Edebiyat metinleriyle ilgili bu saptamalara dayanarak yanlış sonuçlara varılabilir. Balkan Savaşları, İstiklal Savaşı, Emperyalizm ve benzer saldırılar yüzünden toplum içinde ötekileştirici ve saldırgan tepkiler doğdu biçiminde bir değerlendirme yanlıştır, en azından eksiktir. Çünkü saldırı savaşları geçmişte de hep var olmuştu, ama bunlar milliyetçi tepkilere neden olmamışlardı. 1910’larda sonra gördüğümüz tepkiler “milliyetçi” tepkilerdir. Artık yeni bir ideoloji yüzünden olaylar belli bir biz-öteki temelinde yorumlanmaktadır.
Okul kitaplarının ve “milli tarihçiliğin” özelliği resmiyetidir; devleti ve hükümeti resmen temsil etmeseler de, onların “dünyasını” resmederler. Edebiyat öyle değil. Dilinin farklı olması bir yana, asıl özelliği çeşitliliğidir. Edebiyat dünyasında, aynı oranlarda olmasalar da, her türlü görüş bulunabilir. Dolayısıyla “toplumu” da görürüz veya en azından sezeriz o metinlerde. Kimdi “Fransa’yı anlamak istiyorsanız Balzak okuyun” diyen? Hatırlayamadım. Sanırım Engels’ti.
Ama o zengin ve güzel edebiyat dünyasına değil, yalnız “milli” olanına bakacağız şimdi. Ve konumuzla sınırlı kalarak: Türkiye neden Batı Avrupa gibi zengin ve demokratik olamadı? Sorunun yanıtı kısmen algılarımızda, inançlarımızda, yanlışlarımızda, elsikliklerimizde, istediklerimizde veya sevmediğimizden istemediklerimizde bulunuyor: Batı, batılılaşma ve çağdaşlaşma olarak bakalım ne anlamışız?
Kimilerine göre sebep “ötekilerdir”, bunlar genellikle günah keçileridir. Bu keçileri en sık kullananlar olaylara “milli açıdan” bakanlardır. Bir farklı bakış açısı örneği vereyim: Bir kitabın başlığı “Azınlıklar ve Osmanlı İmparatorluğu’nun Yok Olması” biçimimdedir; başka biri aynı olaya “Osmanlı İmparatorluğu ve Azınlıkların Yok Olması” diyebilir. Algılar ve kimlikler böylesine renkli gözlükler gibidir: Bir kez taktık mı, her birimiz seçtiğimiz renge göre görürüz çevremizi. Bu temelde, Türkçe edebiyat metinlerinde “Batı” kavramının nasıl ortaya çıktığına ve nasıl geliştiğine ve nasıl “olumlu” bir yargıdan, korkulan ve istenmeyen bir “düşmana” evirildiğine daha yakından bakalım. Belki bu “süreçten” Batılılaşmadaki başarısızlıkların bazı nedenlerini de seçebiliriz.
*
İlk Türkçe romanlar deyince aklımıza Şemsettin Sami, Ahmet Mithat, Halit Ziya Uşaklıgil, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Samipaşazade Sezai gibi yazarlar gelir. Bu aydınların büyük bir bölümü toplumlarına "Osmanlıcı" diyebileceğimiz bir anlayışla bakmışlar ve yapıtlarında bu tür bir anlayışı dile getirmişlerdir. Batı genel olarak olumlu resmedilir: Batı ileridir ve batılılar olumlu kimselerdir. Yabancıların ve gayrimüslimlerin yaşadığı Beyoğlu semti bu yazarların yapıtlarında hoştur.
Şemsettin Sami (1850-1904) Taaşuk-ı Tal'at ve Fitnat (1872) adlı romanında geleneksel toplumu eleştirel bir biçimde sergiler. Hristiyan "madam"ların alafrangalığı değil, yerel eğilimler eleştirilmekte: "Bu alafrangalık değil, alafranga bunu kabul etmez... madamlar çıkarlar, erkeklerin meclislerine girerler, kahvelerde otururlar. Fakat bir madama, kocasını yahut biraderini, ya babasını kolundan alıp kemal-i vakarla yürüyerek, ırzına helal getirmeyecek bir yere gidip kemal-i edeple oturur. Hiç kimse yüzüne bakmaya cesaret edemez. Halbuki bizimkileri öyle değil. Biz karılarımızı, kızlarımızı bir arabacıya teslim edip, Allah'a emanet, nereye götürürse götürsün".
Ahmet Mithat da (1844-1912). Batı dünyasına sempati ve beğeni ile bakar. Ayrıca batılı ve doğulu insanlar arasında farklı özellikler görmekle birlikte, uzlaşmaz çelişkiler ve tarihsel düşmanlıklar görmez. 1790'lı yıllarda Batı'yı gezen bir denizcinin serüvenlerini anlatan Hasan Mellah (1874) adlı romanında İspanyol kasabaları güzeldir, rahibe Sipros, öğretmen Mari ve Cuzella olumlu kadınlardır. Din farkı aşka ve evliliklere engel değildir: "Dinlerin hepsi de insanları bir Tanrı'nın ibadetine davet ediyor... Hiçbir din yoktur ki, Yüce Tanrı'yı bizden daha az mukaddes bilsin" der Cuzella. Pavlos adlı Hristiyan ile Hasan arasında içten bir baba/oğul ilişkisi oluşur.
