Demokratik devlet cumhuriyeti aşar. Bu kesindir. Çünkü her cumhuriyet demokrasi değildir. Hele etnik bir unsurun hakimiyetinde kurulmuş ulus-devletlerin demokratikleşmesi daha da güç bir süreç. Ayrıca, belirttiğim gibi, eğer o ulus devlet bir devrim sıçramasıyla kurulmuşsa özünü muhafaza etmek demokratik gelişmelerin önüne daima set çekmeye yol açar.
Türkiye’de zaman zaman bir dalga kabarır ve o dalga içinde cumhuriyetle ilgili sorunlar dile getirilir. Bu türden yaklaşımlar görülmesine görülür ama özünde marjinal kalır. Cumhuriyet ve cumhuriyetçilik, Namık Kemal’den bu yana Türkiye’deki tüm kurumların kendilerine yaşam alanı bulmak için istediği ve ‘kullandığı’ bir araç konumundadır. Ne olduğu pek bilinmez. Özünde bir yönetim şekli olmasına rağmen Türkiye’de devletin özü kabul edilir, bir şeyin özü de kendisidir. Cumhuriyet, Türkiye’de ‘rejim’ farz edilir. Hatta, demokrasi sayılır cumhuriyet. Demokrasinin olmadığı düzlemlerde cumhuriyet bizatihi demokrasi gibi sunulduğundan böylesi bir tutum kendisini göstermiştir. Oysa tersi daha fazla doğrudur. Cumhuriyet doğrudan demokrasi değildir ama demokrasi doğrudan bir cumhuriyettir. Çok sıkıştığı zaman Amerika kendisini Federal Cumhuriyet olarak tanımlasa de öncelikle demokrasi diye görür ve ifade eder. Çünkü, demokrasi cumhuriyeti öncelemiştir. Oysa şimdi yıkılan Arap yönetimlerinin hemen hemen tamamı cumhuriyetti, hatta ‘halk cumhuriyeti’ydi.
101. yılına girdiğimizde herkesin bir yere çekiştirdiği bir cumhuriyet var ve onun dönüşmediğini söylemek saçmadır. Başlayan ve devam eden her şey dönüşür. Ama Türkiye’deki cumhuriyetin dönüşümü biraz daha farklı. Tabii bir seyrin getirdiği dönüşümden ziyade açık müdahalelerle farklılaşan bir cumhuriyet söz konusu. Cumhuriyetin bugün bir ‘proje’ olarak ne kadar devam ettiğini hatta neye tekabül ettiğini ciddi şekilde sorgulamak gerekir. Ama doğru ama yanlış, gerçek bu.
Daha da ötesi var. Cumhuriyet Türkiye’de bir devlet projesi olarak kuruldu. Abbe Sieyes’in meşhur ‘tiers état’ dediği, üçüncü kuvvet veya kesim halktı ve cumhuriyetin asıl gücü oydu. Cumhuriyeti halkın iradesi kurardı ve kurucu irade anayasaları da belirlerdi. Ama Türkiye’de Tanzimat’tan bu yana öylesi bir olguyla karşı karşıya değiliz. Muhtemelen 1960 darbesinden sonra darbeye büyük bir iştahla sarılan çevrelerin aklında bu olgu yer alıyordu ve Menderes hükumetine yönelik kalkışmalar o cümleden sayıldığı için Kurucu Meclisin (1980 darbecileri daha geride bir yerde durduklarından bu kavramdan korkarak anayasayı yapan meclisi ‘Danışma Meclisi’ olarak adlandırdılar) yaptığı anayasayı da ‘demokratik’ diye nitelendirdiler. Aydınların (ki, 12 Mart darbesine kadar Türkiye’de bir başka güç odağıdır) 1960 darbesini cılız ama bir tür Fransız Devrimi gibi gördüklerinde kuşku yok. Yine de bu oluşumda ‘halkın kurucu iradesi’ yer almıyor. 1960 anayasası %60-%40 bölünümüyle kabul görmüştü.
Türkiye’de de devrimci özü korumak adına devletçi zor kullanımı meşrulaştırılmıştır ve o tecebbür (atrocity) cumhuriyetle özdeşleştirilmiştir. Bu yazıda bahsettiğim olguyu ele alarak, devrimin/devletin özü olarak gördüğüm laiklikle süreçler arasındaki ilişkiyi irdeleyeceğim.
Türkiye’de devam eden dönemlerde devletin tayin edici, daha önemlisi, icbar edici gücü artmıştır. Daima bir devlet meselesinden söz etmek şarttır Türkiye’de. Nereden kaynaklanıyor bu güç sorusunun tarihsel yanıtı, ‘devleti kurtarmak’ çabasından diye verilebilir. Tanzimat ve izleyen dönemin çabası budur. Aynı şekilde Jön Türkler ve 1908 hamlesi budur. 1923’e ise artık devlet kurtarmak değil, o çizgiden gelen insanların ‘devlet kurmak’ çabası ortaya çıkar. Devleti, devlet yani daima devletle müşterek hareket eden siyaset, bürokrasi ve militer elitler kurmuştur. Bu kesim tümüyle devletçidir. Buradaki ‘devletçilik’ kavramı herhangi bir ekonomik anlam içermez. Doğrudan doğruya devleti toplumun önünde ve üstünde savunmak anlamına gelir. Yönetici elit bir devrim gerçekleştirmişti (bu kesin bir gerçektir) ve o devrimin özünü daima diri tutmak istemiştir. Siyasal tarih benzeri olgulara bu yazıda ele alacağım şekilde yer verir. Her devrim zamanla bürokratlaşır ve kendi özünün üstüne kapanır. Ancak demokratik açılımı başaran yönetimlerde bu durum aşılabilir. Türkiye’de de devrimci özü korumak adına devletçi zor kullanımı meşrulaştırılmıştır ve o tecebbür (atrocity) cumhuriyetle özdeşleştirilmiştir. Bu yazıda bahsettiğim olguyu ele alarak, devrimin/devletin özü olarak gördüğüm laiklikle süreçler arasındaki ilişkiyi irdeleyeceğim.
