi) gördüğünden, onu yeryüzünde anımsayabilir.
Sıradan insanların ruhu gerçek bilgiyi görmediğinden filozofun yardımına muhtaçtır.
Bu durumda yeryüzünde ideal devleti kuracak ve yönetecek olan sadece filozoftur; çünkü gerçeğin bilgisine yalnızca filozof sahiptir. Filozofun yapması gereken idealar dünyasında gördüğü gerçek bilgiyi hatırlamaktır.
Yeryüzünde mutlu bir yaşam için filozof tarafından idealar dünyasından esinlenen bir “ideal devletin” kurulması gerekir.
Vücut nasıl akıl tarafından yönetiliyorsa, toplumun da akıllı insanlar, yani filozoflar tarafından yönetilmesi gerekir.
Bu felsefenin sonucu, “organizmacı toplum” anlayışıdır.
Toplum bir organizmadır ve organizmanın yaşayabilmesi için üç temel işlevin yerine getirilmesi gerekir: Yönetim, korunma ve beslenme. Bu üç işlev insan vücudunun üç organına karşılık gelir: Akıl, yürek ve mide.
Organizmacı toplum anlayışında birey organizmanın selülünden başka bir şey değildir. Bireyin görevi tıpkı bir selül gibi önceden saptanmıştır ve birey sadece bu görevi yerine getirmekle yükümlüdür.
Mitos’a göre bütün insanlar gerçekte silahları, eşyalarıyla birlikte yerin altında yetişmiştir. Toprak insanları bir ana gibi iyice büyüttükten sonra yeryüzüne çıkarmıştır. Üzerinde yaşanmakta olan toprak, onu emziren anasıdır. Dolayısıyla ona saldıran olursa, bu saldırıdan korumak her insanın borcudur.
Devletin parçalarından birinin işbölümü ilkesine göre kendisine düşen işlevini yerine getirmemesi ya da kopması, sakatlanmasına ya da yaşamını yitirmesine neden olur. Devletteki sınıflar ve meslekler devletin organlarıdır ve hepsi baş olan devletin yönetimi altındadır. Ancak bu boyun eğme bir zorlamayla ya da sözleşmeyle değil organizmanın ve parçalarının yararına olduğundan doğaldır. Bu nedenle toplumun bölünmüşlüğü ve yöneten yönetilen ayrımı doğaldır.
Her devlette (1) Üretim, (2) Koruma, (3)Yönetim biçiminde 3 işlev vardır.
Bu üç temel işleve karşılık gelen üç toplumsal sınıf vardır: (1) Üreticiler, (2) Koruyucular, (3) Yöneticiler.
Yöneticiler koruyucuların içinden çıktıklarından toplum aslında yönetenler ve yönetilenler biçiminde iki parçaya bölünmüştür.
Bu sınıfların her biri organizmanın bir parçasını oluşturur. İnsan vücudu ile karşılaştırılırsa, yöneticiler “baş”, koruyucular “göğüs”, üreticiler “mide”ye benzetilebilir. Vücudun her üç parçası da devletin ya da toplumun varlığını sürdürmesi için zorunludur. Vücudun maddi gereksinimleri, beslenmesi mide organıyla, manevi gereksinimleri ve korunması göğüs aracılığıyla, yönetimi de baş ve başın içindeki akılla sağlanmaktadır. Dolayısıyla bu sınıfsal bölünme toplumun parçalanmasını değil, organik dayanışmanın zorunluluğunu ve birliğin organik temellerini gösterir. “Devletin doğru olması her üç sınıfın kendi işlerini görmesine” bağlıdır. Nasıl ki “içimizdeki yanlardan her biri kendi işini gördüğünde biz de ödevini yapan doğru kişiler oluruz”, devletin de doğru devlet olması için içindeki her sınıfın kendi işini yapması gerekir.
