Yüzbinlerce kez baktığımız jantlardan soba yapmak bugüne kadar hiçbirimizin aklına gelmedi. Ama biri çıktı ve baktığımız jantları bizden başka gördü, hurdacıya gitti ve yok pahasına aldığı jantlardan kendi sanat eserini imal etmeye başladı. O adamın ilk sobasını bitirdiği ânı hayal ediyorum.Bir gün bir yerde basit ama çarpıcı bir cümle okumuştum: "Yaşamak, bulmak demek."Bunu söyleyen her kimdiyse, Tanrı’nın kullarına en büyük armağanın "aramak" olduğunu da yazmıştı.İnsan denen tür çeşitli eksikliklerle malul, hepimiz eksiğiz, hepimiz hayatımızın her ânında hep bir şeyler arıyoruz.Kimi zaman buluyor, kimi zaman bulamıyoruz, kimi zaman bulduğumuzu sanırken bir müddet sonra onun aradığımız şey olmadığını idrak ediyoruz.Bir sarkacın iki ucunda gelip giderken hayatımızın sürekli "aramaktan" ibaret olduğunu unutuyoruz.Bu arama duygusu, sanırım bir tek insanda var.Bir çita, martı ya da ıstakoz için hiçbir anlam ifade etmeyen "aramak" eylemi, insanın bütün yaşantısını şekillendiriyor.Yaratıcılığın sınırları böyle aşılıyor, hikâyeler, mitoloji hep bu arayışın bir sonucu olarak karşımıza çıkıyor.
Hayatın içinde ölüm, ilacın içinde zehir, taşa vuran dalganın içinde yosun, yeşilin içinde sarı gizli; birçok zaman, gündelik hayatın hayhuyu içinde bunları göremiyoruz. Sonra biri çıkıyor, göremediğimiz bir şeyi bize gösteriyor. Hayatın mucizelerine tanıklık ediyoruz.
HAYATIN MUCİZELERİ
Her şey zıddıyla var olacağından ötürü eksikliklerimizi kapamak için "bulduklarımız" yetmiyor, kitabı kemirenin kurdu olduğu gibi, her buluş yeni eksiklikleri de içinde barındırıyor.Hayatın içinde ölüm, ilacın içinde zehir, taşa vuran dalganın içinde yosun, yeşilin içinde sarı gizli; birçok zaman, gündelik hayatın hayhuyu içinde bunları göremiyoruz.Sonra biri çıkıyor, göremediğimiz bir şeyi bize gösteriyor.Hayatın mucizelerine tanıklık ediyoruz.Yaratıcılığa duyulan hayranlık sanırım bundan ötürü; hepimizin baktığına başka bir gözle, başka bir anlamla bakmak ve bizim bulamadığımızı bulabilmek.Sanatın karşısında erimemiz, yüzlerce sene sonra bile sanatçıların yaptıklarını hayranlıkla izlememiz, o büyük insanların hayatlarına dair saçılmış bilgi kırıntılarını saplantıyla toplamaya çalışmamızın altında bence bu yatıyor.Samsun’da, bir otelin sekizinci katında, güneşli olacağı belli bir mart sabahında, sahura kalkan müminlerin huzur içinde uyudukları, caddelerin tek tük araçla dolmaya başladığı bir Ramazan gününde bana bunları düşündüren Ünye’de gördüğüm bir soba.Buraya gelmeden önce, Ordu’nun Ünye ilçesindeki sebze-meyve haline gittim.Limonların, turpların, elmaların, armutların, pırasaların, İran karpuzlarının arasında bir soba gördüm.Aslında pek de ilgimi çekmeyebilirdi, yürüyüp geçebilirdim yanından ama olmadı, halcilerden biri, bu sobanın otomobil jantından yapıldığını söyledi.Anlamadığımı anlayan bakışları yüzünde belli belirsiz bir tebessümün yayılmasına yol açarken, Ünyeli bir demir ustasının, hurda araçların jantlarından şahane sobalar yaptığını anlatmaya koyuldu.Meğer, sağdaki dükkânda da soldaki dükkânda da, karşıdakinde de aynı sobalardan varmış.İftar saatine yakın sobanın üstüne çömlekler yerleştiriliyor, arkasından patates sürülüyormuş.Kışın kestane, yazın mısır…Yandaki dükkânın yanındaki kendi sobasını gururla gösterdi, "bu," dedi, "TIR jantı, diğerlerinden daha büyük."Janttan soba yapabilen o kudret, insanın içinde mahfuz. Ünye’ye gelene kadar araçların dört tekerlek üstünde gittiğini sanırdım, şimdi, aynı zamanda dört soba üstünde gittiklerini düşünüyorum. Yarın bir başka usta çıkar, o jantlardan başka bir şey yapar.İnsanın yaratıcılığının sınırı yok, çünkü ne olursa olsun, arayışı hiç bitmeyecek.
Yorum Yazın