“Bunu yaşamayı sevmedim o zaman kaydır.”, “Bu durumdan hoşlanmadım o zaman kaydır, geç.”, “Bu işi sevmedim o halde kaydır yenisi gelsin.” Gibi sürekli aceleci ve canhıraş bir yaşam örüntüsü gerçekleşmeye başlıyor ister istemez. Yavaş yavaş okunması tavsiye edilir.
Geçtiğimiz haftalardan birinde, günlerden bir gün yine bu şekilde bir “Hikaye anlatıcılığı” kıvamındaki aile sohbetinde konumuz -kaçınılmaz olarak- sosyal medya ve sosyal medya bağımlılığına geliverdi. Artık sanırım bu hayatımızın çok da rahatsız olmadığımız bir gerçeği. Daha doğrusu belli bir yaş grubu zaten bu durumun içine doğduğu için bu durum onların “Normal”i. Biz 80 kuşağı olarak bu durumun içine sıkışmış, kime hak vereceğini bilemez bir duruma gelmişiz. Gençlerle genç, sosyal medyaya öfke kusan yaşlılarla yaşlı oluyoruz, maalesef.
İşin psikolojik ve psikanalitik tarafı hakkında yorum yapmam. Bilgim ve donanımım buna elvermez. Ben yine işin başka bir boyutunda, sosyal medya kullanımının gerçek hayattaki zaman ve gerçeklik algısı ile nasıl oynadığıyla ilgili konuşmak istiyorum.
ARZULARIN ZAMAN AŞIMI
Derslerimde genellikle belli bir yaşın altında öğrencilerim olduğu için onlarla yaptığım sohbetlerde birçok konunun algılanış biçiminin bizlerle bambaşka olduğunu gözlemliyorum. Fakat bu klasik “Kuşak çatışması” dediğimiz durum değil. Ben daha çok merakımı gidermek için, bazı durumların, olayların ve olguların onlar tarafından nasıl algılandığı konusunda sohbetler yapmayı seviyorum. Her seferinde de çok şaşırtıcı yanıtlar alıyorum. Beklentiler, istekler, arzular, ilgilerini çeken konular ve iletişim tarzları bence şu dönemde tam da kırılgan bir dönüşüm içerisinde.
Çünkü onlar ne hissettiklerini bilmeden daha doğrusu ne hissettiklerinin farkında olmadan kendilerini o olayların, kişilerin ve durumların içinde buluyorlar.
Bir tanışma gerçekleştikten sonra, ki yalnızca kadın erkek arasındaki romantik bir ilişkiden bahsetmiyorum, o insanla ilgili herhangi bir bilgi birikimi, duygusal tatmin yaşanmadan başlayan yüzeysel ilişkiler sonrası, haliyle yaşanan o içsel boşluk baş gösteriyor. Neyi neden yaşadıklarını bilmeden bir ikili ilişkinin içinde buluveriyorlar kendilerini. Çünkü sanıyorlar ki hayat o sosyal medyadaki gibi “Ekran kaydırarak” akıyor. “Bunu yaşamayı sevmedim o zaman kaydır.”, “Bu durumdan hoşlanmadım o zaman kaydır, geç.”, “Bu işi sevmedim o halde kaydır yenisi gelsin.” Gibi sürekli aceleci ve canhıraş bir yaşam örüntüsü gerçekleşmeye başlıyor ister istemez.
“Telefon” dediğimiz aygıtın da özünde bir haberleşme aracı olduğunu ve buna hizmet etmesi gerektiğini unutup her duyguyu ve düşünceyi bu aygıt üzerinden yaşamaya başlıyorlar. Sevincini de, mutluluğunu da, öfkesini de, kırgınlığını da, sitemini de bu aygıt üzerinden kurmaya çalışan birey, bir süre sonra yüz yüze iletişimin ne olduğunu unutarak, yüz yüze iletişimde de o aygıttaki hızı ve tatmini yaşamak istiyor. E insan olarak tabiatımızın buna elvermediği aşikar. Çünkü biz aslında sindire sindire yaşanan duyguları fıtratımız gereği seviyoruz. Bunu istiyoruz, bunu arzuluyoruz. İş günün sonunda böyle olmayınca yastığa başımızı koyduğumuzdaki o duygusal boşluğu yaşamamız ise kaçınılmaz oluyor.
En nihayetinde “Hızına yetişemediğimiz” durumları, bir yerden sonra geride bırakmak istememiz çok normal. Ki zaten hayatın olağan akışına baktığımızda ister istemez geride kalan birçok şeyiniz olmuştur aceleci davrandığınızda.
ZAMAN ALGISININ DEĞİŞMESİ
Bu hıza bağlı olarak zaman algımız da değişiyor. Her şeyin hemen ve mümkünse bizim istediğimiz anda olmasını istiyoruz. Olmadığında huzursuzlanıyoruz, öfkeleniyoruz. Olayların ve durumların gerçekleşmesi gereken en doğru zamanın hep bizim istediğimiz ve talep ettiğimiz zaman olduğu konusunda kendi kafamızda kıramadığımız müthiş bir inadımız var. Bu inadı kıramıyoruz. Aynı zamanda telefon denilen aygıtta yer alan sosyal medya hesaplarımızın başrolü de haliyle biz olduğumuz ve o krallıkta istediğimizi istediğimiz şekilde istediğimiz zamanda yapabildiğimiz için yine gerçeklikten koparak, gerçek hayatta işlerin neden bu şekilde ilerlemediğini sorgulayıp sık sık öfkeleniyoruz. Zamanın gerçek hayatta, sosyal medyadaki gibi akmayışı veya sohbetlerin sosyal medyadaki “biz”im tarzımızda ilerlemeyişi bizim o ana katlanamayacak duruma gelmemize neden oluyor.
Halbuki zaman ve mekan bizden bağımsız yaşıyor. Algılarımız ise bize çoğunlukla oyun oynuyor. Hatta bazen “sanmak” ile “zannetmek” şeklinde bizimle dalgasını bile geçiyor.
SÜRAT HER YERDE PİŞMANLIK MI?
Atalarımızın da bu konu ile ilgili çok yerinde sözleri var tabii ama ben daha farklı şekilde bir izahat getirmek istedim. Yalnızca trafikte değil, yaşamın her alanında süratten vazgeçip biraz daha yavaşlamak, zamanın bizim tarafımızdan algılanan o yanlış hızına çok kapılmamak zannediyorum birçok ikili ilişkide de daha az kırılgan olmamızı sağlayan bir etken.
En nihayetinde “Hızına yetişemediğimiz” durumları, bir yerden sonra geride bırakmak istememiz çok normal. Ki zaten hayatın olağan akışına baktığımızda ister istemez geride kalan birçok şeyiniz olmuştur aceleci davrandığınızda. Belki ben de son dönemlerde yavaşlığın ne büyük nimet olduğunu biraz daha anlayabilmek ve hayatı sindirebilmek adına zaman zaman “CittaSlow”lardan birine kaçıyorum. Bireysel olarak anlamlandırmaya çalıştığımda gayet makul bir sebep-sonuç…
O nedenle zannediyorum ki “Kaydıralım gitsin.” Aceleciliğinden sıyrılıp, gün içerisinde bir an da olsa durup kendimize ve çevremize bakıp “Ne oluyor?” algısını devreye sokmak gerekiyor.
Şimdi, o elinizdeki telefonları yavaşça bırakıp sizde “Neler oluyor?” diye bir kendinize bakmaya başlayabilirsiniz.

Yorum Yazın