Platon kitlelerin toplumdaki yerlerini benimsemelerini sağlamak için bir başka mitos kullanır: “Metaller mitosu”
Mitos’a göre bütün insanlar gerçekte silahları, eşyalarıyla birlikte yerin altında yetişmiştir. Toprak insanları bir ana gibi iyice büyüttükten sonra yeryüzüne çıkarmıştır. Üzerinde yaşanmakta olan toprak, onu emziren anasıdır. Dolayısıyla ona saldıran olursa, bu saldırıdan korumak her insanın borcudur. Diğer taraftan aynı toprağın çocukları olan insanlar kardeştirler. Ancak Tanrı bu kardeşleri yaratırken önderlerin ya da yöneticilerin mayasına altın; yardımcıların ya da koruyucuların mayasına gümüş; çiftçi ve işçilerden oluşan üreticilerin mayasına da demir ve tunç katmıştır.
Ruhsal Parçalar | Toplumsal Sınıflar | Erdemler | İnsan Türleri | Vücudun Bölümleri | Arabanın Parçaları | Kalıtımsal Farklılıklar |
Ussal | Yönetici | Bilgelik | Bilgisever | Baş | Arabacı | Altın Cevherliler |
Yürekli | Koruyucu | Yiğitlik | Ünsever | Göğüs | Beyaz At | Gümüş Cevherliler |
İtkisel | Üretici | Ölçülülük | Parasever | Mide | Siyah At | Demir-Tunç Cevherliler |
Platon’un kadın erkek eşitliği ve eşitsizliği ile ilgili düşünceleri genel felsefesi üzerine oturtulmadan anlaşılamaz. Bu yüzden buraya kadar genel felsefesini özetledim.
Şimdi yazının konusu olan kadın erkek eşitliğine başlayalım.
Platon’un kadın erkek eşitliğine ilişkin düşünceleri sadece koruyucular (ve dolayısıyla yöneticiler) sınıfı için geçerlidir.
Bu sınıflar vücuttaki baş (akıl) ve yüreğe karşılık gelir.
Bunun anlamı açıktır: Aklın kullanıldığı yerde kadın ve erkek eşittir.
Altın mayalı yöneticiler gümüş mayalı koruyucular içinde yetiştiğinden, altın mayalılar sınıfı ile gümüş mayalılar sınıfı arasında tam bir geçişkenlik vardır.
Koruyucular, Platon için ideal devletin varlığını sürekliliğini sağlayan temel sınıf olduğundan çok önemli bir sınıftır ve bu nedenle Devlet adlı yapıtın önemli bir kısmı koruyuculara ayrılmıştır.
Koruyucular her şeyden önce organizmanın “baş”ını, “us”unu oluşturan ve aralarındaki birlik yok olduğunda kaçınılmaz olarak devletin yıkılmasına neden olan yöneticiler sınıfının kaynağıdır.
Koruyuculardan çeşitli yaşlarda girdikleri sınavlarda başarılı olanlar ve diyalektik eğitimini başarıyla tamamlayanlar elli yaşından sonra yönetici olabilir.
Platon’un kendi sözleriyle…Yurdu koruyacak adam, yaradılışı bakımından filozof, azgın, çevik ve güçlü olacak.
Çok iyi eğitim almış koruyucular, kendilerinden sayısal olarak üstün olan düşman güçleri yenecek biçimde yetiştirilmiş olup ülke savunmasını sağlarlar. Koruyucular ayrıca içeride de düzeni ya da iç güvenliği sağlamakla yükümlüdürler. Askerlik hizmetini profesyonelleştirerek ve böylece halkın eline silah verilmesi engellenerek iç güvenliğin önemli bir kısmı halledilmiş olur. Dolayısıyla koruyucuların özenle seçilmesi, özenle eğitilmeleri ve yaşamlarının özenle düzenlenmesi zorunludur.