Öykü çok kısa ve yalındır. Devlet sürekli olarak şiddet kullanmakta, belli çevreleri imha etmektedir. Fakat bu kısa öykünün özünü bulmak çok zordur. (Daima öyledir, en zor öyküler kısa öykülerdir). Devletin şiddet kaynağı olduğu bellidir de şiddet görenin tanımını yapmak kolay iş değildir.
I
Sorunu temellendirmek için vurgulamam gereken bir nokta var, saf, yalın bir nokta: Türkiye’de olağanüstü ve olağandışı sert bir devlet var. Bu gerçeği hiçbir politik çevre inkâr etmez. Cumhuriyet ve sonra demokrasi sanılan çok partili rejim dönemleri bu olguyu değiştirmemiştir. Devlet her dönemde yönetici eliti aracılığıyla karar verdiği ideolojisini temellendirmek için şiddet uygulamıştır ve yönetici elit/siyasal elit daima diğer elitlerin tasfiyesiyle meşgul olmuştur. Türkiye’de 1920’de Mustafa Suphi ve arkadaşlarının öldürülmesinden başlayarak devam eden 1924, 1938, 1951 tevkifatları bu doğrultudadır. Yetmediği gibi yönetici elit kısmen ‘öteki’ aydınların geliştirdiği 1960 darbesini içine sindirememiş ve intikamını 1971 ve 1980 darbeleriyle almıştır. 1971’de aydınlara karşı gerçekleştirilen darbenin adının ‘Balyoz Harekâtı’ olduğunu anımsamak gerekir. 12 Eylül darbesinden sonra Aydınlar Dilekçesi davası, nihayet Barış Akademisyenleri davaları hep aynı doğrultudadır. Yetmez. Her toplumsal olaydan sonra ‘müsebbibi bunlardır’ diye aydınlara dönük tutuklama girişimleri var. Bir tek örnek: 6-7 Eylül olaylarından sonra bu hareket komünistlerin işidir diye, köşesinde oturan Aziz Nesin tutuklanmıştır. Böyle yüzlerce örnek verilebilir.
Öykü çok kısa ve yalındır. Devlet sürekli olarak şiddet kullanmakta, belli çevreleri imha etmektedir. Fakat bu kısa öykünün özünü bulmak çok zordur. (Daima öyledir, en zor öyküler kısa öykülerdir). Devletin şiddet kaynağı olduğu bellidir de şiddet görenin tanımını yapmak kolay iş değildir. Genel olarak aydınlar diyebiliriz. (O konuda yaptığım ayrıntılı çözümlemeler Türk Siyasetinin Yapısal Analizi isimli kitabımın birinci cildinde mevcuttur.) Yine de ‘aydın’ kavramı bu büyük, kapsamlı, bitmek bilmeyen şiddeti açıklamakta pek yeterli değil. ‘Sol’ diyebilirim. Daha kapsayıcı olacaktır, ideolojik bir bakış açısını yansıtacaktır. Toplumsal olgulara sınıfsal perspektiften bakma yöntemini benimsemiş olduğumdan ‘sol’ tanımının benim için de daha açıklayıcı olduğu kesindir. Ve yine sol tanımı devletin politik/ideolojik konumunu belirlemeye yeten bir tanımdır.
Bu durum son derecede şaşırtıcı ve ürkütücü görünüyor. Henüz cumhuriyetin kurulmadığı 1920’den başlayan bir süreçten söz ediyoruz ki, 1933/34’e kadar Türkiye’nin ayrıca SSCB ile çok doğrudan ve güçlü ilişkileri olacaktır. İlişkiler daha Kurtuluş Savaşı sırasında başlamıştır, malum. İsmet Paşa, Rusya’ya ziyaretinden önce çok net cümleler kurmaktadır: ‘Senelerden beri ciddi tecrübelerden geçmiş olan iki memleket dostluğunu esası Bolşevik Rusya ile milliyetçi Türkiye’nin yüksek menfaatleri arasında ahenk ve muvazenetin (uyum ve dengenin) ve büyük inkılaplar geçirmiş memleket evlatlarında birbirinin sözüne ve niyetine itimadın mevcudiyetidir.’ Türkiye kendisini 1932’de ‘milliyetçi’ olarak görmektedir.
Cumhuriyeti kuran bilincin üstünde büyük iç ve dış etkiler müessirdir. Öncelikle, kurucu dönemin cumhuriyetin düşmanları tarafından yıkılacağına yönelik korkuları gelir. Ardından, 1945 sonrasında başlayan Soğuk Savaş tepkisi belirir.