Bu yazar Cumhuriyet devrimlerinden yarım yüzyıl önce, batı modelinin Müslüman bir toplumda aynen uygulanmasını yararlı sayar: Mevla Seydi Fas'ta "İspanya'dan getirttiği adamlara Avrupa'daki kanunları Arapça'ya tercüme ettirip, bunların içinde en uygun bulduğu hükümleri seçerek devlete öyle idare şekli verdi... Şimdiki asırda, Avrupa'nın iyi yönetim usullerini tamamiyle kabul etmedikten sonra Fas için kurtuluş yolu olamayacağı" vurgulanır. Gericiler "kafir icadı" diye bu gelişmelere karşı çıkarlar romanda.Aydınlanmacı bir anlayış romanda belirgindir. Batılı olumlu bir kadın "her kanunu aslında tabiatın (Allah'ın değil, H.M.) koyduğu"na inanır. Buharalı bir bilgin ise farklı mezheplerden insanların birbirine karşı olmalarını kendi "mezheplerini koruma" isteklerine bağlar, oysa "insan için, bütün dünyanın doğum yeri olması kâfi değil mi".
Felâtun Bey ile Râkım Efendi (1876) romanında da olumlu bir kimse olan Râkım Efendi her açıdan alafranga bir kimsedir: Fransızca bilir, İngilizler'le dostluklar kurar, karısına piyano ve Fransızca dersleri aldırır, bira ve mastika içer. Kültüre eğilimli olumlu İngiliz kızlarının "merakları kitaptır". Yazarın son romanı olan Jön Türk'te (1910) ise Hristiyanlar'ın yaşadığı Beyoğlu'nun bir tür Avrupa olduğunu okuyoruz: "İskenderiye şehrinin yeni mahalleleri ve bahusus Avrupalılar'ın sakin oldukları yerler adeta bir Avrupa memleketidir. İstanbul'un tenha mahallerine nisbetle Galata ve Beyoğlu gibi".
Recaizade Mahmut Ekrem'in (1847-1914) Araba Sevdası'nda (1896) alafrangalığa özenen ve "maksadı görmek değil, görünmek olan" Bihruz Bey eleştirilir. Kötü olan batıcılık değil, körü körüne bir hayranlıkla yerel olanın dışlanmasıdır. Genel olarak Batı ve Avrupa romanda olumsuz değildir.
Samipaşazade Sezai'nin (1860-1936) Sergüzeşt (1889) romanında olumlu ve olumsuz Batı yanyanadır. Paris'te "medeniyet" kaynaşmasını, "medeniyetin yüceltici terbiyesini" görüyoruz. Ama aynı zamanda "Batının verdiği bir gösteriş ve asalet sevdası, hırs ve emelin doğurduğu bir ikbal ve servet düşkünlüğü..." de yerilmektedir. Asya genellikle olumsuzdur: esaret "Asya vahşetiyle" ilişkili gösterilir.
Halit Ziya Uşaklıgil'in (1866-1945) ve daha genel olarak Edebiyatı Cedide'nin toplumsal konularla (ve toplumla) ilgilenmediği doğru değildir. Halid Ziya, kadın-erkek ilişkileri, ahlaksızlık, dil ve eğitim gibi toplumsal sorunları romanlarda yoğun bir biçimde ele alır; bu metinlerde eksik olan "milli" söylemdir. Mai ve Siyah'ta da (1871) "Hristiyanlar"ın semti Beyoğlu olumlu bir yerdir: aydınlar orada eğlenir, güzel kitaplar orada satılır, buradaki Alman fahişeler bile olumsuz değildir; "Bunların hemen hepsi namusludur. Fuhşun, pisliğin içinde yüzdükleri halde, hemen hepsi memleketlerine döndükleri zaman nişanlılarına evlenme elini temiz ve saf olarak uzatırlar".
Aşk-ı Memnu'da (1900) Avrupa ve Hristiyan kökenli kimseler, yerli Müslümanlar gibi, yani "bizim gibi" sergilenir. Avrupai Beyoğlu sürekli övülür romanda. Oradaki dükkânlar, insanların giyimi, pastaneleri, eğlence tarzı olumludur; "seçkin Rum aileler" oradadır. Hristiyan/Müslüman ayrımı yapılmaz. Matmazel Courton Nihal'i büyüten ağırbaşlı kadındır; görüşleri sağlıklıdır. Onu evden çirkin biçimde uzaklaştıran (Müslüman) Bihter'dir. Matmazel çocuklara "özgür bir ortam vermek için mağazadan mağazaya dolaştırırdı" Beyoğlu'nda.
Recaizade Mahmut Ekrem'in (1847-1914) Araba Sevdası'nda (1896) alafrangalığa özenen ve "maksadı görmek değil, görünmek olan" Bihruz Bey eleştirilir. Kötü olan batıcılık değil, körü körüne bir hayranlıkla yerel olanın dışlanmasıdır. Genel olarak Batı ve Avrupa romanda olumsuz değildir.
