Yalom kitabın argüman dengesini öyle ustalıkla kurgulamış ki metnin herhangi bir yerinde okuyucu durup da kitabın sonunu tahmin edemez. Çoğu tartışmada hem Nietzsche hem de Breuer öyle kuvvetle kendi argümanlarını savunuyor ki ilkinin ümitsizlik içindeki "özgürlüğünün peşinden git, kendin ol, önce kendini kurtar" feryadının mı, yoksa ikincisinin "önce zorunlu olanı istemek, sonra da istenileni sevmek" formülünün mü tartışmayı kazanacağını tahmin etmek çok zor. Fikir kitaplarına, akademik metinlere veya kültürel eserlere alışmış okuyucular için edebi eserler, okunması zor ve çekinilen, bazen hakir görülen, bazen vakit kaybı olarak bakılan kitaplar olur çoğunlukla. Bilhassa şiir ve romanlar, akademisyenlerin de bu tür kültürel kitap okumaya alışkın okuyucuların da uzak durmaya çalıştığı türlerin başında gelir. Hâlbuki örneğin sosyoloji, felsefe, siyaset bilimi, tarih veya uluslararası ilişkiler çalışanlar için bilhassa romanlar, çok zengin bir malzeme ve dönem anlatısı sunar [elbette bu tür metinleri karşılaştırmalı okuyup, doğru bir şekilde "süzmek" koşuluyla]. Dolayısıyla edebi eserleri her sahadan okuyucunun dikkatli takip etmesinin dil kullanımı ve edebi zevkin incelip daha rafine hale gelmesine yapacağı katkının yanında, düşünce dünyasını da zenginleştireceği kanaatindeyim ve bu hususu vurgulamakta büyük fayda görüyorum. Her iki alanı da –akademik metinleri ve edebi eserleri- yakından takip etmeye çalışan bir okur olarak, bilhassa romanlara özel bir ilgim var. Bunun farklı toplumları tanıma ve zaman zaman çalıştığım akademik alandaki bakış açıma derinlemesine katkı yaptığını da belirtmeliyim. Örneğin Hitler Almanya’sını incelerken Hans Fallada romanlarının; Rus toplumunu tanıma çabasında Tolstoy ve Dostoyevski başta olmak üzere Gogol, Çehov, Turgenyev, Gonçarov, Puşkin gibi yazarların; XX. yüzyıl İran toplumunu çalışırken Sâdık Çûbek, Sîmîn Dânişver, Mahmud Devletâbâdî, Sâdık Hidâyet, Gulam-Hüseyin Sâidî gibi edebiyatçıların eserlerinin hem toplumu yansıtma hem de kültürü daha yakından tanıma adına büyük faydasını gördüm.Ancak romanlar arasında bir tür var ki ondan genellikle uzak durur gerçek roman okuyucusu bile: Psikolojik romanlar, bir başka deyişle derinlemesine ruhsal durum tasvirleri. Bilerek uzak dururuz bundan biraz da, zira psikiyatriste veya psikoterapiye gitmek istememekle benzer bir noktadan başlar bu tür metinleri okumaya yanaşmama tavrımız. Korkarız, tedirgin oluruz, ruhumuzun derinliklerindeki saklı kalmış mağaralara girmekten çekiniriz, başkalarının görmesine tahammül edemediğimiz zaaflarımızı kendi gündemimize dahi almamaya çalışırız. Romanlarda da toplumsal ve tarihi romana veya ütopyalara, bilim-kurguya, polisiye/gerilim metinlerine sığınırız, velhasıl kendimizi değil de kendimiz dışındaki dünyayı merak ederiz bu şekilde davranarak. Bir şeylerden kaçma hali bu aslında, kendinle yüzleşmekten, kendini tanımaktan, tanımaya çalışmaktan, sertçe eleştirmekten, hasıraltı edilen şeyleri görmekten… Çünkü bu tür yüzleşmeler soğuktur, risklidir, ruhumuza meydan okumalar barındırır, sert ve acımasızdır, zira bu yüzleşmeler bir süre sonra ruhu kemire kemire bazı şeyleri düzeltmeye zorlayacaktır insanı. O sorgulamaları yaptıktan sonra düşüncelerimizde, inançlarımızda, dünyayı ve toplumu algılayışımızda, kendi bireysel hayatımızda bazı taşlar yerinden oynayacaktır, oynamak zorundadır, değişmek ve dönüşmek zorundadır.O sorgulamalar basit ve sıradan bir zihin jimnastiği değil, bilakis hayatın belirli bir döneminde/dönemlerinde "rotayı yeniden oluşturmak" için ortaya çıkan bir nevi pusula rolündedir. Dolayısıyla popüler deyimle ve basite indirgenmiş slogan haliyle, salt bir "kendini tanı, içine doğru yolculuk yap" ucuzluğunun çok ötesinde bir meydan okuma bu aslında.Ancak buna girişmek de bir o kadar zor, zahmetli ve maliyetli.
