Film endüstrisindeki cinsiyet eşitsizliği belirgin bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Bu durumun yalnızca sektörel bir sorun olmadığı, toplumsal koşullarla yakından ilişkili olduğu anlaşılmaktadır. Var olan toplumsal koşullardan bağımsız bir endüstri düşünülemeyeceğinden, toplumsal koşullarda değişim gerçekleşmedikçe, film endüstrisindeki cinsiyet eşitsizliğinin de önüne geçilemeyecektir.
“Madun konuşabilir mi?” "Can the Subaltern Speak?" adlı makalesinde, Gayatri Chakravorty Spivak, eleştirel teori alanında oldukça etkili bir metin ortaya koymuştur. Spivak bu makalede, toplumsal, politik ya da ekonomik olarak sesi duyul(a)mayan, temsil edil(e)meyen gruplardan bahseder. Bu gruplar, temsil edilseler bile, kendi adlarına konuşma gücünden yoksun durumdadırlar. Spivak’ın temel sorusu, madunun (subaltern) kendi adına konuşup konuşamayacağıdır. Ancak burada konuşma ile söz edilen, yalnızca sözlü ya da yazılı iletişim değildir. Spivak, madunun sesinin, hegemonik yapılar tarafından nasıl susturulduğunu ve çarpıtıldığını anlatır (Spivak,1988). Ötekinin temsili konusuna değinen Spivak, bu grupların temsili görülse bile, bu temsil biçimlerinin, bu temsili gerçekleştirenlerin kendi bakış açısıyla şekillendirildiğini savunur. Bu nedenle, hegemonik söylem içerisinde madunun sesi ya yeniden şekillendirilir ya da tamamen bastırılır. Burada tek çözüm yolu madunun kendi adına konuşmasına imkan veren şartların sağlanması ve buna izin verilmesidir.
Kadınlar toplumsal cinsiyet normları ve yerleşmiş kültürel kodlara bağlı olarak kendilerini temsil konusunda dezavantajlı konumdadırlar. Özellikle kültür endüstrisinde bu ayrım belirgin biçimde karşımıza çıkar. Sinema alanına gelindiğinde de durum benzerdir. Sinema hikayelerin aktarılması ve belirli grupların temsili anlamında etkili bir araçtır. Dolayısı ile sesini duyurma konusunda dezavantajlı olan grupların sinema ve temsiller aracılığı ile kendilerini ifade etmeleri önemlidir. Sinemada temsil meselesi, sinema tarihinin başlangıcından beri, kimin nasıl temsil edildiği bağlamında önemli tartışma konularından biri olmuştur. İçinde yaşadığımız dünyayı büyük ölçüde temsiller aracılığıyla öğreniriz. Bu temsiller, ilk anlatılar olan masallardan başlayarak mitolojik hikayeler, dini öğretiler, gelenek ve görenekler, toplumsal normlar gibi birçok unsurla şekillenir ve ardından bizi ve dünyamızı şekillendirir. Özellikle "öteki" ile olan karşılaşmalarımızda, bu temsillerden öğrendiklerimiz büyük önem taşır. Temsiller, öteki ile olan ilişkimizi oluşturur ve yönlendirir. Bu nedenle, kadın karakterlerin toplumsal korkulara bağlı olarak, özellikle feminist hareketin yükseldiği dönemlerde, korkutucu biçimlerde temsil edilmesi ya da film anlatılarının sonunda cezalandırılması yaygın bir durumdur. Özellikle iktidar ve patriyarkaya başkaldıran kadın karakterler söz konusu olduğunda, bu cezalandırma daha sert ve şiddetli bir şekilde gerçekleşir.
Sinemada kadına bakış, özellikle Laura Mulvey’in "Visual Pleasure and Narrative Cinema" adlı yazısında tanımlandığı üzere, "erkek bakışı" (male gaze) olarak ifade edilir. Mulvey, kadınların sinemada genellikle erkeklerin gözünden, onların arzularına göre temsil edildiğini söyler. Ona göre, sinemadan aldığımız haz gözetlemeden kaynaklanan hazdır. İzleyici iktidarla özdeşleşmek yoluyla haz alır ve her zaman güçlü olan ile özdeşlik kurar. Bu güçlü karakter ise genellikle erkektir. Mulvey, kadın izleyicilerin dahi film izlerken erkek karakterle özdeşleştiğini ifade eder. Kadınların filmlerdeki temsili, Laura Mulvey’in de belirttiği gibi, genellikle iki uçta karşımıza çıkmaktadır: kadınlar ya fetişleştirilmiş, yani tehlikeli olmaktan çıkarılıp bir arzu nesnesine dönüştürülmüş şekilde sunulmakta ya da tehlikeli ve cezalandırılan canavarlar biçiminde temsil edilmektedirler. Bu iki uç temsil biçimi, yani fetişleştirilmiş ya da canavarlaştırılmış kadın figürleri, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin ve kültürel normların pekiştirilmesine hizmet etmektedir (Mulvey, 1975).