*
Bu yazarlar Osmanlı toplumuna ölçülü bir biçimde eleştirel bakmışlar, özellikle kölelik, odalık ve cariyelik, görücü ile evlenme, birden çok kadınla evlenme gibi toplumsal konuları ele almışlardı. Kimi yazarlar, dönemin elverdiği derecede siyasal bir eleştiri de dile getirmişlerdi. Ülkenin yönetim biçiminin daha "Avrupai" olmasını açık yada kapalı bir biçimde ileriye sürmüşlerdi. Aile içinde, insanlar arasında ve toplum içinde daha "yararlı" sayılan temel bazı Batılı değerler savunulmuştu.Batı ve batılı kimseler genel olarak olumlu, sevimli, ileri, dürüst ve mutlu kimselerdir. Romanlarda Müslüman-Hristiyan ilişkileri iyi ya da "normal"dir. Eleştirilenler, gerçekten alafranga olamayıp, alafrangalığa özenen, özendikleri Batılı kimselere göre yeteneksiz kalan "bizimkiler"dir. En olumlu Osmanlılar batılılar gibi kültürlü ve görgülü olan erkek ve kadınlardır.
Din "sorun" değildir. Özellikle Ahmet Mithat'a göre "dinlerin hepsi" aynı derecede yüceltir Tanrı'yı. Bundan, Osmanlıcılar'ın kendi kültürlerinden yana bir tercihleri olmadığı, kendi inançlarına bağlı ve geleneklerine saygılı olmadıkları anlaşılmamalıdır. Bütün bu romanlarda Batı'yı körü körüne izleyenler sürekli eleştirilir. Ancak batı temel düşman değildir ve olumlu yanları kabul edilir.
Söz konusu romanlarda ortaya çıkan kimlikler bir yanda Müslüman Osmanlı kimliği öte yanda Hristiyan milletlerin (Batı'nın, Avrupa'nın) kimliğidir. Ancak bu iki kimlik arasında bir karşıtlık, bir uzlaşmazlık görülmez. Batı ve Osmanlı toplumu arasında, Hristiyan-Müslüman dünyası arasında bir çıkar çatışması görülmez. "İnsancıl" ya da Aydınlanmacı bir anlayış kimi yazarlarda çok belirgindir. Bu yazarlar dünyayı, uzak ve yakın çevrelerini uzlaşmaz "din" ya da "millet" grupları olarak değil, ileri ve geri, bilgili ve bilgisiz, kültürlü ve kültürsüz kimseler ve topluluklar olarak algıladılar. Bilim yüceleştirilmekte, geleneksel alışkanlıklar kuşku ile karşılanmakta.
Bu kimliklerin bir doğal sonucu olarak bu romanlarda üstün ve aşağı etnik gruplar yoktur. Üstün ve aşağı dinler de yoktur. Milletler ve ülkeler arasında kin, düşmanlık, kötü niyet vb. gibi düşman duygulara da hiç rastlanmaz Tarihsel olaylar "milli tarih" bilincinden uzak bir anlayışla anlatılır. Beyoğlu aleyhine bir söz bulmak kolay değildir. Bu yöredeki genelevler bile "normal" genelevlerdir. Bu evlerin, hele etnik bir temelde kötülenmesi söz konusu değildir.Gayri-Müslim kahramanlar bu romanlarda toplumun ayrılmaz, normal bir parçası olarak resmedilir.
Ancak romanlarda görülen bu “Batıcılık”, 1908-1910 yıllarında birden son bulacak ve Milli Edebiyat hareketi çerçevesinde ortaya “olumsuz bir Batı” çıkacaktır. Bu "yeni ortama" uyum sağlayamayan Osmanlıcı yazarlar artık yazmaz olmuşlardı. 1871 yılından 1905 yılına kadar her yıl 3-4 edebi yapıt yayımlayan Ahmet Mithat'ın, öldüğü 1914 yılına kadar tek bir roman yayınladı. 1945 yılında ölen Halit Ziya 1902 yılından sonra roman yazmamıştır. Özellikle Şemsettin Sami, Samipaşazade Sezai, Recaizade Ekrem, Saffet Nezihi ve Ebubekir Hazım Tepeyran yaşamlarının son 20 ile 40 yıllarında sessiz kalmışlardır. Yani bu yazarlar belli bir dönemin, yaklaşık olarak 1910 yılından önceki dönemin yazarları görünümündedir.
*
Hüseyin Rahmi 1890'ların Osmanlıcısı değildir artık. "Türk" sözcüğünün çok sık geçtiği Billur Kalp'te (1926) Batı sık sık eleştirilir. Avrupa'nın kendi uluslarını gözeterek başkalarına kötülük ettikleri söylenir. Beyoğlu da artık olumlu değil, genelevler bölgesi gibidir bu romanda.
