İçinde bulunduğumuz “homojen ulus-devletler” çağı kapanmaktayken nasıl olacak da tek bir “ulus”un milliyetçiliği altında toplumlar bir araya gelecekler? Ben bu sorunun cevabını pek mümkün görmüyorum. Onun için de bu “milliyetçilik” rüzgarlarının uzun sürmeyeceğini, yerlerine çok-kimlikli, çok-yerelli, demokratik, katılımcı yeni bir demokrasiyi insanlığın keşfedeceğini düşünüyorum.
Şerif Mardin, Mustafa Kemal’in en önemli hatasının “seküler eğitimle” “milliyetçiliğin” İslam’ın yerini dolduracağına olan inancıydı derken Türkiye toplumsal yapısıyla ilgili önemli bir noktaya işaret etmişti. İmparatorluk sonrası ulus devleti kuran kadrolarda yaygın olan bu görüşe göre; İmparatorluktan devralınan insan malzemesindeki dini farklar “seküler eğitimle”, etnik ve kültürel farklar da “milliyetçilikle” aşılacak ve ortaya homojen bir ulus devlet çıkacaktı.
Yüz yıl sonra bu çerçeveden olanlara bakarsak bu beklentinin tam olarak gerçekleşmediği ortada. Ne dini alanda ve ne de etnik-kültürel alanda var olan farklılıklar aşılamadı ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti tam olarak bir “ulus-devlet” olamadı. Bu anlamıyla bugün Türkiye, tıpkı Osmanlı’nın çok-kimlikli imparatorluk yapısına benzer bir yapıya sahip bir ülke.
Ülkenin “asıl” sahiplerinin kendileri olduğuna inanmış bu iki siyasi pozisyon ve iki cephe birbirleriyle mücadele ederken, ülkede bu iki pozisyonun dışında kalmış geniş kitlelerin, başta Aleviler ve Kürtler olmak üzere varlığı da bugünün çok-kimlikli Türkiye’sinin bir başka gerçeği.
BUGÜNÜN ÇOK-KİMLİKLİ TÜRKİYE’SİNİN BİR BAŞKA GERÇEĞİ
Bu ulus devlet olamayışın git-gelleri ülkede zaman içinde iki siyasi pozisyon üretti. Biri “İslami kimlikle (Sünni) +Türk milliyetçiliği”, diğeri ise “sekülerizmle +Türk milliyetçiliği”. Biri AKP+MHP’de diğeri de CHP+İYİP’de ifade edilmekte. Ülkenin “asıl” sahiplerinin kendileri olduğuna inanmış bu iki siyasi pozisyon ve iki cephe birbirleriyle mücadele ederken, ülkede bu iki pozisyonun dışında kalmış geniş kitlelerin, başta Aleviler ve Kürtler olmak üzere varlığı da bugünün çok-kimlikli Türkiye’sinin bir başka gerçeği.
Aslına bakarsanız yukarıda altını çizdiğim iki siyasi çizginin de birleştiği nokta “milliyetçilik”tir. Bir başka ifadeyle her iki siyasi çizgi de özünde ulus-devletçi bir milliyetçiliğin peşindeler. Bir anlama yüz yıl önce temelleri atılmış ama tam olarak gerçekleşememiş kurucu babaların “ulus-devlet” hayalinin peşinde koşmaktalar.
Bugünün Batılı ulus-devletlerine bakarsak benzer mücadelelerin oralarda da ortaya çıktığını, göçlerle çok-kimlikli hale gelmiş bu toplumlarda da benzer tartışma ve mücadelelerin sürdüğünü görüyoruz. Fransa, İtalya, Almanya gibi ülkelerde kendilerini bu ülkelerin “sahipleri” olarak gören kimlikler ve partileri içlerine sonradan gelmiş diğer kimlikleri istememekte ve bir tür arınma amacıyla yeniden “milliyetçiliğe” sarılmaktalar. Türkiye ana siyasetindeki çizgiler de bu gelişmelere uygun durumda.
Ama eğer küreselleşme ulus-devlet sınırlarını gevşeterek ulus-devlet içinde farklı sosyal kimliklerin güçlenmesine neden oluyorsa, nasıl olacak da bu yeniden yerleştirilmeye çalışılan milliyetçilikler yeni bir dünya düzeni meydana getirecekler? Bir başka ifadeyle içinde bulunduğumuz “homojen ulus-devletler” çağı kapanmaktayken nasıl olacak da tek bir “ulus”un milliyetçiliği altında toplumlar bir araya gelecekler? Bu mümkün mü?
Ben bu sorunun cevabını pek mümkün görmüyorum. Onun için de bu “milliyetçilik” rüzgarlarının uzun sürmeyeceğini, yerlerine çok-kimlikli, çok-yerelli, demokratik, katılımcı yeni bir demokrasiyi insanlığın keşfedeceğini düşünüyorum. Anladığım kadarıyla Öcalan’ın gündeme getirmek istediği Türkiye de böyle bir Türkiye! Onun için onu “küçümseyerek” değil “eleştirel” bir bakış açısıyla değerlendirmek toplumumuzun sağlıklı bir şekilde değişimini sağlamak için gerekli. Eğer “milliyetçiliğin” göçmekte olduğu bir zamanda yeni bir toplumsal “biz” yaratmak istiyorsak!
Yorum Yazın