Doğaldır, bir ulus-devlet modelinden söz ediyoruz ve o modelin dayanağı, 1990’lardan sonra kullandığımız, bana göre yanlış olan ‘ulusçuluk’ terimiyle değil de aslıyla söylersek, milliyetçiliktir. Elbette ‘milliyetçilik’ terimini kullanmak gerekir. Tarihsel anlam yükü ondadır. Ayrıca, milliyetçilik CHP’nin Altı Ok’undan biridir ve bu kavram/ilke 1937 değişikliğiyle, parti-devlet özdeşleşme girişiminin bir uzantısı olarak, 1924 Anayasası’na girerek 1960’a kadar geçerliliğini korumuştur. (Ne yazık ki, bu tarihsellik unutuluyor.) İnönü, aynı yolculuktan döndükten sonra Cumhuriyet Halk Partisi toplantısında konuşurken ‘oradaki (SSCB’deki) içtimai akideler bizim bünyemize muvafık değildir. Bizim için halk fırkasının milliyetçi, halkçı, devletçi ve inkılapçı siyaseti en muvafıktır’ diyecektir. (Bu konuları merak edenler şu kitaba bakabilir: Ali Suat Bilge, Güç Komşuluk Türkiye-Sovyetler Birliği İlişkileri 1920-1964. Ankara: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.) O dönemin metinleri incelenirse devletle ilgili her zeminde millilik ve milliyetçilik kavramlarının öne çıkarıldığı, azimle işlendiği fark edilecektir. Kısacası, Cumhuriyet kurulmuş, ideolojisi millilik/milliyetçilik şeklinde tespit edilmiş, bu ideolojinin sola/komünizme ters düştüğü benimsenmiştir.
Denklemde bir yanlışlık yok, teorisyenleri bakımından. Türkiye’deki cumhuriyetçilik hareketi kendisini inkılapçı saymaktadır. Her inkılapçı hareket komünist olmak zorunda değildir. Bizim inkılapçılığımızın milliyetçilikle özdeşleştiği bu anlatımlarla pekişmiştir. Yargımı destekleyecek sayısız kanıt gösterebilirim ama gerek olduğunu hiç sanmıyorum. Cumhuriyeti kuran bilincin üstünde büyük iç ve dış etkiler müessirdir. Öncelikle, kurucu dönemin cumhuriyetin düşmanları tarafından yıkılacağına yönelik korkuları gelir. Ardından, 1945 sonrasında başlayan Soğuk Savaş tepkisi belirir. Türkiye Cumhuriyeti açıkça Batı (dönemin adlandırmasıyla ‘Hür Dünya’) blokunda yer alır ve tüm bu dönemlerde sola kapalı kalır. 1968 gençlik olayları sonrasında ise aydın/sol-devlet çatışması şiddetlenir. 1970-1980 arasındaki on yıl ve 1980 darbesinden sonraki bir dönem, küreselleşme tartışmaları ve açılımları başlayana kadar devam eder.
İşaret ettiğim hazin tarih bir realitedir. Bu tarih yani aydınlarını/elitini ister istemez sivil toplumunu ve bir bütün olarak toplumun mevcudiyetini tahrip eden, yerle bir eden tarihin bizzat aydınlar tarafından hesaplaşması maalesef yapılmamıştır. Maalesef dememin nedeni şudur. Eğer o muhakeme kurulsaydı o karanlık ve bir o kadar da üzücü zemin bize siyaset bilimi açısından geleceği dönüştürmekte kullanılacak sayısız olanak sunacaktı. Özellikle Türkiye Cumhuriyeti’ndeki devlet gerçeği ancak o analizle anlaşılabilir. Eğer aynı doğrultuda ilerlersem ve bugün de benzeri bir durumun çok farklı bağlamlarda yaşandığını söylersem sorun, ‘sol’ çatışması diye nitelendirdiğim çerçeveyi aşar ve demokratik devlet problemine dönüşür. Ne var ki, Türkiye’de aydınlarla devlet arasında, bunca krize rağmen devam eden ve bir türlü kopmayan bir bağ mevcuttur. Hatta aydınlar zamanla kendi içlerinde ulusalcılar ve karşıtları (?) olarak bölünmüştür. Hele günümüzde cumhuriyet-Kemalizm-devlet-ulusalcılık bir bütün, bir sarmal olarak büsbütün belirleyici bir kutup niteliği kazanmış durumdadır. Üstelik, yetmezmiş gibi, bu çerçeve içinde yer alan aydınlar kendilerini ‘sol’ diye nitelendirebilmektedir. Devlet ve solun birlikteliği ise galiba bizden başka hiçbir yerde görülmemiş bir ilişkidir.
Bugün sol fikirlerinden ötürü kimse tutuklanmıyor, Türkiye, korporatist devlet yani sınıf farklarının olmadığını iddia eden anlayış içinde Faşist İtalya’dan 1936’da aldığı ve ceza kanununa işlediği 141 ve 142. Maddeleri 1991 yılında kaldırdı. Ama bugün görüşlerinden dolayı hapsedilen ve hapiste tutulanlar var, kapatılan gazete ve radyolar mevcut. Gerekçeleri elbette 1924 veya 1951 ya da 1971 gerekçelerinden farklı. O devirlerde sadece komünizm ve sol eğilimler neden olarak gösterilirsek bugün Kürtçülük/bölücülük yani ‘devletin’ bütünlüğü işaret ediliyor ama o argüman da geçmişten beri devam ediyor. Türkiye Cumhuriyeti devleti daima komünizmden korktuğu kadar bölücülükten ve Kürtçülükten çekinmiştir.