Milliyetçi anlayışa geçmenin ne anlama geldiğini bir yazarın “değiştirmesinde” görebiliriz. Hüseyin Rahmi Gürpınar (1864-1944) “değişmiş” bir yazardır: Osmanlı iken, birden milli oldu! İlk romanını 1889 yılında yayımlamış, sonuncusunu da 1943 yılında. Elli dört yıllık bu yazı süresi içinde birden oldu değişiklik, 1910’lu yıllarda.
İffet'te (1896) bu dönemin yapıtlarında olduğu gibi, Beyoğlu hoş bir yerdir; güzel yemekler, şık mağazalar oradadır. Mürebbiye'de (1899), Fransız yosması Anjel'in batının bir simgesi olmadığını anlıyoruz, çünkü bu tip kadınların "Paris'te bile" bulunmadığını açıklar yazar önsözde.
Metres'te (1899) Batılıların kimi alanlardaki üstünlükleri açıktır: Fransız Mösyö Jan, terbiyesizliklere dayanamayıp çıkıp giderken, Rum ve Müslüman hocalar, herhalde baş eğmeye daha yatkın olduklarından, aşağılanmalara katlanırlar . Fransız metres Parnas da çok kültürlü, şiiri seven bir bayandır. Osmanlılardan bazıları ise ne de olsa "doğulu"durlar: "Ben şarklıyım. Avrupa adetlerine gösterdiğim hayranlığa bakma, bu halim dıştandır, bende pek o kadar medeni bir Avrupalı havası yoktur. Ben kıskanırım" der biri. Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç (1912) ise milli savaşlara karşı "insancıl" (hatta Avrupa Birliği habercisi gibi) bir tutum sergiler: ilim ve gerçek kabul edilirse savaş olmayacaktır:
"bütün devletler... birleşmeye ve Balkan hükümetleri hep birden dostça harekete mecbur kalacaklar. Avrupa siyasetinde ilk ve belki de son defa olarak genel kurtuluşun genel birleşmede olacağı gerçeği entrikasızca kabul edilmek harikası görülecekti(r).
"İnsanlığın kurtuluş ve saadetinin sırf dostluk ve eşitlikte olduğu anlaşıldı... Şimdiki milletlerin hiçbiri meğerse medeni diye adlandırmaya layık değilmiş."
Sevda Peşinde (1912) Heybeli ve Büyükada'da geçer: romanda Rumlar çoktur. Burada "insancıl" söylemi okuyoruz: "Her gün savaş alanlarından gelen zafer telgraflarından, düşmanın büyük zararı, verdiği kayıp sayısı haber alındıkça bütün yüzleri bir sevinç ve neşe kaplıyor... Ölüme sevinilmez, acınılır". Sonra herhangi bir milletten bir askerin ölümü anlatılır ve "Bu hangi tarafın askerinden olursa olsun memleket savunması için canını feda etmiş... bir vatan oğludur" diye ölenlerden yana tavrını ortaya koyar. Savaşları yerer: "Bir devlet sınır komşusu başka bir devleti savaşarak yeneceğini anlayınca... savaş ilan etmek için bir takım sebepler aramak icadına bakar".
Ama yine 1912 yılında yayımlanan Cadı romanında farklı bir anlayışın ortaya çıktığını görüyoruz. Yazar artık “değişmiştir”. Avrupalı ile "Türk", Batı ile Doğu karşı karşıya gelir gibidir. Rumeli Hisarı bölgesindeki bazı pisliklerle ilgili olarak "Avrupalı gelir, Türk'ün ruhunu bu çöplükte arar ve hakkımızda korkunç hükmümü verir" der. Robert College okulunun varlığı da kuşku ile karşılanır: "İngilizler'in yurdumuzda bir nüfuz alanı demek olan o üstten bakan yerde okul binaları artıkça artıyor... İşte buna... barışçı yollarla fetih derler". Türklük ile birlikte, “yabancının” neden olduğu rahatsızlık Hüseyin Rahmi'de bu romanla ilk kez böylesine ortaya çıkar:
"Bu memlekette üstün ve başarılı yaşamak için Türk'ten başka bir şey olmak gerekiyor. Yurdumuzda Alman, İngiliz, Fransız, Rus üstünlüğü, her şeye söz geçirmesi her gün bizi biraz daha kaplayarak boğuyor."
Bu paragrafın içinde 1) "Türk" olan "biz", 2) bize engel olan "yabancılar", 3) öteki milletlerle uzlaşmaz bir durum ve 4) Türk'ü boğan "milli bir duygu"yu buluyoruz. Hayattan Sahneler'de (1919) Türk ve Türkçülük konularına geniş yer veriliyor. Özgürlük, bugüne anlam veren tarih, bizim şehitler, Türk ırkının özellikleri, bize saldıran "ötekiler" ve Doğu’nun üstün yanları vurgulanıyor. Bütün bunlar bir mezarın tasviri içinden çıkıyor. "Türk, tabiatın keyfine dokunmaktan korkar, her şeyin düzenini Allah'a bırakır...; mezardaki Türk'ün görünmez ruhunu bu eserlerinden çıkarmak... hiç güç değil... Burası Batı'dan üstündür:
"Burada terakki etmiş memleketlerde olduğu gibi sanat ve para servetini gösterebilecek abideler yok... Ölüler... salt bir hürriyete burada kavuşmuşlar. ... Surlarının her taşı birer tarih sayfası; dünya milletleri "senin ilhamın önünde meftun ve şaşırmış kalıyorlar... Her avuç toprağında bir Türk cesedi yattığını görürsün."