Belirgin ve önemli festivallerin jürilerinde cinsiyet dengesi sağlanmaya çalışılsa da, yarışma filmlerinde aynı denge gözetilmemektedir. Yine sektörel ve toplumsal eşitsizlikler nedeni ile üretilen filmlerin büyük çoğunluğunun erkek yönetmenler tarafından çekilmesi, yarışmalarda da daha az kadın yönetmenin yer almasına neden olmaktadır.
Günümüzde, toplumsal ve bireysel kimliğin inşa sürecinde kontrol toplumundan disiplin toplumuna geçildiği ve artık "rıza" almanın daha önem kazandığı bilinmektedir. Gönüllü olarak içerisine dahil olduğumuz sistemler düzenin işleyişine hizmet eder. Hegemonik düzenin rıza oluşturma yöntemlerinden biri olarak sinema, bu temsiller aracılığıyla toplumsal normları yeniden üretmekte ve meşrulaştırmaktadır.
Dolayısı ile kadın hikayelerinin, yine kadınlar tarafından anlatılması, izleyici ile film arasında daha derin bir bağ kurulmasına yol açabilir. Günümüzde kadınlar, kendi hikayelerini anlatma hakkına sahip olsalar dahi, kadın yönetmenler ve yazarlar, toplumsal cinsiyet eşitsizliği ve bunun sinema endüstrisine yansıması nedeniyle, sektörde erkeklerden daha az yer bulurlar. Bu durum yine bir eşitsizlik oluşturmakta ve kadınların kendi hikayelerini anlatma fırsatlarını kısıtlamaktadır.
Film sektöründeki eşitsizlik, kadın ve erkek endüstri profesyonelleri arasında belirgin şekilde görülmektedir. Çalışma hayatındaki cinsiyet eşitsizliği konusunda hazırladığı raporlarda "The Celluloid Ceiling", 2024 yılında en fazla gişe yapan 250 filmde çalışan kadın yönetmen, yazar, yapımcı, yürütücü yapımcı, editör ve görüntü yönetmenlerinin oranını erkek çalışanlar ile kıyaslamış ve bu oranın yalnızca %21’inin kadın profesyoneller olduğunu belirtmiştir. Bu oranlar yıllar içerisinde kısmi bir artış göstermiş olsa da, bu artış belirgin bir seviyeye ulaşmamıştır. 2024 yılında, bu bahsedilen görevlerin, 10 veya daha fazlasında kadınların yer aldığı filmlerin oranı yalnızca %2 olarak kaydedilmiştir. Yönetmenlik özelinde bakıldığında ise, kadın yönetmenler bu filmlerin yalnızca %9’unu yönetmiştir.[1]
Belirgin ve önemli festivallerin jürilerinde cinsiyet dengesi sağlanmaya çalışılsa da, yarışma filmlerinde aynı denge gözetilmemektedir. Yine sektörel ve toplumsal eşitsizlikler nedeni ile üretilen filmlerin büyük çoğunluğunun erkek yönetmenler tarafından çekilmesi, yarışmalarda da daha az kadın yönetmenin yer almasına neden olmaktadır. Örneğin, 2024 yılında Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye için yarışan 22 yönetmenden yalnızca 4’ü kadındır. 2024 yılı verilerine bakıldığında, prestijli film festivallerinde kadın yönetmenlerin oranı erkeklere kıyasla oldukça düşüktür [2]. 2024’te yönetmenlerin %13’ü, görüntü yönetmenlerinin %9’u ve film müzik bestecilerinin yalnızca %7’si kadındır. Bu konu hakkında film eleştirmeni Anna Smith,
bazı stüdyoların, kadın bir yönetmenle çalışmayı, erkek bir yönetmene kıyasla daha büyük bir risk olarak gördüğünü ve bu durum açıkça ifade edilmese bile, bunun film endüstrisindeki cinsiyet dengesizliğini tetikleyen önemli bir faktör olduğunu belirtir [3].