Hepsini bir arada değerlendirince devletin ana tepkisinin yani uyguladığı şiddetin demokratikleşmeye, toplumun erginleşmesine, sivil toplumun gelişmesine ilişkin olduğu kesinleşir. Böyle bir yargının ‘demokrasi ikinci dünya savaşı sonrasının rejimidir’ açıklamasıyla geçiştirilemeyeceği besbelli. Çünkü demokrasi bizde ikinci dünya savaşı sonrasında da kurulmadı. 1961 Anayasasının demokratik olduğunu söyledik ama devletin demokratikleştirilmesi bağlamında o anayasa da hayli yetersiz kaldı. Anayasa ulusçulukla/ulus devletle toplumsal gelişmeyi (devlet öncelikli bir vurgu içinde) uzlaştırma kaygısını kısmen taşıyordu. Bu uzak ihtimal Prof. Mümtaz Soysal’ın yazı ve kitaplarına yansımıştır ama Soysal’ın ‘ulusçuluğunun’ hatırlanması kurgunun arkasındaki ilişkiyi göstermesi bakımından hayati derecede önemlidir. Kaldı ki, 1971’de yapılan değişikliklerle o öngörü de buharlaşmıştır ve mesela 1961 Anayasasına baştan beri karşı olan Süleyman Demirel, 12 Mart kabineleriyle iş birliği yaparak anayasanın daha da devletçi bir çizgiye çekilmesi için özellikle destek sağlamıştır. 1982 Anayasası’na değinmenin ise bir anlamı yok. Çünkü, büyük ölçüde 1961 Anayasası’nın ve Fransız anayasasının önsözlerinden etkilenerek yazılmış ilk girişte, ‘kutsal Türk devleti’ ibaresi yer alıyordu ve bir faşist askeri cunta tarafından hazırlatılmıştı. İlk dört maddenin değişmezliği ilkesi ise anayasanın orijinal metninde yer almazken bizzat Kenan Evren tarafından metne işletilmiştir.
Buradan devam edelim, anayasa, cumhuriyet, devlet ilişkisini gözden geçirelim.
Cumhuriyet özünde Osmanlı ilerleme düşüncesinin bu kısıtlamasını Hegelci bir tarih anlayışıyla değiştirmişti. Fakat bugün cumhuriyetçi/ulusalcı çevrelerin aynı muhakemeyi sürdürdüğü bir hakikattir. Yine de kimse bu sorunun üstünde düşünmemekte, o çevreler (tıpkı 1930’ları hayal eden 12 Eylül yönetimi ve bilinci gibi) geçmişin yeniden canlanmasını hayal etmektedir.
II
Türkiye’de bugün mevcut bulunan ve ‘işleyen’ cumhuriyetin ‘kurulmuş’ cumhuriyetle özdeş olduğunu söylemek olanaksız. Genelgeçer kamuoyunda şu ya da bu şekilde sıklıkla dile getirilen bu problemin anakronistik bir yanı var. Hiçbir şey yüz yıl önceki halinde bulunmaz. Değişmeye mahkumdur. Neticede entropinin ikinci kanunun geçerli olduğu bir evrende yaşıyoruz. O zaman geriye Türkiye’deki ‘muhteşem’ sorun, kısıtlama ya da çelişki diyeceğim durum kalıyor. Bir yönetim biçiminin geçmiştekiyle aynı olup olmadığını sormak/sorgulamak ancak bir ideal arayışıyla mümkündür ve gelişme-dışı (non-progressive) bir yaklaşıma tekabül eder. Herhangi bir kavramı genesis (doğuş/kevn) düşüncesiyle el almanın başka bir izahı bulunmaz. İkinci bir açıklama daha söz konusudur. Retrospektif yaklaşımlar, değerlendirmeler, kabuller geçmişteki ideal bir döneme atıfla ad infinitum değerlendirmelerdir. Bir ‘asr-ı saadet’ anlayışıdır ki, İbn Haldun’dan beri bu anlayışın geçerli olmadığını, ama Huntington’un ilk dönem muhafazakârlık çalışmalarından beri de bu anlayışın ancak bir ideoloji eskiyip yeni ihtiyaçlara cevap verememeye başladığında ‘kullanıldığını’ biliyoruz. Cumhuriyet özünde Osmanlı ilerleme düşüncesinin bu kısıtlamasını Hegelci bir tarih anlayışıyla değiştirmişti. Fakat bugün cumhuriyetçi/ulusalcı çevrelerin aynı muhakemeyi sürdürdüğü bir hakikattir. Yine de kimse bu sorunun üstünde düşünmemekte, o çevreler (tıpkı 1930’ları hayal eden 12 Eylül yönetimi ve bilinci gibi) geçmişin yeniden canlanmasını (resurrection) hayal etmektedir. Türkiye bu konuda yalnız değil. Fransa’da da hayli nostaljik vurgularla kendilerini ‘cumhuriyetçi’ olarak tanıtanlar var. Böyle bir anlayışın niye ortaya çıktığını daha önce bu mecrada yayınlanan bir yazımda belirtmiştim. (https://www.yeniarayis.com/yazi/turkiyenin-100-yillik-cumhuriyeti-ikili-yapinin-esrari-69).
