Kendisi holokosta uğrayan ve 1948'de devlet kurarak bu holokost zulmünden kurtulan bir halkın, aynı acımasızlığı bu sefer başka bir halka reva görmesindeki gaddarlık realitesi de keza uluslararası toplumun keskin bir şekilde önüne getirildi böylece. Bu noktada bir kez daha hatırlatmak gerekir ki; bir halkın holokosttan kurtulup hayatta kalmış olması, bir başka halka holokost uygulama ve zulmetme hakkını meşru kılmaz.
Uluslararası Atom Enerjisi Başkanı ve Nobel Barış Ödülü sahibi Mısırlı diplomat Muhammed el-Baradey, Gazze'de onbinlerce insanın canlı yayında öldürülüp onbinlercesinin de yaralandığı İsrail saldırıları karşısında uluslararası toplumun tepkisizliği ve çaresizliğini eleştirdiği yazısında “Uluslararası düzen Gazze'de ölüyor” diyerek durumu özetliyor. Aslında ölen sadece uluslararası düzen ve sistemin kendisi değil, insanlığın vicdanı da –sokaklardaki duyarlı kalabalıklar haricinde- bir bütün halinde sakatlanmış durumda. Bu noktada can sıkıcı olan husus, İsrail'in orantısız ve haksız saldırı ve işgalinin durdurulması için adım atılmasından imtina edilmesi değil sadece, daha geniş ölçekte bunun meşru görülmesi, güçlü olanın hakkı da tekelinde tuttuğunun zımnen kabul edilmesi. Bunun en somut örneği, 1948'den beri ülkesi ve sınırları belli ve tanınmış bir Filistin devletinin bir türlü kurulamamış, Ramallah merkezli devlet-benzeri yapının da İsrail işgali altında olmasının gayet normal ve olması gereken bir durummuş gibi kabullenilmesinde kendini gösteriyor. Bunda aslında Filistinlilerin güçsüzlüğünün yanında, ikinci sınıf insan muamelesi görmesinin de rolü büyük. Uluslararası toplumun büyük oranda benimsediği bu haksız ve adaletsiz oldubittiye, yaklaşık 2 milyarlık nüfusu ve trilyonlarca dolarlık ekonomik büyüklüğüyle İslam Dünyası'ndan (!) ciddi ve sonuç alıcı bir tepki dahi veril(e)medi. Bu noktada Arap Ligi, İslam İşbirliği Teşkilatı vb ismi büyük ama kendisi işlevsiz yapıların adeta felç olmuş gibi tepki verememeleri uzun yıllar hafızalarda yer edecek. Keza süslü cümlelerle “Filistinli kardeşlerinin yanında” olduğunu söyleyen, ama silah ve askeri malzeme ticaretini hiç kesmeden devam ettiren Müslüman ülkelerin varlığı da unutulmayacak.
1970-80'li yılarda İsrail’e Avrupa üzerinden silah tedarikinde de Güney Afrika’nın apartheid rejimi kritik rol ifa etmişti. Güney Afrika’nın İsrail’i apartheid ve soykırım ithamıyla Uluslararası Adalet Divanı önüne çıkartmasını bu yönüyle son derece önemli buluyorum.
GÜNEY AFRİKA’NIN ÖNEMLİ ADIMI
Tam bu hayal kırıklıklarının ortasında, 29 Aralık 2023 tarihinde Güney Afrika Cumhuriyeti'nin hem sembolik hem oldukça kritik Uluslararası Adalet Divanı başvurusu geldi. 26 Ocak 2024 tarihinde açıklanan kararda, önleyici tedbir talebine ilişkin, Filistinlileri az da olsa sevindiren olumlu bir netice alındı. Bu bağlamda, Güney Afrika'nın pozisyonu, İslam Dünyası (!) ve uluslararası sisteme dair birkaç hususun altını çizmekte fayda görüyorum:
1). Onyıllar boyunca apartheid rejimi altında yaşayan ve gayriinsani uluslararası düzenin çarkları altında ezilen Güney Afrikalıların bu başvuruyu yapmış olmaları başlı başına dikkat çekici ve özel bir anlam ifade ediyor. 1948-94 yılları arasındaki bu ayrılıkçı rejimin en önemli uluslararası partnerleri arasında İsrail yer almaktaydı. Keza 1970-80'li yılarda İsrail’e Avrupa üzerinden silah tedarikinde de Güney Afrika’nın apartheid rejimi kritik rol ifa etmişti. Güney Afrika’nın İsrail’i apartheid ve soykırım ithamıyla Uluslararası Adalet Divanı önüne çıkartmasını bu yönüyle son derece önemli buluyorum.
