Zimbardo, Ebu Gureyb’de işkence yapan Amerikan askerleri ile derinlemesine mülakatları üzerine gözlemlerini paylaştığı “The Lucifer Effect: Understanding How Good People Turn Evil” (Lucifer Etkisi: İyi İnsanlar Nasıl Kötüleşiyor) kitabını kaleme aldı. Kitaptaki argümanı, işkencilerin gayet sıradan; hatta, günlük hayat geçmişlerine bakarsanız “iyi insanlar” olarak nitelenebilecek kişiler olduğunu dile getiriyordu.
“İçimizde şeytan var… Can kırıkları var. Nefret var, yalanlar var… Bir yanımız bizi çoktan terk etmiş, kaçıyor… Melankoli ve hüsran var… Keşke bazı geceler hiç sabah olmasa.”
Sanki bugünün Türkiyesi’ni anlatıyor gibi değil mi bu satırlar?
Oysa, 1930’ların sonunda yazılmış ve 1940’ta yazılmış bir kitaptan: Sabahattin Ali’nin, “İçimizdeki Şeytan” romanından.
Bu kitabın basımından yaklaşık 8 yıl sonra Sabahattin Ali, yaşadığı siyasi baskılardan dolayı ülke dışına kaçıp yeni yaşam kurmaya çalışırken öldürüldü. Üstelik de, kitap okurken kafasına defalarca sopalarla vurularak…
Bugünlerde, “Kırık Camlar Teorisi”ni sıkça duyuyorum. Algılamaya ve açıklamaya çalışıyoruz; bu da belki iyi bir şey. En azından “inkâr” etmemek, durumunun kötülüğünün farkında olmak; iyileşebilmek için tedavi ve çare aramanın da başlangıcı olabilir.
Bolu Kartalkaya’daki Grand Kartal Oteli’nin yanık silüeti, bir korku filmi karesi gibi gelmiş geçmiş can kırıkları içindeki hayaletlerin üzerimizden geçi geçivermesine neden oluyor adeta.
O kadar çok can kırığı-o kadar çok kasten veya kaste yakın ihmalle alınan can var ki, bu ülkede…
Ve çarpan etkisiyle yeni can kırıkları, yenileri, daha da yenileri ekleniyor…
“Can Kırıkları”, aynı zamanda Karin Karakaşlı’nın 2007 tarihli öykü kitabının adı…Kitaptan şöyle bir alıntı yapalım:
“Sabır taşı olsa çatlar derler ya hani, ben o deyişi çok severim. Çatlayan bir taş… Taşın o sabit, yekpare halini gözünün önüne getir ve sonra damar damar, usul usul, için için çatladığını. Hastalık işte böyle çatladı içimde. Şimdi ben sevgilimi değil, dünyayı terk edeceğim, o ise beni terk etmiş değil, uğurlamış olacak.” Düşünceli bir ifadeyle ekledi: “Cehennem, ihtiyaç duyulmama hissidir benim için. Cennetse ihtiyaç duymama hissi. Kendi cennetime gidiyorum nihayet.”
Lula, aslında Sol çizgide bir lider olarak; “muhafazakâr” açılım yapmış ve “Cehennemin kapılarının bizler ve ailelerimiz üzerinde asılı kalmasına izin vermeyeceğiz” demişti.
Lula’nın “siyaseten” çok daha dürüst açılımına karşılık, Türkiye’deki “cehennemin kapılarını kapatma”, “kendisine, cennetin kapılarını açma” olarak yorumlandı ve yaşandı, yaşanıyor…
Şu cennet ve cehennem meselesi
Mayıs 2023 seçimlerinin kampanya döneminde, milliyetçi olduğunu iddia eden bir Cumhurbaşkanı adayı, Brezilya’nın Başkanı Lula de Silva’dan alıntılandığı iddia edilen “Cehennemin kapılarını kapayacağız” söylemini kullanmıştı.
Lula, aslında Sol çizgide bir lider olarak; “muhafazakâr” açılım yapmış ve “Cehennemin kapılarının bizler ve ailelerimiz üzerinde asılı kalmasına izin vermeyeceğiz” demişti.
Lula’nın “siyaseten” çok daha dürüst açılımına karşılık, Türkiye’deki “cehennemin kapılarını kapatma”, “kendisine, cennetin kapılarını açma” olarak yorumlandı ve yaşandı, yaşanıyor…
Ve Türkiye’nin dönüştüğü “jungle”da, herşey o kadar “insaniyetsiz” oldu ki; bir yandan “insanca” yaşamaya çalışanlar var ve diğer tarafta da, “insani olan” herşeyi ezip geçenler…
Açıklamasını bulmaya çalışıyoruz…
Mesele, “Kırık Camlar” mı?
