Hükümetimizin başımıza sardığı bu Yap-İşlet-Devret modelinin yıkıcı etkisinden kurtulmamız gerekiyor. Yoksa, dünyada en fazla kaynak kullanıp en az iş yapan ülke rekorunu kimseye kaptırmayız.
İlk baktığınızda parlak bir fikir olarak dikkatinizi çekiyor. Yap-İşlet-Devret. Evet, devletin imkanlarının henüz yetişemediği ama yapıldığı zaman karlı olacağı hesap edilen kamu projelerinde toplumda, hatta uluslararası alanda birikmiş sermayeden yararlanarak, projeyi gerçekleştirmek, fikir bu. Hesap şöyle: Devlet dışındaki yatırımcılar kamunun yapılmasını öngördüğü projelere yatırım yapacak. Verimli alanda yapılacak bu yatırımların karşılığında özel yatırımcılar dikkate değer kar sağlayacaklar. Kara ek olarak, yapılan yatırımın maliyetini de karşılayacağı hesaplanan bir süre sonunda da projeler kamuya aktarılacak, yani kamunun malı olacak. İş erkenden görülecek, yatırım için para devlet bütçesinden çıkmayacak, bir süre sonra da proje devlete intikal edecek. Hesap mükemmel.
Bu fikir topluma devlet yatırım yapmayacak, özel sektör ihtiyaca cevap veren yatırımlar yapacak, bir süre sonra da bu yatırımlar kamuya intikal edecek, devletin cebinden beş kuruş çıkmayacak diye takdim edildi. Öyle bir hava estirildi ki, sanki devlete hiçbir maliyeti olmadan havadan para yağacak, projeler devreye girecek, millet sabırsızlıkla beklediği hizmetlere bir an önce kavuşacak, rahat edecek ve saire, ve saire. Tabii, iyi düşünüldüğü zaman böyle bir şeyin mümkün olmadığı hemen görülecektir. Şu veya bu şekilde bir hizmet üretilecek, projeyi inşa edenler kimse, yaptıklarını işletecek (veya birisine işlettirecek), gelir elde edecekler. Bu gelir yapılan yatırımın hem anaparasının bir yıla düşen kısmını hem de yatırımın en az yıllık olağan getirisini karşılayacak düzeyde olacak. Özellikle ana paranın karşılanması için hesaplanan takribi süre dolunca, proje devlete verilecek. Ortada bedava bir işlem filan yok, sadece tasarruf sahibine makul bir yatırım önerisi var. Pekiyi, bunda yanlış bir iş var mı? Niye olsun, devlet de sonuçta sağladığı birçok hizmetin karşılığında ücret alıyor. Bu ücreti kısıtlı bir süre içim yatırımı yapan girişimci de alabilir.
Her nedense, bu iş bizde bir soyguna dönüştü, astarı yüzünden pahalı bir faaliyet kolu gelişti. Ne oldu da böyle oldu? Olay piyasa ekonomisinin tamamen dışına çıkarıldı da ondan böyle oldu. Eğer yap-işlet-devret işlemi tamamen piyasa ekonomisi kurallarına göre yürütülseydi, projeye talip olan şirketler yapacakları işin getirisini de kendileri hesaplarlar, ona göre devlete bir teklife bulunurlardı. Diyelim ki, falanca yere bir hava limanı yapılması projesi yap-işlet-devret usulüyle yatırımcılara açıldı. Böyle bir limanın kaç kişi ve/veya kaç uçak tarafından kullanılacağını, işletmede kaç dükkan olacağını ve bunların kaç liradan kiraya verileceğini, burada sayamayacağım (zaten bilmediğim) hangi kalemlerden ne kadar gelir elde edilebileceğini, yatırımını kaç senede amorti edeceğini ve yıllık ne kadar getiri beklediğini yatırımcı hesap eder, ona göre bir teklif verirdi. Birden fazla teklif rekabet eder, devlete en fazla menfaat sağlayacak olanı yatırım yarışını kazanırdı. Belki işler hesaplanandan daha iyi gider, kazanan firma daha çok kar da edebilirdi. Ama bakarsınız, işler iyi gitmez, yatırımcı zarar ederdi. Bilindiği gibi, işlemler piyasa ekonomisine göre yapılırsa, farklı sonuçların ortaya çıkması mümkündür. Benim sevgili okuyuculara anlatmama gerek dahi yok, piyasa ekonomisinde yatırımcı hesap yapar, risk alır, öngördüğü kazancı veya fazlasını sağlar. Ancak, bazen yanılması ve para kaybetmesi de mümkündür.
