Narin olayının suskunluk duvarını kırdığını, yeni cemaatçilerin Narin’in çığlığının dışarda duyulmasını telaşla ve umutsuzca önlemek istediklerini, dışardakilerin ise bu çığlığı her şeye rağmen duyarak, toplumu umutla konuşmaya davet ettiklerini gözlemliyoruz.
Her can yakıcı olayda olduğu gibi, Narin’in başına gelenleri de sessizce izleyip anlamaya çalışırken, sevgili hocam Serim Timur’un uyarısıyla geleneksel ataerkil ailenin, bireyin oluşumunu engelleyen, ceberut yapısını tekrar hatırladım ve üstünde düşündüm. Bilmeyenler için kısaca anlatayım, Serim Timur, 1968 yılında Türkiye’deki aile yapısıyla ilgili ilk önemli araştırmayı yapan, sosyolog ve demograflara yol gösteren bir sosyal bilimcidir. Timur’un bu araştırması, Türkiye’deki aile yapısını, aile kurumunun tarihsel köklerini ve evrensel niteliklerini dikkate alarak analiz etmekteydi. Bu analiz bize, halen içinde yaşamaya devam ettiğimiz köylülüğün çözülme sürecinin toplumun en köklü kurumlardan biri olan aile yapısına yaptığı çok yönlü etkileri anlamamıza yardımcı olabilecek çok zengin ipuçları vermişti.
Timur’un araştırması, geleneksel ataerkil geniş ailede yaşayan nüfusun oranının, o tarihte yüzde 19, buna karşılık, çekirdek ailede yaşayan nüfusun ise yüzde 60 olduğunu saptamıştı. Aynı araştırmaya göre köylerdeki geniş aile oranı yüzde 25’ti. Yakın dönemde, 2011’de, Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı tarafından yapılan bir araştırma da çekirdek aile oranının yüzde 70’e yükseldiğini, geniş ailenin yüzde 12’ye düştüğünü, nüfusun yüzde 18’nin ise “dağılmış” diye tanımlanan ailelerde yaşadığını saptamıştır.
1968 araştırmasının yapıldığı dönemde sosyal bilimciler aile yapısındaki değişme, köylülükten çıkış, kentleşme ve gecekondulaşma gibi konuları toplumsal değişme kuramlarının ışığında yoğun olarak tartışıyorlardı. Timur’un araştırmasında saptanan çekirdek ailenin yaygınlaşmış olması olgusu da “modern” toplumlara atfedilen özerk bireylerin oluşmasının bir işareti olup olmadığı açısından tartışılıyordu.
1990’lı yıllara gelindiğinde, sosyal bilimcilerin ilgisini kentlerde çekirdek ailenin artmasına karşın muhafazakar ve cemaatçi toplum ilişkilerinin ve değerlerin hüküm sürmeye devam etmesi çekmeye başladı. Bu dönemde aile araştırmaları bir kenara bırakıldı, dinsel ve etnik gruplaşmalar gibi konular gündeme girdi. Bunda ilgi çekici olan akademik dünyanın ilgisinin aile kurumundan uzaklaşmasına karşılık, iktidardaki yöneticilerin ve kurumların gündemine aile konusunun oturmasıydı. Sanki, muhafazakar iktidara bağlı kurumların temsilcileri, artan boşanmaları, evlenme yaşının gecikmesini, artan kadın cinayetlerini ve çocuk istismarlarını, aile kurumunda ve geleneksel değerlerde çözülme olarak yorumlayarak, bunu nasıl önleyeceklerini tartışıyorlar. Son dönemlerde, medya ve sosyal medya, özellikle kadına karşı şiddetteki artışı sıkça gündeme getiriyor. Çocuğa şiddet konusuna ise aynı ölçekte ilgi gösterildiğini düşünmüyorum. Burada, TÜİK’in verilerine göre, 2008-16 yılları arasında 105 bin çocuğun kaybolmuş olduğunu hatırlatmak isterim. Ancak, nedense, TÜİK çocuk kayıplarıyla ilgili verileri artık yayınlamadığından, son yıllardaki kayıp sayısını maalesef bilemiyoruz.
