AYM’nin kararını rektörlük seçimlerinin yeniden mevzuata eklenmesi yolunda bir fırsat olarak değerlendirmek lazım. Ancak YÖK Kanunundaki bazı hassas sorunları yeniden ele alan derinlikli bir bakış açısıyla sadece seçimi değil başka meseleleri de konuşmalıyız. Mesela kadro ilan süreci ve kadro ilanlarında rektörün takdir yetkisi kesinlikle yeniden ele alınmalı. Rektörlerin istediği akademisyene kadro verdiği, istemediğini ise uzun süreler beklettiği pek çok örnek olay var.
AYM 703 Sayılı KHK’nın bazı maddelerini iptal etti. Bu durum basın tarafından bir hayli eksik, biraz da çarpıtılmış bir şekilde haberleştirildi. Cumhurbaşkanını rektör atama yetkisinin iptal edildiğine yönelik başlıklar atıldı. Oysa rektör seçme yetkisi anayasanın 130. maddesine göre cumhurbaşkanında. AYM’nin cumhurbaşkanına doğrudan doğruya anayasa tarafından verilmiş bir yetkiyi iptal etmesi söz konusu olamaz. 12 ay sonra yürürlüğe girecek iptal kararı daha biçimsel bir nedenle alındı. Rektör olmak kamu hizmetine girmeyle ilgili bir hak. KHK gibi bir işlemle kamu hizmetinin bu biçimde düzenlenmesi anayasaya aykırı.
Rektör atamalarını öğretim üyelerinin görüşlerine hiç başvurmadan yapması artık daha zor. Çünkü iktidar yeni anayasa istiyor. CHP ile başlayan bir yumuşama süreci var. Bu koşullar altında YÖK ve üniversiteler masaya gelecek, muhalefetin talepleri iktidar tarafından daha dikkatle ele alınacaktır.
ÖĞRETİM ÜYELERİNİN GÖRÜŞLERİNE BAŞVURULMAMASI DAHA ZOR
Peki, şimdi ne olacak? Kesinlikle kanun yoluyla bir düzenleme yapılacak. Ancak gelecek 1 yıl içinde yapılması zorunlu olan bu düzenlemenin muhtemel içeriği belirsiz. Mevcut siyasi iktidar pekala KHK’daki hükmü aynen kanun haline getirebilir. Meclis çoğunluğu cumhur ittifakında. Rektörler bir yıl sonrada tıpkı bugün olduğu üzere hiç seçim yapılmadan doğrudan doğruya cumhurbaşkanı tarafından atanabilir. Ancak başka bir modelde benimsenebilir. Siyasi konjonktürdeki yumuşama ve rektörlere yönelik yoğun şikayetler AKP iktidarını başka bir formüle doğru da itebilir. Kayyım rektör tartışmalarının doruğa çıktığı mevcut akademik iklimde siyasi iktidarın rektör atamalarını öğretim üyelerinin görüşlerine hiç başvurmadan yapması artık daha zor. Çünkü iktidar yeni anayasa istiyor. CHP ile başlayan bir yumuşama süreci var. Bu koşullar altında YÖK ve üniversiteler masaya gelecek, muhalefetin talepleri iktidar tarafından daha dikkatle ele alınacaktır. Tabii bu seçenek biraz da iyimser bir senaryo. Türk siyasi hayatında tekrar soğuk rüzgarlar esmeye başlarsa akademik özgürlükleri genişletecek adımları atmak mümkün olmayabilir. Beklenen kanuni değişiklik karşısında bir dizi hususu esaslı bir şekilde yeniden düşünmememiz gerekli. Öncelikle şu soru sorulmalı: Rektörlük seçimleri akademik özgürlük ve liyakat için gerekli mi? Rektörün seçilmediği yerlerde daha kötü bir üniversite düzeni mi var? Tabii ki öyle bir şey yok. Çünkü gelişmiş ülkelerde standart bir uygulama yok. Hatta pek çok prestijli üniversitede rektör seçimle iş başına gelmiyor. Genel eğilim ise atama ve seçiminin aynı anda kullandığı karma bir model şeklinde. Burada bizimle gelişmiş dünya arasındaki farkın niteliğine tekrar dikkat çekmek lazım.