Koruyucu olarak en dayanıklı, en yiğit ve olanaklıysa en güzeller seçilir. Seçim için sadece iyi huylu, aklı başında olmak yetmez, verilecek eğitime elverişli bir yaradılışta doğmuş olma koşulu da aranır. Eğitime elverişli bir yaradılışta doğmuş olmak, anlama kapasitesi ve öğrenme kolaylığı bakımlarından elverişli olmak anlamını taşır. Bu kişilerde güçlü bir bellek, çalışarak yorulmama, her türlü işi sevme özellikleri vardır. Bu kişiler felsefeyi seven “felsefenin öz evlatları”dır. Seçim yapılırken ölçülülük, yiğitlik, büyüklük gibi değerlere bakılır ve bu açılardan doğuştan bozuk olanlar elenir. Bu kişilerin bedenleri de kafaları da sağlamdır; bunların çetin bir eğitimden geçirilmeleri yoluyla devlet ve anayasa korunabilir.
Altın ve gümüş mayalı çocuklar doğdukları anda, kız-erkek ayrımı yapılmadan anne-babalarından alınarak ortak bir kurula verilir; baba ve ana oğlunu ve kızını, kız ve oğul da ana babasını bilmez.
Bu kurulda kadınlar ve erkekler bulunur çünkü devlet işlerinde her iki cins ortaktır.
Bu çocuklar, kentin belli yerinde yerleşmiş bakıcı kadınlara verilir.
Doğuştan kusurlu çocuklar burada ayıklanır ve gözden uzak uygun bir yere bırakılır.
Göğüsleri süt dolu olan analar yuvaya getirilerek, kendi çocuklarını tanımamalarına özen gösterilerek, çocukları emzirmeleri sağlanır.
Çocukları eğitme işi erkek bakıcılara bırakılır.
Çocuklara büyüdükleri zaman yapacakları işi daha yakından görmeleri için önce ata binme eğitimi verilir ve güçleri yettiğinde savaşa götürülür.
Çocuklar her yaşta gözetlenir ve toplumun yararına işler gören, zararından kaçınan insanlar oldukları kanıtlanacaktır.
Koruyucular toplumun yararını gözetme ilkesi bakımından her türlü sınavdan geçirilir, bu ilkeyi unutmaları ya da değiştirmeleri gereken koşullar içine sokulur ve ödevlerini unutmayanlar, aldanmayanlar koruyucu kalır; çocukluğunda, delikanlılığında ve olgun çağında bu denemelerden başarıyla çıkanlar devletin yöneticisi olur.
Aritmetik, geometri ve diyalektik eğitimine başlanmadan önce diğer bütün bilimlere daha çocukken başlanır ve yirmi yaşına kadar bütün bilgiler karmaşık olarak verilir. Eğitim çocuklara bir oyun gibi sunulur. Bütün bu süreçte işlerde, derslerde ve tehlikelerde en atılgan olanlar bir kenara ayrılır.
Bundan sonra yirmisine varanlar arasında bir seçme yapılır. Seçilenlere daha önceden karmakarışık verilmekte olan bilgiler artık bir sıraya göre verilmeye başlanır. Bu aşamada koruyucuların hem bilimlerin kendi kendileriyle hem de gerçek varlıkla ilintileri geniş bir görüşle kavrayıp kavrayamadıklarına bakılır. Geniş bir görüşe yükselebilenler diyalektikçi olabilir.
Otuz yaşına kadar verilen bu sistematik eğitimden sonra diyalektiğe en elverişli, bilimlerde, savaşta ve yasaların istediği bütün işlerde en sağlam olanlar ayrılarak filozofluğa aday olur.
Diğerleri koruyucu olarak kalmaya devam ederler, filozof ya da yönetici olma şansını kaybetmiş durumdadırlar.
Bundan sonra beş yıl sürecek olan bu süreçte sürekli olarak diyalektik çalışmaları yapılır. Bu çalışmalar diğer eğitim çalışmalarının iki katı bir zaman gerektirir.