Meyhanede Hanımlar'da (1924) ilk kez Gayrimüslimler’in yaşadığı yöreler de artık beğenilmemeye başlanır:
"Artık Türk, Şişli'nin, Büyükada'nın kendine hiç benzemeyen ailelerini sahnede seyretmekten usandı... Bu sanat aynasında kendini görmek istiyor... Arada sizin kalemleriniz din değiştiriyor, günden güne kendi topluluğumuzun özeliklerinden, karakterlerinden ayrılarak Türk'ten büsbütün başka Frenk'ten çok adi bir şey oluyorsunuz."
Burada iki yeni kavram görüyoruz: 1) Türk "karakteri" ve 2) bu karakterin Frenk'ten "büsbütün başka" olabileceğidir. 1925'te yayımlanan Ben Deli Miyim? romanında artık “öteki” kesin belli olmakta: "Bizde işlerin kapıları iki anahtarla açılır: yaltaklanma, rüşvet. Buradaki Rum, Ermeni, Yahudi dalavereciler hep bu iki anahtarı kullanmadaki maharetleri sayesinde milyoner olmuşlardır. Bu iki maymuncuğu nihayet cumhuriyet idaresine uydurdular" ... Parazit yaşadığınız bir memlekette ev sahibinden daha tok, daha refah içindesiniz... Fakat bu iş böyle gitmeyecek. Bugün ellerinizdeki bütün dalavere menbalarını kurutacağız. Mal sahibi malının başına geçecek. Siz onun uşaklığını edeceksiniz". Hüseyin Rahmi 1890'ların Osmanlıcısı değildir artık. "Türk" sözcüğünün çok sık geçtiği Billur Kalp'te (1926) Batı sık sık eleştirilir. Avrupa'nın kendi uluslarını gözeterek başkalarına kötülük ettikleri söylenir. Beyoğlu da artık olumlu değil, genelevler bölgesi gibidir bu romanda.
*
Attilâ İlhan’ın (1925-2005) Yaraya Tuz Basmak (1978) romanında anti-emperyalist bir söylem içinde Batı düşman olarak algılanıyor. Batı’dan alınan paranın “bir şey karşılığı” olduğu vurgulanır: “Biz bu deyyusların işine yarayan bir şey yapamazsak bu parayı verirler mi?” “Onların” lehine yapılanları ise “bizim” aleyhimize olacağı, her iki yanı da kazançlı çıkaracak bir ortaklığın olamayacağı ilgili söylem içinde ortaya çıkıyor. İç düşmanların arkasında da Batı bulunuyor.
1910 yılından sonra Batı, edebiyat metinlerinde olumsuzdur; iki alanda: hem siyasi düşmandır, yani Türk milleti ve ülkesi için bir tehlike ve bir tehdittir, hem de Batı “değer” olarak bize göre aşağıdır, hatta ahlaken de sorunludur. Doğu ile Batı arasında aşılamaz uçurumlar vardır, yani bu iki dünya uzlaşmazdır. Bu karşıtlık kimi zaman Doğu-Batı, kimi zaman da Müslüman-Hristiyan olarak dile getirilir. Sol eğilimli yazarlar ise biz-emperyalistler temelinde bir dünya algılarlar. Bu görüşleri dile getiren yazarlar pek çoktur. Onlarcasını sergilemek olanaklı olmadığı için tanınmış bazı yazarların ifadeleriyle yetineceğim.
Bu yazarların “Batı algısını” okurken bir parametreyi ve bir problematiği akılda tutmak gerekiyor: Türk edebiyatı yalnız bu tür edebiyat metinlerinden oluşmuyor; Batı’yı farklı algılayan pek çok yazar bulunmakta. Burada “Batı karşıtı” olan yazarlar söz konusudur. Problematik de şu: Batı’yı bu biçimde görenler ve böyle anlayanlar batılılaşmayı ve çağdaşlaşmayı nasıl hayal ediyorlar? Model olarak akıllarında ne var? Bu tür bir Batı algısıyla, “Batılı” olunabilir mi?
Milliyetçi olarak bilinen bir yazarlardan bir örnek: Necip Fazıl Kısakürek’in (1905-1983) tek romanı Aynadaki Yalan’da (1970) Batı’yı çeşitli açılardan eleştirir, ‘biz’e karşı bir ‘öteki’ olarak gösterir. Batı bir bütün olarak ‘karbon olmaya mahkûm bir dünya’dır. Türk devrimlerini bir ‘devrilme’ olarak, ‘dışarıdan idareli’ gelişme olarak görür ve toplum içinde kalmış ‘Türk ruhuna’ inancını belirtir . Çözüm, insanın her anına anlam veren dindedir. Batı ‘sömürgecidir’; Batılılar Batı’da cami de açtırsalar bu ‘siyasi bir göstermelik rolü’ oynar. Batı ile Doğu arasında aşılamaz sınırlar vardır. Kainatın Efendisi’nin sırlarını onlar anlayamaz; “Doğu ve Batı... dünyalarımız arasında derin bir fark uçurumları bulunduğunu, bu uçurumların doldurulamaz olduğunu bilmekteyim” der roman kahramanı Müslüman fikir adamı.