Bizdeki uygulama esas itibariyle piyasa ekonomisi kurallarına göre yapılmadı, kar garantisi esas alınarak yapıldı. Dolayısıyla, çok daha ucuza sağlanabilecek hizmeti maalesef büyük, korkunç dahi denilebilecek harcamalar yaparak alıyoruz. Hatta, muhtemelen işi alan firmaya bir yılda yaptığı yatırımın tüm bedelini ödüyoruz ve üstüne de inanılmaz oranda kar veriyoruz. Diğer bir ifade ile, başlangıçta bize anlatılan “devlet kasasından bir kuruş çıkmayacak,” sözü tam bir hikaye imiş. Tam tersine, kamunun çok daha ucuza yapabileceği yatırımları hem çok pahalıya yaptırmış oluyoruz hem de çok yüksek işletme bedelleri ödeyerek devam ettiriyoruz.
Peki bu nasıl oldu? Hükümetimiz, önce hangi projeleri yaptırmak istediğine karar verdi. Burada kullanılan kriter gelir yaratma potansiyeli, ihtiyaç gibi değişkenler değil, düpedüz projenin siyasi getirisi idi. Siyasi getiriden de iki şey anlamak gerekiyor. Bazı hallerde, getiri halkın yapılan işten memnuniyet duyması ve iktidara oy vermeye niyetlenmesi olabiliyor. Fakat, ikinci olarak, getiri sözünden müteahhitlere yapılan yüksek ödemelerin bir bölümünün siyasilere aktarılması, siyasetin finansmanında (ya da siyasi kişilerin refahının artmasında) kullanılması da anlaşılabiliyor. Hükümet gayretlerini özellikle bu ikinci yolun kullanılması üzerinde yoğunlaştırdı.
Birer piyasa aktörü olan şirketlerin böyle bir oyuna çekilmesi için işin maddeten cazip kılınmasının gerektiği aşikar. Burada iki yöntem icat edildi. İlkin, devlet kaynakları sunulan hizmetten çok sayıda kişinin yararlanacağını varsayıyordu. Gerçekle herhangi bağlantısı olmayan, parlamentoda yapılan açıklamalara göre bazen hata payının yüzde doksan beşi geçtiği tahminler yapılıyor, örneğin nihai kullanıcısı birkaç binden kalan bir hava limanını milyonlarca kişinin kullanacağı ileri sürülüyordu. Tabii, yatırımcı şirket bunun tamamen uydurma olduğunu bildiği için, ona eğer bu rakama ulaşılamazsa, aradaki farkın devlet tarafından ödeneceği garanti ediliyordu. Burada ikinci bir formül daha devreye sokuluyordu. Devlet yatırımcıya birim kullanıcıdan sağlanacak maktu bir gelir de vaat ediyor ve bu taahhüt değerini Türk lirasına kıyasla daha iyi koruyan dolar veya euro gibi bir birim üzerinden yapılıyordu. Özetle devlet iki garantiyi birleştiriyordu. Bir kere, toplam kullanıcı sayısını garanti ederek, hizmeti kullanan veya kullanmayana bakılmaksızın ödeme yapmayı garanti ediyordu. Sonra, her kullanıcı için Türk lirası gibi sürekli değer kaybeden bir birim yerine değeri Türk lirası karşısında giderek yükselen bir birimle ödeme yaparak, yatırımcının sağladığı hizmetin gelirinin düşmesini de engellemiş oluyordu.
Örnekleri tünellerden, hava limanlarından verdim ama yap-işlet-devret sisteminin çok yaygın başvurulan bir yöntem olduğunu biliyoruz. Bu yöntem kullanılarak başta hastaneler olmak üzere başka yatırımlar da yapıldı. Her biri bütçeden her yıl tahsisat talep ediyor. Gelir fazlası veren ve fazlasını devlete aktaran herhangi bir işletme olduğunu ben duymadım. Bilen varsa, rica ediyorum beni haberdar etsin.