Narin cinayeti, geleneksel ataerkil değerlerin sürdüğünün var sayıldığı bir coğrafyada gerçekleşti. Narin’in göreli olarak kapalı, dindar, aynı etnik kökene sahip, geçmişi eskiye dayanan bir cemaatin güç sahibi ailesinin sağlıklı bir kız çocuğu olması, ya da genel deyişle “sahipli” bir çocuk olması, olayın önemli bir yönüydü. Aynı şekilde, bugüne kadar, Rabia Naz olayında olduğu gibi benzeri cinayetlerin, “kaza”, “intihar” gibi sebeplere bağlanarak üstünün örtüldüğü bir ortamda Narin cinayetinin polisiye ve hukuki yönünün neden açıklığa kavuşamadığı bir başka ilgi çekici bir durum oldu.
Bu yazıda bu olay sonrasında devam eden tartışmaların anlamını akademi dünyasının “aile yapısı” konusundaki bulgularına değinerek kısaca açıklamaya çalışacağım. Bu vesile ile, Serim Timur’un hatırlattığı geleneksel ataerkil cemaat düzenini, bugün demode kabul edilen klasik “sosyal değişme ve değerler” tartışmasını ve hatta Tayfun Atay’ın “Özgürüz” haber kanalında değindiği gibi Tönnies’in “cemaat” kavramını tekrar gündeme getirmek umarım işe yarar.
Burada önce Narin’in içine doğduğu varsayılan kırsal geleneksel ataerkil ailenin içinde yaşadığı cemaat yaşamının ne anlama geldiğine değineceğim. Tarıma dayalı toplumlardaki cemaat yaşamı, aynı hanede yaşayanların kan bağıyla birbirine bağlı olduğu, ergin erkeklerin güç sahibi olduğu, hem hane içinde hem de haneler arasındaki ilişkinin hiyerarşik ve otoriter olduğu bir yaşamdı. Burada kullandığım cemaat kavramı, günümüzde yaygın olarak, yeni dinsel ve etnik gruplaşmalar için kullanılan kavramdan çok farklıdır. Burada sözünü ettiğim cemaat kavramı, sosyal bilimlerde, geleneksel hukukun ve değerlerin egemenliğinde yaşanan, bireyin özerk olmadığı, yaşamın tüm alanını kapsayan, otoriter olduğu kadar himayeci de olan, kan bağına bağlı topluluklar anlamını ifade etmektedir.
Geleneksel toplumlardaki cemaatlerin sayısal büyüklüğü, gücü ve ritüelleri, içine doğdukları coğrafyaya, etnik ve dinsel aidiyetlerine göre çeşitlilik gösterebilir. Ancak, cemaat içi ve cemaatler arası ilişkilerdeki otoriterlik ve hiyerarşi hepsinde benzerdir. Cemaat içinde olan bitenlerin, sorunların, sırların cemaat dışına sızmaması, cemaatin liderine itaat ve biat üyeler için hayati öneme sahiptir. Tüm bu nitelikleriyle cemaat düzeni geleneksel toplumların ya da tarım toplumlarının temel yapısal özelliklerinden biriydi.
Son dönemlerde gözlemlenen ve hem etnik hem de dinsel aidiyetleri canlandıran, bu ilişkilerin önemli kısmı fiktif ya da kurmaca akrabalık ilişkileridir. Bu tür hiyerarşik, erkek egemen ve otoriter ilişkileri sosyal bilimciler “akrabamsı ilişkiler” olarak tanımlanmaktadır.