Burada devletin şiddet uygulamasını da incelemeye olanak verecek başka bir noktayı vurgulayayım. Türkiye ve Fransa’da cumhuriyet devrim ertesi ortaya çıkmıştır. Fransa’daki durum daha da karışıktır. Cumhuriyet, kiliseye karşı bir egemenlik meselesidir ve burjuvazinin krallığı ortadan kaldırmak için yürüttüğü bir tarihsel hamledir. 1.Fransız cumhuriyeti 21 Eylül 1792’de ilan edilmiştir. Yani devrim cumhuriyeti öncelemiştir. Devrimin ilkeleri cumhuriyeti belirlemiştir. Böyle olunca cumhuriyet-devrim özdeşliğinin akla gelmesi doğaldır. Buna karşılık, kilisenin ortağı ve devrimin kendisine karşı yapıldığı aristokrasi 1789 ertesinde yeniden iktidar olabilmiştir. İlki, 1814 yılında, devrimden 25 yıl sonradır, ama o arada da Napoleon kendisini 1804’te İmparator ilan ederek cumhuriyetin çanına ot tıkamıştır. Kısacası bizde hiç olmayan bir ancien régime ihyası Fransa’da söz konusudur. Gerçek cumhuriyetin de 1830’daki Temmuz Devrimiyle geldiğini vurgulamak gerekir.
Benzeri bir durum Türkiye’de asla gerçekleşmemiş, bir eski rejim kurgusu söz konusu olmamıştır. Ama Fransa’ya benzeyen bir yanımız mevcuttur. Önce CHP kurulmuş, ilkeleri tespit edilmiş oradan cumhuriyete geçilmiş, nihayet CHP ilkeleriyle (Altı Ok) Anayasa yani devlet özdeşleştirilmiştir. Ama burada kritik nokta padişahlığın kaldırılmasıdır k, devrim odur ve 1 Kasım 1922’de cereyan ederek cumhuriyeti öncelemiştir. Bugün zaman zaman kulağımıza çalınan ‘cumhuriyetin kurucu ilkeleri’ esasen CHP’nin Altı Oku’yla temsil edilen ilkelerdir. Ama şunu da belirteyim ki, ‘Cumhuriyet esasları’ kavramı, ilk kez, yapılan değişiklikten sonra 20 Nisan 1924 tarihinde yayınlanan Teşkilat-ı Esasiye Kanunundaki mebus yemininde yer alır.[1] Bu ‘esaslar’ 1924 Anayasasının hatta 1921 Anayasasının ilk halindeki ilkelerdir ama 1924 Anayasasının geçirdiği değişimler başlı başına bir meseledir ve parti-devlet özdeşliğinin 1937’de somutlaşmasıyla tamamlanır. 1937’deki değişikliklerle CHP’nin Altı Oku aynen muhafaza edilerek anayasa hükmüne dönüşür ve 1924 Anayasası 1961 Anayasasının yürürlüğe girdiği tarihe kadar geçerli olmuştur. Anayasanın güçler ayrımını değil güçler birliğini benimsediği de başka bir gerçektir. Teknik açıdan bakınca hangi cumhuriyet, hangi demokrasi?
Burada iki husus dikkat çekiyor. Birincisi, anayasaların tamamında ‘Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir’ denir. Bu madde tüm anayasalarda aynı şekilde tekrarlanır. Cumhuriyet yönünden biraz garip bir ifadedir bu. Ancak, Şimdi çok tartışılan, ‘devlet, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür’ tabiriyle birlikte düşününce taşları yerine oturtur. Anayasalar açıkça cumhuriyet-devlet özdeşliği kurmaktadır. Pek aklın almayacağı bir tanımlama veya özdeşlikten söz ediyoruz. Çok atıfta bulunduğumuz Fransız Anayasasında ‘Fransa bölünmez, laik, demokratik ve sosyal bir cumhuriyettir’ (La France est une République indivisible, laïque, démocratique et sociale) der. (Böylece 1982 Anayasasında yer alan ‘Türkiye Cumhuriyeti (...) demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir’ sözünün kaynağı anlaşılıyor. Yetmedi, yazımı anayasadan aynen aldım, tartıştığımız meseleyi bir hayli aydınlatacak şekilde ‘devlet’ sözcüğünün ‘Devlet’ şeklinde yazıldığı görülüyor.)
Kısacası, bizim anayasalarımızda ‘şedit’ bir devlet mevcudiyeti söz konusudur. Geçmişine, kökenlerine inmeye belki gerek var belki gerek yok. Ama gerçek ve durumun gösterdiği sonuç budur.
Böylece 1982 Anayasasındaki lafzın kaynağı ortaya çıkmakla kalmıyor, ‘devlet-ülke-cumhuriyet’ çelişkisi kendiliğinden doğuyor. Bir taraf Fransa’dan yani coğrafi bir bütünden, diğer taraf ‘Türkiye Devleti’nden yani doğrudan doğruya devletten söz etmektedir. Bu denklem farkı yaşadığımız temel çelişkinin özüdür. (Bir dönemde lanetlenen 1982 Anayasasına şimdi bazı çevrelerin sıkı sıkıya sarılması da tamı tamına bu noktadan kaynaklanan başka ve çok şaşırtıcı, çok hazin bir çelişkidir.)