Peyami Safa (1899-1961) romanlarında ‘Batı’yı belirlemek için Rum/Yunan ve Beyoğlu simgesini çok sık kullanır. 1923-1931 yılları arasında yazdığı romanlarda olumsuz Batı hayranı kahramanlar doğrudan Beyoğlu ile ve Rumlarla ilişkilidirler. Sözde Kızlar (1925) romanında ‘Batılılaşan’ Belma’yı kurtarmaya çalışan ağabeyi Salih “Bugünden itibaren Şişli, Beyoğlu yok. Sana Galata köprüsünü geçmek yasak”der. Mahşer’de (1924) Beyoğlu ‘Bir Türk’e, Türkiye’de, Türk olduğunu unutturan’ ve ‘milli bir kin’”doğuran bir yer olarak belirlenir.
Hristiyan-Müslüman karşıtlığını simgeleyen semtler Fatih-Harbiye (1931) romanında başlık bile olur. Fatih ‘saf Türk muhitlerinden’ sayılır. Neriman’ın alafranga yaşamın ‘makineleşmiş, büyük sanayinin barbarlaştırdığı’ etkisinden kurtulmak için ‘Şark unsurlarına’ yanaşması gerekmektedir. Sonunda Neriman kurtulur; Fatih semtine döner; babası Faiz Bey’de “Oh, hay Allah senden razı olsun! Artık mesele kalmadı ya!” der. Farklı yorumlara neden olmuş Matmazel Noraliya’nın Koltuğu adlı romanında (1949) ise, Doğu-Batı çatışması burada da gündemdedir ve Doğu gene olumludur, Batı bağnaz.
Türk edebiyatının en tanınmış yazarlarından Ahmet Hamdi Tanpınar’ın (1901-1962) kimlik ve ideoloji konularındaki tutumu tartışmalara neden olmuştur. Türkiye’de 1900’larda, ‘taklitçiliğe’ hele ‘Batı taklitçiliğine’ karşı çıkmanın, kendi ‘öz kökenlerimize’, ‘değerlerimize ve dinimizin alışkanlıklarına dönmemiz’ gibi söylemin siyasi anlamı bir açıklık kazanmış gibidir. Buna kimileri ‘İslamcı’, kimileri ‘Türk-İslam’ söylemi demiştir. Yazarın kendisi de açık bir biçimde, ‘Milli bir edebiyat’ın kurulması için ‘kendimize dönmemizin’ gereğini, ‘artık Avrupa’dan ilk hamlede alınması lazım gelen şeylerin hemen hepsini almış bulunduğumuzu... şimdi yapılacak şeyin, kendimize, kendi hayatımıza, mazimize, zenginliklerimize dönmek ve mükemmeliyeti olduğu kadar muhtevayı da kendimizde aramaktır’ demiştir.
Huzur (1945) romanında Müslümanlık’la Hristiyanlık’ın temel ve ‘iki dünya arasında münakaşa zemini’ bırakmayan farkını buluyoruz: “Müslümanlık’ta başlangıç günah fikrinin bulunmaması, şu cennetten kovulma hadisesi üzerinde Hristiyanlık’ta olduğu gibi durulmaması, bence teolojiden sanata kadar her sahada tesir yapmış bir keyfiyettir... Bence bu iki dünya arasında münakaşa zemini bile yoktur. Dinde, cemiyetin bünyesinde ayrılış daha ilk adımlarda başlar. Dikkat edin ki, garp medeniyetinde her şey bir kurtulma, bir azat edilme fikri üzerinde kurulur. İnsanoğlu önce kurtulur. İsa (ile), sonra cemiyette sınıf mücadeleleriyle... kurtulur. Bir bakıma biz başından itibaren hürüz’.
Yani ‘bizim’ dinimizle ‘bizim’ sanatımız ilişkilidirler; sanat soyut ya da yalnız ‘kültürle’ ilişkili bir ‘estetik’ sorunu değildir. Ayrıca ‘dinimiz’ bütün dinler gibi bir din de değildir. Farklı ve daha ‘başından itibaren hürriyeti’ sağlayan, öteki dinlere göre daha üstün bir dindir. ‘Hürriyet’ burada doğal olarak ‘siyasal’ değildir; Hak’a giden yoldur. Sanat, dine ve Hak’a giden yol gibidir. Bunları bir bütün olarak görür yazar: “Dede’nin Ferahfeza ayini sadece bir dua, inanan ruhun Allahını aradığı bir çırpınış değildi... Ayin kendiliğinden bir sembol oluyordu... Bir an için Hak ve Hal olan ruh... her şeyin özüne eğiliyor(du)”.