Kırık Camlar Teorisi, 1982 yılında sosyal bilimciler James Wilson ve George Kelling tarafından ortaya atıldı. Stanford Üniversitesi’nden psikolog Philip Zimbardo’nun çalışmalarından esinlenir.
Teori, artık günümüzde yapılamayacak (dava konusu olur), “insanlar üzerinde sosyal deneyler üzerinden” varılan büyük iddialardan biridir. “Kırık Camlar Teorisi” der ki:
Bir mahalle ne kadar zengin veya fakir olursa olsun, tek bir kırık cam- çok geçmeden çok daha fazla camın kırılmasına yol açar.
Zira, onarılmamış tek bir kırık cam, kimsenin umursamadığının bir işaretidir ve bu nedenle daha fazla cam kırmanın da, hiçbir maliyeti yoktur.
“Bozuk düzen”, insanlar arasında “korkuyu” artırır. Korku da, insanların “geri çekilmesine” ve gördükleri “kırık camları” onarmamalarına yol açar. Onarılmayan kırık camlar da, yayıldıkça yayılır…
Ve tabii korku da…
Bunun çaresi de, teorinin doğduğu ABD’de, “kırık camların olmadığı mahalleler” oluşturacak biçimde sert güvenlik önlemleri gibi yorumlanmıştı. Hatta, bir dönem New York Valisi Rudy Guiliani, kariyerini bu teorinin “sert polis tedbirleri” gibi yorumlanması üzerine inşa edip çok da başarılı oldu. Ama günümüzde Guiliani’nin kendisi, o kadar yolsuzluğa saplandı ki; kendisi “kırık bir cam” haline geldi; ve artık siyasetten silindi.
Kırık Camlar mı, Lucifer Etkisi mi?
Belki Türkiye olarak, “Kırık Camlar Teorisi”nde, aradığımız yanıtın cevabı başka yerdedir. Bu teorinin esin kaynağı olan Stanford Üniversitesi’nin meşhur psikolog akademisyeni Philip Zimbardo’da. Dönüp ona fikrini soramıyoruz; 2024 sonbaharında vefat etti zira…
Zimbardo, meşhur “Stanford Hapishane Deneyi”ni yapan psikolog; bir grup öğrenciye gardiyan ve diğer gruba da mahkumrolünü verip de; sonrasında “gardiyanların”, sosyal statü ve güçleri etkisiyle, mahkum rolündekilere şiddet uygulamaya başladıkları deneyin müsebbibi. Günümüzde, insanlar üzerinde bu tür deneyler yapmak etik olarak mümkün değil-kaldı ki, Zimbardo’nun bu deneyine yönelik birçok başka da akademik eleştiri var.
Biz, James Wilson ve George Kelling’in, Zimbardo’dan esinlendiği deneylerde, “kötülük bulaşıcıdır” ana fikri üzerinde duralım.
Zimbardo, sonraki yıllarda ABD’nin Irak’ı işgali sonrası Ebu Gureyb Hapishanesi’nde yapılan ağır işkenceleri incelemesi ile de gündeme geldi. Ebu Gureyb’de işkence yapan Amerikan askerleri ile derinlemesine mülakatları üzerine gözlemlerini paylaştığı “The Lucifer Effect: Understanding How Good People Turn Evil” (Lucifer Etkisi: İyi İnsanlar Nasıl Kötüleşiyor) kitabını kaleme aldı. Zimbardo’nun kitaptaki argümanı, işkencilerin gayet sıradan; hatta, günlük hayat geçmişlerine bakarsanız “iyi insanlar” olarak nitelenebilecek kişiler olduğunu dile getiriyordu. Zimbardo’ya göre, “kötülüğün” bulaşmaya başladığı zaman, sistemde tepeden gelen yönlendirmeler ve “kötülüğün” yönetici kültür haline gelmesi yatıyordu.
Zimbardo, “olağanüstü baskı koşullarına” sokulan insanların büyük bir kısmının kötülüğe adapte olduğunu, nadiren de sıradan insanların “kahramanlara” dönüştüğünü de öne sürüyordu.
İkinci Dünya Savaşı tanıkları üzerinden filozof Hannah Arendt’in de, “Banality of Evil” (Kötülüğün Sıradanlığı) teorisinde öne sürdüğü ana fikir bu…
Bizler de, sadece bugün Türkiye’nin “olağanüstü koşullarında” değil; devamlı, “iyi” ve “kötü” olmak üzerinde günlük bir oylama yapıyoruz. “Kötülük” de, “trend değer” olduğu için kazanması kolay olan taraf oluyor.
Bazı “iyilerin” yüzü suyu hürmetine bugünü de kurtarıyoruz. Ama günü gelecek, “Lucifer Etkisi”nden de çıkabilecek Türkiye-“iyilerin” yüzü suyu hürmetine…
Yorum Yazın