HER BİRİ BÜTÇEDEN HER YIL TAHSİSAT TALEP EDİYOR
Bu sistemin sonucunda ortaya sanılandan daha fazla tuhaflık çıkmış bulunuyor. Sadece kullanıcı sayısının abartıldığı değil, beklenenin üzerinde kullanıcının yararlandığı, yani hizmeti kullananların öngörülen kullanıcı sayısını aştığı ortamlarda bile, yatırımcıya ödeme yapılıyor. Neden? Efendim, kullanıcılardan Türk lirası olarak tahsil edilen ve genellikle yüksek bulunan bedeller bile yabancı güvenilir para birimlerine göre hesaplanan tahsilat bedellerini karşılamadığı için, aradaki farkı devletimiz üstleniyormuş. Bunun en canlı örneği, hepimizin yakından tanıdığı Boğaz tüneli. Kalabalık saatlerde girmesi bir mesele olan, anlaşıldığı kadarıyla da, öngörülenden daha fazla kişinin kullandığı tünel meğer hükümetimizin takdirlerine göre kullanımı ucuz bir geçitmiş, öngörülenden fazla kişi geçiş parası ödese de, garanti edilen meblağa ulaşılamadığı için aradaki fark zaten dikiş tutmayan devlet bütçesinden karşılanıyormuş. Bana soracak olursanız, bu tünel tam da özel girişimcilerin piyasa kurallarına göre talip olabileceği bir yerdi. Hiç kimseye garanti vermenin gereği yoktu, mevcut geçiş ücretlerine göre de karlılığı yüksek bir yer olması, hadi kesin demeyelim, ama son derece muhtemeldi.
Örnekleri tünellerden, hava limanlarından verdim ama yap-işlet-devret sisteminin çok yaygın başvurulan bir yöntem olduğunu biliyoruz. Bu yöntem kullanılarak başta hastaneler olmak üzere başka yatırımlar da yapıldı. Her biri bütçeden her yıl tahsisat talep ediyor. Gelir fazlası veren ve fazlasını devlete aktaran herhangi bir işletme olduğunu ben duymadım. Bilen varsa, rica ediyorum beni haberdar etsin. Hükümetimiz, ekonomimizi sarsan enflasyonu denetlemek ve bozulan ekonomik dengeleri yeniden kurmak için bir yandan kamu gelirlerinin arttırılmasını, diğer yandan harcamaların kısılmasını istiyor. Yap-İşlet-Devret çerçevesinde gerçekleştirilen projelerin yarattığı yüksek maliyetleri ise kontrol etmek mümkün gözükmüyor. Herhalde, amaçlanan istikrarı kurmaya karşı direnç noktalarından birini bu ödemeler oluşturacaktır.
Ne yapmalı der siniz? Mevcut hükümetin pek bir şey yapmasını beklemek gerçekçi olmayacaktır. Daha girişte belirttiğimiz gibi, şu anda kullanılan formül siyasetin finansmanına da katkı sağlıyor, vazgeçilmesi mümkün gözükmüyor. İktidar değişecek olursa, büyük bir külfetle karşı karşıya kalacağı muhakkaktır. Bu külfeti nasıl aşacaktır? Burada teselli bulunacak nokta, yatırımcıların çoğunun kamuoyunun zaten tanıdığı, iktidarla karmaşık ilişkileri olan yerli müteahhitlerdir. Yapılacak şey, bu zevatı davet ederek, proje için yaptıkları yatırımın dökümünü istemektir. Tabii, bu arada devlet kurumları da böyle bir yatırımın takribi maliyetini hesaplayacaklar, müteahhitlerin maliyetleri şişirmesine imkan vermeyeceklerdir. Böylece müteahhit ve devlet arasında her yatırımın maliyeti üzerinde bir anlaşmaya varmak mümkün olur. Bunda sonra devlet yatırım bedelinin kalan kısmını (bir kısmının kullanım sırasında geri dönüşünün sağlandığı düşünülürse) ödeyerek, bu yükten kurtulabilir. Gerekirse, taksitlendirme de yapılabilir.
“Efendim, yabancı yatırımcılar da vardı, ülkemize güven sarsılır, bir daha kimse yatırım yapmaz!” itirazlarını duyar gibi oluyorum. Sadece şunu söyleyeyim. Yatırım yapan yabancılar da bu işlere nasıl bir oyunun içine girdiklerini bilerek dahil oldular. Belki de, böyle tatsız bir oyundan kurtulmaktan memnuniyet bile duyabilirler. Her halükarda, ciddi yatırımcıların bu yap-işlet-devret macerasından kurtulma girişimini anlayışla karşılayacaklarını tahmin ediyorum. Aslında, yabancı yatırımcıların beklediği ülkemizin 2001 yılından beri taahhüt edip de yerine getirmediği şeffaf bir kamu ihale düzeninin kurulmasıdır. Ülkemizin bu yönde atacağı adımların yaratacağı memnuniyet, diğer sıkıntıları gölgede bırakacak niteliktedir. Ennetice, çekinilecek bir şey yoktur.
Hükümetimizin başımıza sardığı bu Yap-İşlet-Devret modelinin yıkıcı etkisinden kurtulmamız gerekiyor. Yoksa, dünyada en fazla kaynak kullanıp en az iş yapan ülke rekorunu kimseye kaptırmayız.
Yorum Yazın