“AKRABAMSI İLİŞKİLER”
Bugün kentlerde gözlemlenen yeni tür cemaat benzeri ilişkilerin ve değerlerin niteliği ise bu ilişkilerden çok farklıdır. Benim de ilgilendiğim gecekondu araştırmaları, birinci nesil hatta ikinci nesil göçmenlerin, çekirdek aile olarak yaşıyor olsalar bile, yaşamlarını, kan bağına bağlı, akrabalık ilişkilerinin dayanışmasıyla sürdürebildiklerini, bu ilişkilerin siyasal yaşamda da çok etkili olduğunu göstermiştir. Son dönemlerde gözlemlenen ve hem etnik hem de dinsel aidiyetleri canlandıran, bu ilişkilerin önemli kısmı fiktif ya da kurmaca akrabalık ilişkileridir. Bu tür hiyerarşik, erkek egemen ve otoriter ilişkileri sosyal bilimciler “akrabamsı ilişkiler” olarak tanımlanmaktadır. Kentlerde iş piyasasında ve siyasette çok etkili olduğunu gözlemlediğimiz bu yeni tür akrabamsı ilişkiler arasında en yaygın olanı ve bilineni “hemşerilik” ilişkileridir. Kendilerini “akraba” olarak kabul eden, aynı etnik kökene ya da inanç grubuna mensup olanların oluşturduğu bu yeni tür “akrabamsı” ilişkilerin de ataerkil, otoriter ve hiyerarşik olduğunu biliyoruz. Nitekim, eski kentliler tarafından, bu durum, bir süre, erkek egemen geleneksel kuralların akrabalık ağları aracılığıyla kentlerde yeniden üretilmesi olarak yorumlanmış ve kentliliğe yakıştırılamadığı için küçümsenmişti.
Bu yeni ilişkiler, yaşamın kısıtlı alanlarını ve aynı etnik ya da dinsel kökene sahip “bazı” (güçlü) hanelerdeki “bazı” (güçlü) yetişkin erkekleri kapsadığından geleneksel aileden çok farklıdır. Bu yeni cemaatlerin öncüleri ya da kurucuları, kan bağıyla bağlı tüm kadın, erkek, çocuk, yaşlı üyeleri kapsayan, otoriter ama aynı zamanda himaye edici, tüm ihtiyaçları karşılayan izole bir yaşamı kentte kuramamışlardır. Kentlerde kurulan yeni tür cemaat ilişkilerinin dışında kalan kadın ve gençlerin, kentlerdeki zorlu yaşamla baş etmelerinin çok da kolay olmadığını tahmin etmek güç değil. Bu yeni ilişki ağlarının kentlerdeki işleyişinin kentsel yaşamın kendine özgü gereksinmelerini karşılayamayışı yeni tür ataerkil ağların uzun süre yaşamasının önündeki en önemli engel olduğunu söyleyebiliriz. Kadına, çocuğa şiddetin artışı kadar, kentlerde yaşayan gençler arasında artan mafya benzeri ağlar bu yeni ilişkilerin sürdürülemez olduğunun başka göstergeleridir. Son dönemlerde, muhafazakar cemaatçi iktidarın geleneksel aile ve değerlerin çözülmesinden, kamuoyunun ise yeni beliren mafya tipi örgütlenmelerden şikayetçi olmalarının bir nedeni de bu olmalıdır.
Bugün içinde yaşadığımız yeni cemaat düzeninin, geleneksel cemaat düzeninden önemli bir farkı da Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana oluşturulan formel hukuk düzeninin, en azından bazı kurallarının, iyi/kötü toplumda benimsenmiş olmasıdır.
