Trump’ın insanlığı götürdüğü yer belirsiz bir gelecek. Çoğulculuğun, ittifak sistemlerinin ve uluslararası hukukun daha fazla örselendiği bir dünyaya doğru koşar adım ilerliyoruz. Bu kaostan bir çıkış var mı? İşte basit ve tek bir yanıtı olmayan zor soru bu.
Temel soru şu olmalı: Liberalizme karşı olup da demokrat olmak mümkün mü? Ya da liberalizmin yokluğunda demokrasi nasıl bir şeydir? Popülizm tartışmasının nirengi noktası bu liberalizm-demokrasi ikiliğinde yatmakta. Faşistler ve komünistler gerçek demokratların kendilerini olduğunu düşündüler hep. Bugünün popülistleri de aynı kanaatte. Bu arada sağ popülizm sol popülizmden çok daha güçlü olduğu için popülizmin ideolojik mayalanmasında baskın renk faşizm. Faşizm-popülizm tartışmasına dair daha incelikli bir analiz yapmakta yarar var elbette. Ama bu aşamada faşizmin yer altına inmeye zorlanan ruhunun popülizm olarak tekrar tarih sahnesine çıktığını söyleyebilir.
Popülizm tıpkı faşizm gibi kapitalizmdeki derinleşen krizin bir yansıması. Tabii kapitalizm her zaman krizde. Bu sistemle kriz arasında varoluşsal bir bağlantı var. Schumpeter’in zamanında haklı bir şekilde işaret ettiği üzere kapitalist ekonomi politik krizi yaratıcı yıkıcılık üzerinden fırsata çevirebiliyor. Ancak kriz geniş toplumsal kesimlerin yoksullaşması veya işsizliği anlamına geldiğinde ekonomik modernlikle siyasi modernlik arasındaki bağ devre dışı kalabiliyor.
Bu tür anlarda başta liberal demokrasi olmak üzere kapitalizmin tüm üst yapısal formları halk protestosunun hedefi haline geliyor. İşaret edilen noktaya atıfla faşizmle popülizm arasındaki en büyük ortaklık “derin muhalefet” karakterinden kaynaklanıyor. Zamanında Karl Polanyi’nin söylediği üzere halkın kendini savunmak için kullandığı araçlardan biri faşizm. Bugünün popülizmi de benzer bir yerden gücünü devşirmekte.
Tabii popülizm faşizmle karşılaştırılmayacak ölçüde seyrek bir ideoloji. Bu yönü milliyetçiliğe çok benziyor. Nasıl ki neredeyse millet sayısınca milliyetçilik teorisi ve hikayesi varsa, popülizm de benzer bir içerik veya içersiksizlikle yoluna devam etmekte. Her yere eklemlendiği için belli bir özle onu tarif etmek kolay değil. Yine de, en azından baskın özellikleri itibariyle karizmatik lider, hınç siyaseti, elitizm ve kurumsallık karşıtlığı popülist siyaset içinde öne çıkan unsurlar.
Popülizmi daha uzun soluklu bir perspektif içinde siyaset teorisi açısından yorumladığımızda ise karşımıza bir dizi ilgi çekici sonuç çıkıyor: Her şeyden önce popülizmle sonuçlanan demokrasinin yozlaşması sorunu sadece çağdaş liberal dünyayla ilgili bir mesele değil. Demokrasiye yönelik eleştiriler antik dünyada da oldukça güçlüydü. Dünün demagoguyla bugünün popülistti arasında ciddi ölçüde bir benzerlik var. Halkı kandıran, basit ve tehlikeli şeyler söyleyerek kurumların altını oyan siyasetçiler demokrasiyi gölge gibi takip etti her zaman. Bu son hatırlatma bağlamında demokrasiye karşı cumhuriyetçi şüpheyle demokrasinin liberal eleştirisi arasında paralellik dikkat çekici nitelikte. Kitleleri küçümseyen, özgürlüğü gerekirse halka karşı da koruyan liberal hassasiyet cumhuriyetçiliğe çok şey borçlu.
Bir diğer mesele popülizmin demokrasi içi bazı gerilimlerde oynadığı kritik role ilişkin. Popülizm en özlü anlatımla halk egemenliğiyle yasa hakimiyeti arasındaki çelişkiyi ikincisinin aleyhine olacak şekilde çözen bir siyasi eğilim. Bu nedenle popülizmin güçlü olduğu her örnekte hukuk güvenliği, kurumsal öngörülebilirlik ve insan hakları ciddi ölçüde yara alıyor. Tabii demokrasilerde halkın dediği mi olacak, yoksa halk iktidarı elitler tarafından hazırlanan kural ve prosedür tarafından kısıtlanacak mı sorusu başka bir düzlemde de yanıtlanabilir.