Diyalektik eğitimini sadece ölçülü ve sağlam kafaların alması gerekir çünkü öteki türlü diyalektik kullanmasını bilmeyenlerin elinde tehlikeli bir silah haline gelebilir. Bu kişiler bu silahı kendi yararlarına, toplumun zararına kullanan demagoglara dönüşebilirler. Dolayısıyla sadece seçilmiş olan kişilere beş yıl süresince verilen diyalektik eğitimini de başarıyla tamamlayanlar, idealar evrenine adım atmış sayılır. Bunlar onbeş yıl boyunca yeniden mağaraya indirilir, gençlere özgü bütün görevlere getirilir, savaş işlerine koşulurlar. Görgüden yana eksik kalmamaları sağlanır. Dört bir yana yapılan çağrıların hepsine direnebiliyor, kendilerini kaybetmiyorlarsa, koruyuculuktan yöneticiliğe ya da filozofluğa yükselmiş olurlar.
Burada sadece bir özeti verilen eğitimin bu kadar ayrıntılı ve zorlu olmasının temel nedeni devlet yönetiminin ciddi bir iş olarak görülmesidir.
Nasıl ki vücuttaki akıl noksanlığı bedenin yanlışlar yapmasına neden olursa, devlette nitelikli yönetici yoksunluğu devletin çöküşüne ve o toplumda yaşayan insanların mutsuz olmasına neden olur.
Dikkat edilirse buradaki seçimde erkek çocuk-kız çocuk ayrımı yapılmamıştır. Kız çocukları da erkek çocukları gibi hem koruyucu, hem de yönetici olabilir: Tek koşul bu çocukların yönetici ve koruyucu sınıftan gelmeleridir.
Platon’a göre erkek ve kadın ayrı yaradılışta olmakla birlikte, bu farklılık sadece kadının doğurması ve erkeğin tohum salmasından başka bir şey değildir; bunlar arasında şu veya bu sanata ya da işe yatkınlık bakımından bir fark yoktur.
Platon bu konuda dazlak kafalılar-saçlılar benzetmesini kullanmaktadır.
Dazlak kafalı ve saçlı erkekler arasında da yaradılış bakımından fark vardır ama bu fark aynı işi yapmalarına engel değildir.
Nasıl ki dazlak bir erkek saçlı bir erkeğin yaptığı işin aynısını yapabiliyorsa, kadın da erkeğin yaptığı işin aynısını yapabilir.
Devlet yönetiminde de erkeğin, “erkek olduğu için”; kadının da “kadın olduğu için” yapacağı hiçbir iş yoktur: Devlet yönetiminde kadın erkeğin gördüğü bütün işleri görebilir.
Gerçi koruyuculuk yapabilecek kadınlar olduğu gibi yapamayacak kadınlar da vardır ama aynı şey erkek için de geçerlidir.
Dolayısıyla tıpkı erkeklerde olduğu gibi kadınlarda da bir seçim yapılmalı ve kadınlar da aynı sınavlardan geçerek koruyucu ve filozof olabilmelidir.
Erkek bir koruyucunun erkek bir kunduracıdan daha iyi olması gibi kadın bir koruyucu da erkek bir kunduracıdan iyidir: iyi olan koruyucudur.
Erkek kadından değil, koruyucu kunduracıdan iyidir ve hem erkek hem de kadın koruyucu olabilir.
Platon şöyle demektedir:
Demek ki bekçilerimizin kadın olanları çırılçıplak soyunacak, değerleri elbiseleri yerine geçecek, onlar da savaş ve barışta devletin bütün bekçilik işlerini erkeklerle paylaşacaklar, başka iş de görmeyecekler…Barışta olsun savaşta olsun kadınlar da devleti koruyacaklar, dişi köpekler gibi onlar da erkekleriyle birlikte ava gidecekler ve her şeyi elden geldiği kadar eksiksiz, artıksız bölüşecekler…
İdeal devlette koruyucuların kadınları bütün koruyucular arasında ortaktır, hiçbiri hiçbir erkekle ayrı oturmaz; çocuklar da ortaktır.
Platon’da kadınların ortak olması, monogamik aile düzeninin kalıplaştırdığı kafalarda çağrıştırılan kadınların erkekler tarafından arzu aracı olarak kullanılmaları anlamına gelmez.
Kadınlar erkekler için ortak ise erkekler de kadınlar için ortaktır.
Önemli olan aile kurumunun oluşumunun engellenmesi ve koruyucular sınıfının bütünlüğünün korunmasıdır.