‘Batı’ ile olan dinsel fark ‘etnik’ bir farkla bir arada bulunur. ‘Onlar’dan farklıyız derken, yazarın sürekli gündeme getirdiği Beyoğlu’dur. Burada Rumca şarkıların duyulduğu bir yer, alkol ve sigara dumanı dolu meyhaneler, fahişeler var; burada insanlar ‘hayvani hazlarını’ tatmin ediyorlar . Aydaki Kadın’da da var Beyoğlu; bu söylemde ‘madde ile ruh’un çatışmasını sezmemek çok güç: “Ermeni, Rum, Yahudi tüccarlar. Alabildiğine yaşamak hırsı, kadın ve para avcılığı... Alkol, adab-ı muaşeret ve alakasızlık su gibi akıyordu. Belki bizden fazla okuyorlar, muhakkak bizden fazla çalışıyorlar, hatta belki bizden fazla ve iyi düşünüyorlar. Fakat bir çeşit kapanma ve alakasızlık bütün imkânları kurutuyor. Bir yığın kabuklaşmış sürfe. Her şeyi satıhtan almaya mahkûmmuş gibi yaşıyorlar. Beyoğlu; biraz da onların”. ‘Onlar’ dediği ise ‘başlangıç günahına’ inanan, Batı’ya ve Batı’nın (güya) üstünlüklerine daha yakın olan ama, ‘satıhta’ kalan Ermeniler, Rumlar vb...
Attilâ İlhan’ın (1925-2005) Yaraya Tuz Basmak (1978) romanında anti-emperyalist bir söylem içinde Batı düşman olarak algılanıyor. Batı’dan alınan paranın “bir şey karşılığı” olduğu vurgulanır: “Biz bu deyyusların işine yarayan bir şey yapamazsak bu parayı verirler mi?” “Onların” lehine yapılanları ise “bizim” aleyhimize olacağı, her iki yanı da kazançlı çıkaracak bir ortaklığın olamayacağı ilgili söylem içinde ortaya çıkıyor. İç düşmanların arkasında da Batı bulunuyor.
Tarık Buğra (1918-1994) Osmancık (1983) romanında Türk’ün milli konumunu, özelliğini ve bir tür tarihsel misyonunu vermek ister gibidir. Türk’ün tarihsel misyonunu engelleyen güçler ise Bizanslılar, Rumlar’dır. Türk ile Rum arasında kapatılamaz bir “uçurum” vardır; dünyada her ikisine birden yer yoktur: ya biri, ya “öteki”! Fark, dini inançtan ve soy birliğinden kaynaklanıyor gibidir:
“Osman beğ... Aya Yorgi gibi, Dukas gibi, Aleksius ve Fileratos gibi, Kalanoz gibi, önüne erlerini siper etmemiştir. Ve, hep böyle olacaktır bu, çünkü o da, İkizce’de ölenler gibi, ne için, ne uğruna öleceğini bilmekte, tıpkı onlar gibi, ölümünün kendisine Cennet’in kapısını açacağına iman etmektedir”. Rumlar ne için savaştıklarını bilmemektedirler, iman edip Cennet’e gitmeyeceklerdir. “Ya biz, ya onlar. Allah’ın takdiri budur. Gayrısı yoktur: Ya biz, ya onlar! Ya biz ya onlar”.
*
Romanlardaki Batı karşıtlığı konusunun ilginç bir yanı, milliyetçi olmayan, daha doğrusu kendilerini sol veya hümanist olarak gören yazarlarda da aynı karşıtlığın bulunmasıdır. Halikarnas Balıkçısı, Kemal Tahir, Fikret Otyam, Hassan İzzettin Dinamo gibi yazarlar söz konusudur.
Halikarnas Balıkçısı’nın (Cevat Şakir Kabaağaçlı 1886-1973), Turgut Reis (1966) romanı, “biz Türkler” ile “ötekinin”, yani Batı’nın veya Hristiyan dünyanın arasında var olan karşıtlığın en abartılı bir biçimde gösterildiği bir romandır. Turgut Reis’in serüvenlerini konu edinen romanda Batı bir bütün olarak çok olumsuz resmedilir. Batı, bütün kusurları kendisinde toplamış gibidir; ‘öteki’ kesin olarak kötüdür. Türkler ise tam tersine her zaman çok üstündür, eksiksizdir.
Şövalyeler ‘bizim’ bebekleri öldürür, insanları diri diri denize atarlar, zevkleri için kazığa oturturlar, ‘biz Türkler işimizle uğraşırken’, onlar hep saldırırlar, etrafı yağma ederler oysa Türkler ancak ‘ganimet alır’, ‘Müslüman’ız diye bizi keserler’ çünkü onlar ‘yaradılışlarından’ öyledirler, köylüler boğazlanır, ‘yanaklarından delerek çenelerinden bir ip geçirmişler, kafa demeti biçiminde ağaçlara asmışlar’, kulaklara kızgın bezir yağı akıtırlar, Müslümanlar’ı zorla Hristiyan yapmak için korkunç işkenceler yapılır, kızlar çıldırır, ‘ateşte cayır cayır yakıyor, kesiyor ve namuslarına tecavüz ediyorlar’ yakılanlara bakan yargıçların ağızlarının suyu akar, ‘kızlarımızı’ çıplak oynatırlar, bacaklarının arasında kağıt tutuştururlar.