2) Ezilenlerin dayanışması ve “küresel güney” birlikteliği de Mandela sonrası Güney Afrika’nın bu onurlu ve sıradışı adımında önemli rol oynadı. Mandela ile Arafat arasındaki yakın ilişkiler ve dostluk, bugün hem Mandela’nın ailesi hem de Güney Afrika liderliği açısından kıymetli bir dayanışma mirası teşkil ediyor. Bunu ülke çapındaki gösteriler ve liderlerin söylemlerinde de yakından görme fırsatı bulduk.
3) Bu dava aynı zamanda Samir Amin'in merkez-çevre dikotomisi olarak işaretlediği, uluslararası sistemdeki çarpıklıkları ve küresel karar alma süreçlerindeki haksızlıkları da uluslararası toplumun dikkatine getirme açısından önem arzediyor. Bu yönüyle BM Güvenlik Konseyi gibi karar mekanizmalarının işlevsiz hale getirildiği bir süreçte, çevreden yükselen bir “hukuki kıyam” örnekliği sunması açısından da bu hamle ayrıca önemli. Yakın gelecekte benzer vakalarda bu tür başvuru ve dayanışma adımlarını cesaretlendirmesi açısından da değerli.
Sürecin bir başka önemli boyutu, İsrail'in “holokost meşruiyeti” olarak da nitelenen ve attığı her türlü hukuksuz adımı geniş bir hoşgörü içinde karşılayan Avrupa-ABD blokuna karşı da bir başkaldırı anlamı taşıması.
AVRUPA-ABD BLOKUNA KARŞI BİR BAŞKALDIRI
4) Sürecin bir başka önemli boyutu, İsrail'in “holokost meşruiyeti” olarak da nitelenen ve attığı her türlü hukuksuz adımı geniş bir hoşgörü içinde karşılayan Avrupa-ABD blokuna karşı da bir başkaldırı anlamı taşıması. Zira kendisi holokosta uğrayan ve 1948'de devlet kurarak bu holokost zulmünden kurtulan bir halkın, aynı acımasızlığı bu sefer başka bir halka reva görmesindeki gaddarlık realitesi de keza uluslararası toplumun keskin bir şekilde önüne getirildi böylece. Bu noktada bir kez daha hatırlatmak gerekir ki; bir halkın holokosttan kurtulup hayatta kalmış olması, bir başka halka holokost uygulama ve zulmetme hakkını meşru kılmaz.
5) Bu davanın küresel ölçekte Filistin davasına verilen desteği ve Filistinlilerin onyıllardır uğradığı haksızlıkları uluslararası toplumun gündemine taşıması açısından da önemli bir işlevi oldu. Böylece İsrail, hiç ummadığı şekilde, Filistinlilere yönelik sempati ve dayanışma ağını daha da genişletecek gayet irrasyonel bir adım atmış oldu. Keza Filistin davasının uluslararası hukuk zeminini de kuvvetlendiren bir süreçten bahsediyoruz ki bu bile başlı başına ciddi bir kazanım.
6) Ve son olarak İslam Dünyası (!) denilen kavramın aslında “kâğıttan kaplan” olduğunu, aslında felç olmuş bir rejimler bütününden bahsedilebileceğini, ancak bu kadar kritik bir süreçte bile karar almakta zorlanan ve bundan korkan bir devasa yapıyla karşı karşıya olduğumuzu Güney Afrika hepimize bir kez daha gösterdi. Karar açıklandıktan sonra, Müslüman çoğunluklu ülkelerden yapılan Güney Afrika'ya destek ve tebrik açıklamalarının pratikte hiçbir hükmü yoktur ve sadece acziyet ifade ediyor. Zira sadece %2'si Müslüman olan Güney Afrika'ya varana kadar devasa bütçeleri ve hukukçu ordularıyla bunu yapabilecek trilyonlarca dolarlık bir İslam Dünyası (!) bürokratik mekanizmaları mevcuttu. Ancak bilerek ve isteyerek bu adımı atmaktan kaçındı bu ülkeler, muhtemelen çekindi ve bunun sonuçlarıyla yüzleşebilecek cesareti gösteremediler. Ancak bu adımları da şüphesiz hafızalarda yer edecek.
Yorum Yazın