Kadının erkeğin boyunduruğuna girmesi, koruyucular sınıfının yerine getirmesi gereken işlevi aksatır; önemli olan koruma ve yönetme işlevinin yerine getirilmesidir; bunun kadın ya da erkek tarafından yerine getirilmesi önemli değildir.
Dolayısıyla kadın erkek ilişkilerinin bu hedefe uygun olarak düzenlenmesi gerekir ki bu da kadın erkek eşitliğini zorunlu kılar. Çünkü yönetim ve koruma işlevlerinin iyi yerine getirilmesi, cinsiyet ya da başka türlü farklılıkların önemsenmemesini gerektirir.
Burada Platon yönetim işini sadece küçük bir azınlığa vermek yönünden eleştirilebilir.
Gerçekten de kadın erkek eşitliği sadece bu azınlık içinde geçerlidir.
Toplumun büyük çoğunluğu üreticilerdir ve burada akıl egemen olmadığından kadın erkek eşitliği de yoktur.
Dolayısıyla aklın kullanımı ile kadın erkek eşitliği arasında bir koşutluk vardır; akıl dışlanmışsa kadın erkek eşitliği tartışmasına yer yoktur.
Burada dikkat edilmesi gereken şey Platon’un soy bağına dayanan bir aristokrasinin çıkarlarını ve ayrıcalıklarını savunma gibi bir amaca sahip olmamasıdır.
Tam tersine Platon bu küçük azınlığı topluma hizmetle görevlendirir ve bu hizmeti karşılıksız yapmaları için onları bencil olmalarına neden olabilecek tutkulardan arındırır.
Antik dönemden beri “erdem” kavramının en temel bileşeni kişisel çıkar karşısında toplumsal çıkarın ağır basması olmuştur.
Platon koruyucuların toplumun hizmetinde olması için onları “insani tutkulardan” arındırır. Örneğin koruyucular sınıfından birinin mülk edinmesi yasaktır.
Kimi yorumcular bu duruma bakarak Platon’u komünizm savunucusu olarak değerlendirir.
Oysa bu kesinlikle yanlıştır; savunduğu eşitsizliğe dayalı hiyerarşik bir toplumsal örgütlenmede üreticiler sınıfının mülk edinmesi mümkündür.
Komünal yaşam sadece koruyucular sınıfı için geçerlidir; çünkü mülkiyet sahibi olabilen bir koruyucular sınıfının, ellerindeki iktidarı mülkiyetini genişletmek için kullanması kuvvetle muhtemeldir.
Bu yüzden üretim işiyle uğraşmayan koruyucular sınıfının geçimini sağlama sorunu bulunmamakla birlikte mülk edinerek zenginleşme olanağı da yoktur.
Aynı şekilde koruyucular sınıfı “aile” kavramına da yabancıdır.
Aile kavramının koruyucular sınıfı yönünden dışlanmasının nedeni ebeveynlerin çocuklarına yönelik şefkat duyguları gereği ailelerinin ve aile fertlerinin çıkarlarını toplumun çıkarlarının önüne koyma seçeneklerinin tümüyle ortadan kaldırılmasıdır.
Bir başka anlatımla aileye sahip bir koruyucu ailesinin çıkarlarını toplumun çıkarlarının önüne koyabilir ve bu nedenle aile kurması yasaklanmıştır.
Bir koruyucu için toplumun tüm üyeleri organizmanın parçasıdır ve işbölümünde kendilerine düşen işi yerine getirmek zorundadır.
Ailesi olmayan ve ebeveyni olduğu çocuğu tanımayan erkek ve kadın için bütün çocuklar eşit değerdedir ve herhangi birinin herhangi bir nedenle kayırılması mümkün değildir.
Kadın ve erkek arasında “aşk” gibi bir tutkunun yaşanmasına izin verilmemesinin nedeni de benzerdir.