Psikanalizin doğum sancılarının görüldüğü XIX. yüzyılın bu netameli döneminde, Yalom’un psikiyatri/psikanaliz ihtisası, Nietzsche-Freud-Breuer üçgeninde bu sahanın ortaya çıkış dönemini yakından görebilmek açısından da ustaca işlenmiş bir tarihsel-kurgu ortaya çıkarmış.
NIETZSCHE AĞLADIĞINDA NE OLUR?
Bu satırları, geçtiğimiz günlerde okuduğum Nietzsche Ağladığında kitabının üzerimde yarattığı iklimde yazıyorum. Nietzsche’nin fikirlerinden ve kişisel hayatındaki istikrarsız duygu durumundan hareketle kaleme alınan bu roman, ünlü psikoterapist Amerikalı Prof. Irvin Yalom’un (d. 1931) kült eseri. Ailesi Belarus Yahudi cemaatine mensup olup, I. Dünya Savaşı sonrası ABD’ye yerleşen Yalom da tıpkı Amerikan sosyolojisinin gelişimine önemli katkılar sunan Pitirim Sorokin ve ABD’deki sanat, bilim ve edebiyat dünyasının önde gelen isimlerinden Vasili Leontief, Ayn Rand, Isaac Asimov, Chuck Palahniuk, Sergey Rahmaninof gibi eski Rus Çarlığı kökenli. Yalom’un dini kökeni, kitapta Sigmund Freud ve Josef Breuerile ailesinin Yahudi kökenlerini vurgularken pek çok detayı ustalıkla işlemesini de kuşkusuz kolaylaştırıyor.1882’de Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun başkenti Viyana’daki Yahudi cemaati içerisinde geçen bu yarı-kurgusal öykü, Yahudilere karşı bu dönemdeki toplumsal baskı ortamını gözlemleme noktasında da genel bir çerçeve sunuyor. Psikanalizin doğum sancılarının görüldüğü XIX. yüzyılın bu netameli döneminde, Yalom’un psikiyatri/psikanaliz ihtisası, Nietzsche-Freud-Breuer üçgeninde bu sahanın ortaya çıkış dönemini yakından görebilmek açısından da ustaca işlenmiş bir tarihsel-kurgu ortaya çıkarmış.Çevirisi ve editoryal kontrolü iyi olmakla birlikte, okuması zor bir kitap bu. Üç nedenle zor. Öncelikle psikolojik roman okumanın verdiği zorluk ki bilhassa toplumsal ve tarihi roman okurlarının alışık olmayabileceği bir tarzı var kitabın. İkinci olarak bazı yerlerde derinlemesine bir felsefi analiz var ki felsefeyle aşina olmayan okurların metni ve argümanları takibini zorlayıp kitaptan uzaklaştırabilecek bir unsur bu. Ancak asıl zorluk, kitabın son beşte birlik bölümündeki sert ve agresif tarzdaki sorgulamaların insan ruhuna getirdiği ağır yük. Yukarıda da değindiğim gibi, kişiyi kendi nefis muhasebesi veya kişisel sorgulamasıyla baş başa bırakan zorlayıcı bir bölüm burası. Belki biraz da bu yüzden bu kitaba başlayıp da yarıda bırakanların sayısı da az değil.Sonunda Nietzsche’nin gözyaşları içinde kendi serüvenini itiraf ederek ondan kurtulmak ve Lou Salome’ye kendi zihninde atfettiği değeri yine kendi elleriyle parçalamak zorunda bırakılması, aslında bir argümanın diğerini yenmesinden ziyade, "sınırsız özgürlük ve düzeni bırakıp kaçma" fikrinin ehlileştirilmesi ve daha sürdürülebilir bir formata sokulması gibi de okunabilir. Yani özetle amor fati, yani yazgını sev, ondan kaçma, onunla barış ve onu severek, ona alışarak onunla yaşa.
Yorum Yazın