İkincisi, halk ve egemenlik konusudur. 1958 tarihli Fransız Anayasası Girişinde (Preamble/Dibaçe) 1789 İnsan Hakları Evrensel Beyannamesine atfen insan haklarını ve ulusal egemenliği zikreder, ‘Fransa halkı (La Peuple de France) 1789 Bildirisinde tanımlandığı haliyle İnsan Haklarına ve ulusal egemenliğe sıkı sıkıya bağlılığını beyan eder’ der. (‘Le peuple français proclame solennellement son attachement aux Droits de l'homme et aux principes de la souveraineté nationale tels qu'ils ont été définis par la Déclaration de 1789.’) O kadar. 1982 Anayasasında ve önceki anayasalarda mevcut olan ‘egemenlik kayıtsız şartsız milletindir’ gibi bir ifade hiçbir yerde geçmez. Kaldı ki, bu ifade çok etkileyici ve çekici olmasına karşılık maalesef hatalıdır. Hukuk sistemi içinde hiçbir şey ‘kayıtsız, şartsız’ değildir, olamaz. Hatta bizatihi anayasalar bu kayıtların ve şartların metnidir. Buna rağmen, ‘halk’ sözcüğü anayasamızın hiçbir noktasında zikredilmez. (Bakın, Fransa Anayasası ‘halk’ (‘peuple’) demektedir, millet (‘nation’) sözcüğünü kullanmamaktadır. Önemli bir fark değil midir bu? Vurguladığım gibi, bizzat Kenan Evren’in eklettiği ve şimdi tartışılan 4. Madde önceki anayasalarda yer almaz. (Fransız Anayasasında sadece 89. Maddede ve son cümlede (ki, bu bölüm anayasa değişiklikleriyle ilgilidir) ‘Cumhuriyetçi yönetim şekli değişiklik konusu yapılamaz’ (‘La forme républicaine du Gouvernement ne peut faire l'objet d'une révision) denir. O kadar.)
Kısacası, bizim anayasalarımızda ‘şedit’ bir devlet mevcudiyeti söz konusudur. Geçmişine, kökenlerine inmeye belki gerek var belki gerek yok. Ama gerçek ve durumun gösterdiği sonuç budur. Buradan ilerlersek, 1982 Anayasasının da önceki anayasaların da devletin mevcudiyetini güvenlik altına almak öncelikli olduğu, devletin bir toplum regülatörü olarak ve bir üst otorite şeklinde görüldüğü berraklaşıyor. Ağır çelişki ortadadır. Egemenlik ulusundur/milletindir ama devlet, egemenliği düzenlemekte, milletin temel ideolojik tutumunu üstten belirlemektedir. Mevcut şartların ve yapının, kuramsal ifadesiyle, Hobbescu bir devlete tekabül ettiğini söylemekte beis yok. Hal böyle olunca egemenlik konusunda devletle çatışan bir milletin mevcudiyetinden de söz edebiliriz. Niye böyledir, şimdi o konuya gelelim.
Sorun, toplumun yararına olduğu düşünülen ve toplum düşmanlarını belirleyen devrimin kendisini korumasıdır. Buna devrimciler devrimin kendini savunma hakkı demektedir ki, sonradan Zizek tarafından bir kere daha göklere çıkarılan Fransız Devriminde terör döneminin yaratıcısı Robespierre’in yazı ve görüşlerine, dayandığı grup olan Montagnard’ın görüş ve eylemlerine bu düşünce hakimdir.
III
Hemen hamle yapıp bilineni tekrar ederek bu düzenin ‘milletini arayan devlet’ yaklaşımıyla oluşturulduğu savına sığınmayacağım. Çok önemli olsa da o görüşün daha ötesinde bir kaynak ararken cumhuriyet öncesi dönemlerden süzülen bazı kök-nedenlerin üstünde de durmayacağım. Bana göre ilginç olan bir noktaya yöneleceğim. O nokta, Fransa ve Türkiye hatta SSCB gibi devrimle kurulmuş devletlerin, onların taşıyıcısı olan (evet, her devletin bir taşıyıcısı vardır, zamanla değişse bile; devrimden önce Rusya’nın taşıyıcısı aristokrasiydi, devrimden sonra, teorik olarak, proleterya oldu) kurucu çekirdek elitin kendisini devrimi korumak ve kollamak işleviyle donatmasıdır. Korumacılık anlayışı 19. Yüzyılın 18. Yüzyıldan devraldığı bir mirastır ve Pozitivizmle birlikte büsbütün güçlenmiştir. Kurucu elit, devleti korumak adına, diğer sınıfları, rakiplerini ortadan kaldırmak hakkını kendisinde görür.