Özetle koruyucular sınıfı ilk bakışta seçkin bir sınıf gibi görünmesine rağmen, aslında toplumun diğer üyeleri ile karşılaştırıldığında, aile, mülkiyet, aşk, eğlence gibi olanaklar yönünden hakları tümüyle sınırlandırılmış bir sınıftır; koruyucular ve yöneticiler sınıfında fedakarlık esastır.
Yöneticiler ve koruyucular sınıfının temel görevi organizmanın uyumlu bir birlik olarak varlığını sürdürmesini sağlamaktır; tümüyle eşit kadın ve erkeklerden oluşan bu sınıfın üyeleri yaşam boyunca eğitimden geçirilir ve zorlu sınavları aşmak zorundadır.
Toplumun maddi gereksinimlerini karşılamakla görevli ve koruyucular sınıfının karşı kutbunda yer alan üreticilerin eğitim görmelerine gerek yoktur, çünkü eğitimle düzelmeyecek kadar kötü bir doğaya sahiptirler. Bunlar yurttaştırlar ancak hiçbir siyasal hakları yoktur. Bu halk kitlesinin tek işlevi hizmet görmek, tek erdemi itaat etmektir.
Bu yüzden üreticiler sınıfı içindeki kadınların erkeklerle eşit olmamaları Platon için bir sorun değildir. Bu sınıf içindeki kadınlar üretimin devam etmesini sağlamak amacıyla çocuk doğurmak ve bu çocukların bakımını sürdürmek zorundadırlar.
Bu durumda Platon’un koruyucular ve yöneticiler sınıfları için tam anlamıyla kadın erkek eşitliğini ve üreticiler sınıfı için kadın erkek eşitsizliğini savunduğu söylenebilir.
Bu yönüyle Platon’da hem kadın erkek eşitliğini hem de kadın erkek eşitsizliğini savunması bir çelişkiyi ifade etmez.
Platon’un aydınlanma kavramının tanımıyla tutarlı olan bu yaklaşımı aslında günümüzde de geçerlidir.
Aydınlanma, “kişinin, aklını, başkasının kılavuzluğu olmaksızın kullanması ve toplumsal normlar ile değerleri akıl süzgecinden geçirip akılla eleştirip aydınlatması” olarak tanımlanmaktadır.
Akıl yerine bir tarikat, cemaat ya da benzeri bir yapının liderinin kılavuzluğunun tercih edildiği bir örgütlenmede ne kadın erkek eşitliğinden ne de bu yapının üyelerinin eşitliğinden söz edilebilir.
Tarikat, cemaat ve benzeri nitelikteki yapılar Platon’un mağarasıdır ve mürit ya da üyeler mağaranın duvarının ardında boyunlarından ve ayaklarından zincire vurulmuş durumdadır.
Henüz 5-6 yaşlarında evlendirilen ya da peçe-çarşafın içine sokulan kız çocukları Platon’un mağarasında zincire vurulan mahkumları andırır.
Aklın dışlanmasını zorunlu kılan bu tür örgütlenmelerde kadın erkek eşitliği sağlanamaz ve zorla sağlansa bile sonuç doğurmaz.
Siyasal İslamcı iktidarların, dünyanın her yerinde ilk iş olarak kadını çarşaf ve peçenin içine sokmaya çalışmaları tesadüf değildir.
Yanlış değerlendirmeleri önlemek adına şunu eklemem gerekir: Kendi kişisel inançlarının ve ibadetlerinin gereği olarak başörtüsü takan kadınlar bu grubun içinde değildir.
Kendi inançlarını kendi akıllarına göre yorumlayıp yaşayan kadınların kadın erkek eşitliği yönünden sorun oluşturmadıklarını kabul etmek gerekir.
Kadın erkek eşitliği açısından sorun kadının ya da erkeğin din ve vicdanı değil, aklın dine feda edilmiş ve dogmatik bir yaşama teslim olunmasıdır.
Kadın erkek eşitliğinin önkoşulu, Platon’un 2400 yıl önce uyardığı gibi aklın kullanımı ve bunu sağlamak için aklın kullanımını engelleyen yapıların tasfiyesidir.

Yorum Yazın