Amerikan altın çağını yoğun şiddet kullanımı veya tehdit yoluyla geri getirme dışında bir planı yok mevcut yönetimin. Tabii bu şiddet araçlarındaki yoğunlaşma güç olduğu kadar aynı zamanda bir güçsüzlük göstergesi.
Mesela Habermas’a göre halk egemenliğiyle insan hakları arasındaki çelişki yüzeysel bir içeriğe sahip. Çünkü insan hakları aslında halkın kendi öz çıkarı için yürüttüğü toplumsal mücadelelerin ürünü. Ranciere’nin politika ile eşitlik arasında kurduğu özdeşlikte de benzeri bir hassasiyet var. Politika olarak eşitlik mücadelesi bitmiş ve donmuş bir süreç değil. Sistem içinde eşitlik talep eden her kesim politikaya, dolayısıyla eşitliğe katkı sunuyor. Tüm bu teorik katkılarda belli düzeyde bir haklılık payı var şüphesiz ki. Ama Rousseau ve Schmitt gibi örneklere baktığımızda demokrasinin liberal olmayan okumasının belli bir cazibeye sahip olduğunu, özellikle kriz dönemlerinde halk ve onların demagog niteliği ağır basan popülist elitlerinin demokrasi üzerindeki liberalizm yükünden kurtulmaya çalıştığını görüyoruz. Bu yola bir kez girildiğinde demokrasi ve diktatörlük birbirine yakınlaşan kavramlara dönüşüyor.
Schmitt’in parlamenter demokrasiye karşı çıkarken kullandığı temel tez böylesi bir arka plana sahip. Bu arada etkileri eskisi kadar güçlü ve yakıcı olmasa da, liberal demokrasiden kurtulmaya çalışan kesimlerin sadece faşistler ve popülistlerden ibaret olmadığını, Marksistlerin de antiliberal demokrasi pratiğine bir hayli yakın bir yerde durduğunu söylemek gerekli. Marx dahil olmak üzere pek çok sosyaliste göre liberal demokrasilerin özgürlüğü sahte bir özgürlük. Gerçek kurtuluş ise halk demokrasisi, yani sınıf diktatörlüğüyle mümkün olabilir ancak. Peki, solda da liberal demokrasi karşıtlığı en az sağ kadar baskın olmasına rağmen neden sağ popülizm bu kadar güçlü? Çünkü politik doğruculuk solu esir almış durumda. Fakir çoğunluğun gündemi, dili ve hassasiyetleri çoğu kez yok sayılıyor. İnsan hakları adına mültecileri savunan ve piyasa ekonomisine yeterince karşı çıkmayan bir sosyal demokrasi var karşımızda.
Metni kapatırken Trump için genişçe bir parantez açmakta yarar var. Çünkü Trump popülizmdeki basitliğin en sofistike örneği. Ayrıca her hangi bir ülke değil de, ABD’yi yönettiği için aldığı veya almaktan kaçındığı kararlar dünya siyasetini ve burjuva demokrasilerini derinden etkiliyor. Ulus devleti tahkim etmeye yönelik radikal bir girişim aslında Trump siyaseti. Tabii bu noktada hangi ulus devlet sorusu sorulmalı? Çünkü Trump’la birlikte zamanda bayağı geriye gidiyoruz. ABD lideri sayesinde uluslararası hukukun hiç olmadığı, büyük devletlerin küçük devletleri yuttuğu, her devlet veya ülkenin istediği gibi davrandığı bir düzene geri döndük.
Amerikan altın çağını yoğun şiddet kullanımı veya tehdit yoluyla geri getirme dışında bir planı yok mevcut yönetimin. Tabii bu şiddet araçlarındaki yoğunlaşma güç olduğu kadar aynı zamanda bir güçsüzlük göstergesi. Eskiden kültürle, iletişimle, Amerikan rüyasıyla ikna ettiği kitleleri şimdi ancak vergi koyma, duvar örme, operasyon yapma tehdidiyle hizaya sokabiliyor ABD yönetimi. Trump’ın insanlığı götürdüğü yer belirsiz bir gelecek. Çoğulculuğun, ittifak sistemlerinin ve uluslararası hukukun daha fazla örselendiği bir dünyaya doğru koşar adım ilerliyoruz. Bu kaostan bir çıkış var mı? İşte basit ve tek bir yanıtı olmayan zor soru bu.

Yorum Yazın