YENİ CEMAAT DÜZENİNİN FARKI
Bugün içinde yaşadığımız “yeni nesil cemaat” düzeninin geleneksel cemaat ilişkilerinden bir başka önemli farkı, cemaatler arası ilişkilerin sürdürülmesi sırasında karşımıza çıkmaktadır. Geleneksel toplumlarda, cemaatler arası ilişkileri, kuralların ve uygulamaların değişebildiği, esnek, geleneksel hukuk düzeni sağlıyordu. Geleneksel hukuk düzeni, bugün uygulanmaya çalışılan, toplumdaki bireyleri eşit varsayan formel hukuktan çok farklıydı. Cemaatler arasında uygulanan hukuk, erk sahibi olan cemaate güç veren, çoklu, hiyerarşik, otoriter ve söz konusu cemaatin dost ya da düşman olarak tanımlanmasına göre esnek uygulanan bir hukuk düzeniydi. Bugün içinde yaşadığımız yeni cemaat düzeninin, geleneksel cemaat düzeninden önemli bir farkı da Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana oluşturulan formel hukuk düzeninin, en azından bazı kurallarının, iyi/kötü toplumda benimsenmiş olmasıdır. Bugünün “yeni muhafazakar cemaatçi” egemenleri formel hukuku seçici olarak uygulayıp, örneğin ceza hukukunu “düşman” kabul edilenlere uygulayıp, “dost” kabul edilenlere uygulamayarak muhtemelen geleneksel esnek hukuka dönüş yaptıklarına inanıyorlardır. Narin olayının sonuçlanmamasının bir nedeni de, kamuoyuna yansıyan bu cinayetin nasıl çözüleceği konusunda formel hukuk kurallarıyla cemaatin esnek kuralları arasında bir mutabakatın sağlanamamış olması olabilir.
Geleneksel ailelerin temel özelliklerinden biri de suskunluk kuralına itaatin önemidir. Suskunluk, otoriter toplumlarda yaşayan sıradan insanlar için hayatta kalmanın ve himayeden yararlanmanın neredeyse tek yoludur. Suskunluk kuralına uymamak ve bu kuralı bozmak cemaat düzeninin önemli bir suçu olarak kabul edildiğinden, öldürülmekten dışlanmaya kadar değişen uygulamalar söz konusu olabilir. Bugünün yeni cemaat düzeninde yaygın olarak uygulanan cezanın “dışlanma” ya da yeni cemaat düzenin himayesinden mahrum kalmak olduğunu yaşayarak öğrendik. Yeni cemaat düzeninin üyeler ve ihtiyaçlar açısından kapsayıcı olmayışı otoriterliğinin gücünü azaltmış ve suskunluğa itaatsizliği de arttırmıştır. Medyanın ve iletişimin bu kadar güçlü olması da suskunluk kuralının sürdürülememesinin bir başka önemli nedenidir.
Narin’in öldürülmesi sonrasında kamuoyundaki yorumların ve tepkilerin önemli bir kesimi, köyün ve köylülerin “suskunluk” kuralına uyması ve onların bu suskunluğuna muhafazakar cemaatçi yönetimin gösterdiği toleransa dönük oldu. Bu yorumları ve tepkileri izlediğimde cemaat düzenine içerden bakanlarla dışardan bakanlar arasındaki algı farkını görebiliyorum. Burada, kısaca bu algı ve tepki farklarını yorumlamaya çalışacağım.
Narin olayına içerden bakanların iktidardaki temsilcileri, suskunluğa tolerans gösterirken ya da İçişleri Bakanı’nın yaptığı gibi, kendisine soru soranlara “SUS!” derken aslında içerdekilere geleneksel değerleri, suskunluğu, sabrı, itaati ve biatı hatırlatıyor.
İKTİDARDAKİ TEMSİLCİLERİ İÇERDEKİLERE BİATI HATIRLATIYOR
Olaya içerden bakanların bir kesiminin, iktidardaki muhafazakar cemaatçi yönetimin temsilcileri ile cemaat ve ataerkil otoriter aile deneyimini yaşamış olanlar ve yeni cemaatçi yaşamı sürdürmek isteyenler olduğunu düşünüyorum. Narin olayına içerden bakanların iktidardaki temsilcileri, suskunluğa tolerans gösterirken ya da İçişleri Bakanı’nın yaptığı gibi, kendisine soru soranlara “SUS!” derken aslında içerdekilere geleneksel değerleri, suskunluğu, sabrı, itaati ve biatı hatırlatıyor.