Akademik özgürlük ve liyakat sürekli bir şekilde tartışılıyor. Bu nedenle öğretim üyelerinin kendilerini idare karşısında daha güvenceli hissetmesi için seçime ihtiyaç var. Rektör adayları akademik kadroya kendilerini beğendirmek adına ikna ve müzakere kanallarını açık tutmak zorunda. Ama rektörün doğrudan doğruya merkezi idare tarafından atandığı yerde iletişim zayıflıyor.
REKTÖRÜN ATANDIĞI YERDE İLETİŞİM ZAYIFLIYOR
Rektörlük seçimlerinin neden gerekli olduğuna dair en iyi izah bence milletvekili dokunulmazlığı mevzuatına yönelik tartışmalarda karşımıza çıkıyor. Bilindiği üzere Türkiye’de milletvekili dokunulmazlığı bir hayli geniş tutulmuş durumda. Milletvekilinin halk adına yaptığı konuşmalardan ötürü sahip olması gereken kürsü dokunulmazlığın ötesinde bir koruma var. Meseleye sadece prensipler açısından bakıldığında dokunulmazlığın alanının daraltılması gerek. Ancak Türkiye gibi hukuk devleti ve anayasal demokrasinin tam anlamıyla oturmadığı, yargıya yönelik siyasi etki iddialarının sürekli bir şekilde gündemde olduğu bir ülkede dokunulmazlık tümüyle veya önemli ölçüde kaldırılırsa muhalefet iş yapamaz hale gelir. Benzer bir durum rektörlük seçimleri için de geçerli. Normal şartlarda bilimsel liyakat ve akademik özgürlük seviyesi yüksekse ve kurum ile kurullar tam anlamıyla işliyorsa rektörün göreve gelme biçimi ve hatta rektörün kim olduğunun hiçbir önemli yok. Yani rektör seçimle, atamayla ya da seçim ve atamanın birlikte kullanıldığı ara bir formülle belirlenebilir. Ama Türkiye’deki durum böyle bir esnekliğe izin vermiyor. Kurumlar ve yasalar yetersiz. Akademik özgürlük ve liyakat sürekli bir şekilde tartışılıyor. Bu nedenle öğretim üyelerinin kendilerini idare karşısında daha güvenceli hissetmesi için seçime ihtiyaç var. Rektör adayları akademik kadroya kendilerini beğendirmek adına ikna ve müzakere kanallarını açık tutmak zorunda. Ama rektörün doğrudan doğruya merkezi idare tarafından atandığı yerde iletişim zayıflıyor. AYM’nin kararını rektörlük seçimlerinin yeniden mevzuata eklenmesi yolunda bir fırsat olarak değerlendirmek lazım. Ancak YÖK Kanunundaki bazı hassas sorunları yeniden ele alan derinlikli bir bakış açısıyla sadece seçimi değil başka meseleleri de konuşmalıyız. Mesela kadro ilan süreci ve kadro ilanlarında rektörün takdir yetkisi kesinlikle yeniden ele alınmalı. Rektörlerin istediği akademisyene kadro verdiği, istemediğini ise uzun süreler beklettiği pek çok örnek olay var. Sonuç olarak üniversite özerkliğinin güçlenmesi için rektörün seçilmesi gerekiyor. Seçim rektörün temsil kabiliyetini güçlendirecektir. Ancak etkinlik ve liyakat seçimi aşan konular. Rektörün akademisyenler üzerindeki yetkilerinin, özellikle de özlük haklarıyla ilgili meselelerin kanunla sınırlanması üniversiteleri çok daha nitelikli hale getirecektir.
Yorum Yazın