Batılılar ayrıca ahlak ve cinsel açıdan olumsuzdurlar. ‘Hemen hepsinin metresleri ve bir sürü piçleri var’. Kadınlar genellikle fahişedir, Türk görünce de çılgınca aşık olurlar, peşlerine takılırlar. Ama Turgut Reis böyle kadınlara yüz vermez; bir keresinde böyle şeylere tevessül eden bir güzel prensesi ‘palas pandıras’ kapı dışarı eder Kimi Batılı erkekler karılarını peşkeş çekerler.
Romanda tek bir olumlu Batılı yoktur. Bütün Türkler (‘Osmanlı’ sözü pek geçmez) örnek kimselerdir; savaşçıdırlar, cesurdurlar, bilimde çok ileridirler, ‘insancasına’ yalnız işleriyle ilgilenmek isterler ama Batılılar onlara hep saldırır. Türk akınlarının temel nedeni Türk tutsaklarını kurtarmaktı. Türk gemileri temizdir, bu yüzden de bu gemilerde ‘hiç’ salgın hastalık olmaz. Turgut Reis bir kente gece baskını yapınca sabahleyin tellâl gezdirerek ‘halkı gece rahatsız ettiği için’ özür dilerdi.
Kemal Tahir’in (1910-1973) romanlarında da “Türkler Batılılar’dan temelde farklıdır ve üstündür” biçiminde özetlenebilecek görüş yaygındır. Romanlarında çizdiği Anadolu düzeni Batı’nın bir antitezi gibidir. Batı geri, kötü ve zararlı olandır; ‘biz’ iyi, üstün ve yararlı olanız.
Esir Şehrin İnsanları’nda (1956) “farkı” okuyoruz: Kemal Bey’in “Avrupa kültürüne rağmen ruhunda bitmez tükenmez bir Doğulu zevki vardı. Türk hafızın, ezan, mevlit, Kur’an üzerine yaptığı ses oyunları, Türk halısının, Türk çinisinin, Türk minyatürünün özbiçim özellikleri içine işlemiş olmalıydı”.
Yorgun Savaşcı’da (1965) yazar ‘Doğu’ kavramını ve ‘biz’ kimliğini açık bir biçimde dile getirir. Bir Alman arkeolog Doğu’yu anlatır. Toprak ve iklim özellikleri yüzünden Anadolu’ya ‘özel mülkiyet yerleşip gelişemez, zenginlikler sayılı ellerde toplanamaz’. Bu yörede bayındırlık işlerini ancak devlet yapabileceğinden ‘sizin topraklar devlet elindedir’der Alman. Bundan dolayı Batı’da devlet halkı ezer, Doğu’da (yani Türkiye’de) ‘sizin devlet, ana ödeviyle toplumu İhya Edici’dir... Kemal Tahir’in en ünlü romanlarından sayılan Devlet Ana’da (1967) Doğu ile Batı’nın nasıl farklı ve düşman oldukları gösterilir. Batı Katolik dünyadır; Doğu, Türkler ve Türkler’e yakın olan Ortodokslar’dır.
Batı ya da Latin dünyanın ne denli olumsuz olduğunu 1290 yıllarında Anadolu’da geçen olayların içinden görüyoruz. Batı’da insanlar it tasmasıyla dolaşır, evlenecek kızların bekâretini Tekfurlar bozar, soylular canı çekince köylüyü asar , pislik içindedir, insanlar diri diri yakılır, vb. Öte yanda, ‘üstün’ Türkler vardır. Osmanlı yöneticiler ‘programlarını’ dile getirirler: “‘Köleliğe karşı, Frenk soygununa, zulmüne, ırk düşmanlığına karşı biz hoşgörü, dayanışma, can, ırz, mal güvenliği sağlayacağız. Alınteriyle çalışanlar bizden yana olacak ister istemez”.
Edebiyat metinleriyle ilgili bu saptamalara dayanarak yanlış sonuçlara varılabilir. Balkan Savaşları, İstiklal Savaşı, Emperyalizm ve benzer saldırılar yüzünden toplum içinde ötekileştirici ve saldırgan tepkiler doğdu biçiminde bir değerlendirme yanlıştır, en azından eksiktir. Çünkü saldırı savaşları geçmişte de hep var olmuştu, ama bunlar milliyetçi tepkilere neden olmamışlardı. 1910’larda sonra gördüğümüz tepkiler “milliyetçi” tepkilerdir. Artık yeni bir ideoloji yüzünden olaylar belli bir biz-öteki temelinde yorumlanmaktadır. Ve belki daha önemlisi, herkesin bu ideolojinin etkisinde olmadığını görüyoruz: Bazı yazarlar yeni havaya ayak uyudurmadıklarını ve artık sustuklarını görüyoruz. Zaten kısa bir süre sonra bu milliyetçi dünya görüşüne tepkilerin doğduğunu ve Nazım Hikmet ve Orhan Kemal gibi yazarların çevrelerine milliyetçi olmayan farklı bir yorum ile baktıklarını da biliyoruz.
*

Yorum Yazın