Burada değineceğim ikinci grup ise, yeni cemaatçi ilişkilerden şikayetçi olmadığı hatta bundan yararlandığı halde, bu olaya sadece iktidarın ya da söz konusu cemaatin güçsüzleşmesi için tepki gösterenlerdir. Bilindiği üzere, cemaatler arası geleneksel otoriter ilişkilerde, cemaat içindeki sorunlar için geçerli olan “suskunluk” kuralı, cemaatin dışındaki “düşman” olarak kabul edilen cemaatlere uygulanmayabilir. Bugünkü siyasal yaşamamızı bu gözle değerlendirdiğimizde bu tür yeni cemaat ilişkilerinin iktidar/muhalefet partilerinin iç işleyişinde ve dolayısıyla aralarındaki gerilimde de çok canlı olduğunu fark edebiliriz. Belki de, bu nedenle karşılıklı olarak “düşman hukuku” ithamları yaygın olarak gündeme gelmektedir.
Üçüncü grup ise olaya tamamen dışardan bakarak suskunluğa itiraz edenlerdir. Bu grup, ataerkilliğin uyguladığı yaşa ve cinsiyete göre ayrımcılığa bireysel olarak muhalefet etmeye cesaret eden ve formel hukukun hakça uygulanmasını talep edenlerden oluşmaktadır. Bu grup, aslında geleneksel toplumun, dolayısıyla cemaatçi yapının çözülerek bireyin göreli olarak özgürleştiğinin ve formel hukuk kurallarının uygulanmasına elverişli bir yapının yerleşmeye başladığının bir işareti olarak kabul edilebilir. Bu yazının girişinde de değinildiği gibi, belki de sosyal bilimcilerin çekirdek ailenin artmasıyla bekledikleri, bireyin oluşumunun izlerini bu grubun tepkilerinde gözlemlemek mümkün.
Daha önce de belirttiğim gibi, toplumsal değişmenin yapısal özellikleriyle değerler arasındaki ilişkinin nasıl bir etkileşim içinde olduğu sosyal bilimcileri uzun süre meşgul etmiş bir konudur. Bu konuda yapılan araştırmalar, yapısal değişimin, toplumsal ilişkilere ve değerlere etkisinin uzun sürede, bazen birkaç nesil sonra, gerçekleşebildiğini göstermişti. Ancak, yüzyıllardır toplumlara hakim olan geleneksel değerlerin değişmesinin çok da kolay olmadığını ve geleneksel toplumsal değerlerin etkisinin hala sürdüğünü “ileri demokrasi” diye bilinen toplumlarda bile gözlemliyoruz. Cinsiyete karşı ayrımcılık, feminist hareketin desteğiyle “me too” kampanyası vesilesiyle yeni bir döneme girdi. Ancak yaşa göre ayrımcılık ise henüz yaşlılara gösterilen ayrımcılık olarak gündeme girmeye başladı. Çocuğa karşı ayrımcılığın henüz aynı ilgiyi görmediğini gözlemliyoruz. Saygın kurumlarda bile suskunlukla üstü örtülen “pedofili” konusunun yeni yeni konuşulmaya başlaması ilgi çekici bir durum. Maalesef, aile içindeki “bazı” sorunların gizlenmesi, halen kabul görmeye devam ediyor. Aile sırrının sınırları da insan hakları tartışmalarına paralel olarak çizilmeye devam ediyor. Belki de, önce kendimize şu soruyu sormamız gerekir. “Acaba, bizim aramızda onaylamadığı olaylar karşısında suskunluk deneyimi yaşamamış olanımız var mı?”.
Bugüne baktığımızda Narin olayının suskunluk duvarını kırdığını, yeni cemaatçilerin Narin’in çığlığının dışarda duyulmasını telaşla ve umutsuzca önlemek istediklerini, dışardakilerin ise bu çığlığı her şeye rağmen duyarak, toplumu umutla konuşmaya davet ettiklerini gözlemliyoruz.
Yorum Yazın