Devrimler demokrasi adına yapılır ama demokratik değildir. Bazı devrimlerin toplumsal alanı genişlettiği elbette gerçektir. Zaten onlara literatürde ‘demokratik devrimler’ denir. Fransız Devriminin yeni görüşler getirdiği, Türk Devriminin sürekliliklerle beslense dahi benzer olanaklar yarattığı muhakkaktır. O kadar ki, yukarıda ele aldığım restorasyon döneminde Fransa krallık döneminin kurumlarını geri getirmek istemiş, kısmen başarmıştır ama devrimin getirdiği kurumları ortadan kaldırmamıştır. Devrimler, Tucydides’ten ve Platon’dan başlayarak 18. Yüzyıla kadar devletlerin engellemeye çalıştığı toplumsal hareketlerdi. O tarihten sonra da devletler devrimlere kapalıdır, ama Fransızlarla birlikte, ondan önce İngiliz ve Amerikan devrimleriyle birlikte, devrim kavramı toplumsal bilinçte meşruiyet kazanmış ve bir yöntem haline gelmiştir. Devrimle kurulan ve kendisine bizde olduğu gibi ‘inkılapçı’ diyen yönetimler de kendilerinden sonraki inkılaplara kapılarını sıkı sıkıya kapatır. Daha da beteri devrim, insanlığa ‘şiddet’ kavramını armağan eder, devrimin meşru şiddetini. İnsan, devrimde, bir çırpıda hostis humani generis (insanın/insanlığın doğal düşmanı) olabilir ve yok edilebilir. Kavram, Rome hukukundan beri, kişinin yok edilmeden önce yargılanmasını dahi gereksiz görür. (Bu konularda Dan Edelstein’ın The Terror of Natural Right: Republicanism, The Cult of Nature and the French Revolution kitabı (The University of Chicago Press, 2009) fevkalade bir kaynaktır.) Buradaki sorun cumhuriyetlerin devrimle kurulması değildir. Hemen tüm cumhuriyetlerin benzeri bir geçmişi mevcuttur. Sorun cumhuriyetin zamanla kendisini devrimden, onun şiddet kullanarak korunacak özünden arındırıp demokratikleştirmesidir. Buna dışına doğu açılan cumhuriyet diyorum. Diğeri içine kapanan cumhuriyettir. Birisi eksplosif (dışa patlayan) diğeri imlosif (içe patlayan) cumhuriyettir.
Nedeni yineleyeyim: sorun, toplumun yararına olduğu düşünülen ve toplum düşmanlarını belirleyen devrimin kendisini korumasıdır. Buna devrimciler devrimin kendini savunma hakkı demektedir ki, sonradan Zizek tarafından bir kere daha göklere çıkarılan Fransız Devriminde terör döneminin yaratıcısı Robespierre’in yazı ve görüşlerine, dayandığı grup olan Montagnard’ın (Dağlılar) görüş ve eylemlerine bu düşünce hakimdir. Desmoulins de devrim başlangıcında benzer fikirleri savunur: şiddetsiz devrim olmaz, devrim kendisini şiddetle korur, o şiddet meşrudur der. Devrim, özüne sahip çıkar ve kıskançtır. Halk ise tüm devrimlerin öznesidir ama ütopik bir kavramdır.
Halkın ne adına savunulacağı devrimden devrime değişir. Fransız Devriminde ‘özgürlük eşitlik kardeşlik’ denir fakat ana mesele burjuvazinin toplumsal hak kazanmasıdır. Rus Devriminde mülkiyetin el değiştirmesi, işçi sınıfının iktidar sahibi olması esas kabul edilir. Türk Devriminde bu kavram ikilidir: ulus devletin kurulması ve laiklik. Bütün sır bu iki kavramda yatar: devrim, ulus devletin kurulması için gerçekleşmiştir ve ulus devlet laiklikle bütünleştiğinde kendisini tamamlayacaktır. Önce padişahlıkla hilafetin ayrıştırılması ve padişahlığın lağvı, ardından hilafetin ilgası, Medeni Kanun ve diğer unsurlar, nihayet 1937’de laikliğin anayasaya dahil edilmesi süreci bütünlemiştir. O tarihten başlayarak devlet hem ulusun bütünlüğünü savunmakla, bu meyanda Kürtlere, Alevilere, sosyalistlere mesafe almakla ve laikliği korumakla kendisini mükellef kılmıştır. Devletçi şiddetin kullanılmasındaki ana neden tastamam budur. Sadece üç darbenin, 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül darbelerinin, hazırlayanlar tarafından yazılan gerekçesi bile söylediklerimi tüm ayrıntılarıyla kanıtlar.
Namık Kemal’den başlayarak cumhuriyet, adı üstünde, cumhurun kapsandığı veya cumhur tarafından yönetilen bir rejim olarak kabul görür. Tarihsel sol da tarihsel sağ da bu düşünceye karşı çıkmaz. Solun daima romantik ‘halk’ yüceltimine karşılık sağ, özellikle Türkiye bağlamında, cumhuriyeti hem belirttiğim ‘cumhur’ kavramıyla hem de millet kavramıyla bütünleştirmiştir.
Türkiye’de 1990’lardan başlayarak devrime bağlı olarak ortaya çıkan ve bugüne kadar devam eden devlet anlayışının ve ‘misyonun’ karşısında İslamcıların/mütedeyyinlerin/muhafazakârların bulunduğu siyasal planda büsbütün açığa çıkmıştır. Aralarında bazı temas ve kesişim noktaları bulunabilir ama üç grup da politik edimleri itibariyle birbirinden farklıdır. Muhafazakârlık, İslamcılık veya Müslümanlık daha sert ifadeler olduğu için onların yerine yine 1990’lardan bu yana kullanılan bir sıfat olsa da zamanla bazı kaymalar göstermiştir. İslam’la daha yakın temas içindeki muhafazakârlar bu deyimi yetersiz bularak kendilerini bu defa ‘mütedeyyin’ olarak ifade etmiştir. ‘Gerçek’ manasında muhafazakârlık daha genel bir deyimdir ve mutlaka İslamcı olmayı gerektirmez. Esas itibariyle muhafazakârlık bugünkü Türkiye’de çok tartışmalı bir olgudur çünkü soyut yanıyla bakılırsa her grubun, o arada Kemalistlerin dahi muhafazakârlarının bulunması son derecede doğaldır. Burada, sağ çizgide yer alan, dindar, geçmişin belli ölçülerde korunmasını ve yüceltilmesini isteyen, Osmanlıyla bağların tümden koparılmasını yanlış bulan, sürekliklerin önemini zikreden çevreleri kast ediyoruz.