Türkiye de de benzer bir tablo görülmektedir. Türkiye'de 2024 yılında vizyona giren 110 filmden 12 tanesi kadındır. En çok izlenen 15 film arasında ise 4 kadın yönetmen yer almaktadır. 2023 yılında 130 filmden 11’inin yönetmeni kadındır. 2022 yılında ise 8 kadın yönetmen listede yer almaktadır. Dolayısıyla Türkiye'de de dünyaya benzer bir şekilde sinema endüstrisinin erkek egemen bir yapıya sahip olduğu görülmektedir. [4].
Bu eşitsizliğin azaltılması için ulusal ve uluslararası düzeyde kadınların sektördeki varlığını artırmaya yönelik politikalar geliştirilmelidir. Bu politikalar, yalnızca kadınların sayısal temsili değil, eşit bütçe ve ücretlendirme gibi konuları da kapsamalıdır.
Cinsiyetler arasındaki fark yalnızca sayısal oranlarda değil, ödeme ve bütçe düzeylerinde de kendini göstermektedir. Kadın yönetmenlerin projelerine daha düşük bütçeler ayrıldığı ve erkek meslektaşlarına kıyasla daha az ücret aldıkları bilinmektedir. 2024 yılında yapılan bir araştırmada, erkek yönetmenlerin projelerine ayrılan bütçelerin kadın yönetmenlere oranla %30 daha fazla olduğu tespit edilmiştir.
Sinemada kadın temsili, özellikle erkekler tarafından temsil edilen kadınlar söz konusu olduğunda, tartışmalı bir konu haline gelmektedir. Sinemada kadın ve erkek karakterler yer alsa da, kadınların meselelerine özgü filmlerin erkek yönetmenler tarafından çekilmesi bu tartışmayı daha da derinleştirir. Erkek yönetmenler, kadın hikayelerini anlatırken, yukarıda bahsedilen "erkek bakışı"nı yeniden üretme riskiyle karşı karşıyadır. Kadınların yaşadığı toplumsal baskılar, doğdukları andan itibaren içinde bulundukları ortamda hissettikleri, gördükleri şiddet ya da özgürleşme mücadeleleri erkek yönetmenler tarafından anlatıldığında, genellikle yüzeysel kalabilmekte ya da olayın öznesi tarafından aktarılmadığı için izleyiciye bu duygular yeterince geçmemektedir.
Kadın yönetmenlerin ve yazarların desteklenmesi, sinemadaki temsil dengesizliğini düzeltmek için kritik bir öneme sahiptir. Kadınların kendi hikayelerini anlatma fırsatlarının artırılması hem temsilde adaletin sağlanmasına hem de kadınların deneyimlerinin daha otantik bir şekilde aktarılmasına olanak tanıyacaktır. Sinema, yalnızca bir sanat formu değil, aynı zamanda toplumsal değişimin ve farkındalığın bir aracı olarak da değerlendirildiğinde, kadınların sesinin daha fazla duyulması hem sektör hem de izleyiciler açısından büyük bir kazanım olacaktır.
Tüm bu verilere bakıldığında, film endüstrisindeki cinsiyet eşitsizliği belirgin bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Bu durumun yalnızca sektörel bir sorun olmadığı, toplumsal koşullarla yakından ilişkili olduğu anlaşılmaktadır. Var olan toplumsal koşullardan bağımsız bir endüstri düşünülemeyeceğinden, toplumsal koşullarda değişim gerçekleşmedikçe, film endüstrisindeki cinsiyet eşitsizliğinin de önüne geçilemeyecektir.
Bu eşitsizliğin azaltılması için ulusal ve uluslararası düzeyde kadınların sektördeki varlığını artırmaya yönelik politikalar geliştirilmelidir. Bu politikalar, yalnızca kadınların sayısal temsili değil, eşit bütçe ve ücretlendirme gibi konuları da kapsamalıdır. Film sektöründe cinsiyet eşitliğine ulaşmak, daha adil ve kapsayıcı bir kültürel üretim ortamı yaratmak için önemli olduğu kadar, hikayelerin olayların özneleri tarafından aktarılmasına yani “madun”ların konuşabilmesine olanak sağlamak adına önemlidir.
----
Mulvey, L. (1975). Visual pleasure and narrative cinema. Screen, 16(3), 6–18. https://doi.org/10.1093/screen/16.3.6
Spivak, G. C. (1988). Can the subaltern speak? In C. Nelson & L. Grossberg (Eds.), Marxism and the interpretation of culture (pp. 271–313). University of Illinois Press.
1 https://womenintvfilm.sdsu.edu/wp-content/uploads/2025/01/2024-Celluloid-Ceiling-Report.pdf
2 https://thestoryexchange.org/women-are-still-underrepresented-in-hollywood-new-data-reveals/

Yorum Yazın