Tüm bu grupların karşısında da laikçi/Batıcı çevreler yer alır. Laikçilerin ılımlı ve kültürel muhafazakârlardan ziyade mütedeyyin/İslamcı çevrelerle çatıştığı bellidir. Bir bakış açısına göre bu iki alanın birbirine yapısal olarak zıt olduğunu söylemek olanağı yoksa dahi, bilhassa laikliğin Türkiye’deki uygulamaları ortaya böyle bir kutuplaşma çıkarmıştır. Daha geniş yorumlarda laikliğin dinsel tutumu da benimseyecek şekilde tanımlanması bu iki alanı birbirine yakınlaştırabilir. Buna rağmen din devletinin (İsevî veya İslamî veya başka bir din temelinde) kurulmasını isteyen bir anlayışla laiklik buluşamaz. Örneğin, İsrail devleti laik değildir. Anayasasına göre dinî bir devlettir. Radikal bir pozisyondan söz ediyoruz. Aynı şekilde laikliğin dışlayıcı bir uygulamayla benimsenmesi de başka bir radikalizmdir ve muhafazakârlıktır.
Türkiye’deki cumhuriyet tartışmalarına hâkim olan değerlendirmenin temel kaynağı budur, laiklik tartışmalarıdır. Tartışmanın getirdiği tartışma genel bir kabul çerçevesi olarak cumhuriyeti etkilemez. Aralarında gerilim ve çelişki olmakla birlikte her iki taraf da cumhuriyeti benimser. Namık Kemal’den başlayarak cumhuriyet, adı üstünde, cumhurun kapsandığı veya cumhur tarafından yönetilen bir rejim olarak kabul görür. Tarihsel sol da tarihsel sağ da bu düşünceye karşı çıkmaz. Solun daima romantik ‘halk’ yüceltimine karşılık sağ, özellikle Türkiye bağlamında, cumhuriyeti hem belirttiğim ‘cumhur’ kavramıyla hem de millet kavramıyla bütünleştirmiştir. Buna mukabil, son dönemdeki uygulamaların açıkça ortaya çıkardığı gibi, cumhuriyetçi kadrolar, çok şaşırtıcı ve ilginç bir şekilde, ‘cumhur’ sözcüğünden dahi kaçınmaktadır, cumhuriyetçilerdir ama cumhur sözcüğünden çekinmektedirler.
Cumhuriyetin bir yönetim biçimi olmasına karşın Türkiye’deki kabulünün özgüllüklerine farklı yazılarda değinmiştim. Onların başında Cumhuriyetin devletle olan ilişkisi gelir. Yine bir yazımda ayrıntısıyla ele aldığım şekilde, devletin cumhuriyeti olamaz. Aynı örneği vermiştim: Fransa Devleti Cumhuriyet denebilir mi? Duyunca dahi insana işin içinde bir ‘yanlışlık’ olduğunu anımsatan bir yan var. Ama, cumhuriyet, Türkiye’de devletindir, çünkü devletimizin adı Türkiye Cumhuriyeti devleti’dir. Öteye gitmeyelim, vakt-i zamanında ‘lanetli’ olan, şimdilerde nasıl yaklaşılması gerektiği konusunda bir türlü karar verilemeyen 1982 Anayasasının 1. Maddesi ‘Türkiye devleti bir cumhuriyettir’ der. Devletin cumhuriyet olduğunu söyleyen bu ifadenin daha ötedeki bir tartışmasını yapmak abestir. Öte yandan burada zikredilen ‘Türkiye devleti’ de başka ve başlı başına bir tartışma konusudur.
Tüm bu saptamalar karşımıza farklı bir pozisyon çıkarıyor, sadece Türkiye’yle ilgili değil, ‘cumhuriyet’i özel bir önem atfederek benimseyen diğer ülkeler açısından da önemli bir pozisyon ki, o ülkeler arasında bizimle birlikte düşünülebilecek tek bir ülkeden söz edilebilir, o da Fransa’dır. Fransızların da bizim gibi geliştirdiği, artık bir hayli karikatürleşen, hayli romantik cumhuriyet yorumunun kaynağında yine laiklik konusu yer alır. Fransız laikliği hakkında yazılan sayısız kitabı anmanın imkânı bulunmuyor. Fakat laikliğin Fransa’da da Türkiye’de de devlet açısından üstünde hiç durulmayan bir kavramı, devrimci şiddeti ve devletçi müdahaleleri hem biçimlendirdiği hem meşrulaştırdığı muhakkaktır.
Her iki ülkenin bir diğer benzer yanından başlamak gerekirse, Fransa da Türkiye de cumhuriyetlerini birer devrim sonrasında kurmuşlardır. Konu Fransa’da biraz daha nettir ama Türkiye’de Atatürk’ün adlandırmasıyla Milli Mücadeleyle ‘inkılaplar’ birbiri içine geçmiştir. Yine de ‘devrim’i savaş sonrasından ve Padişahlığın ilgasından başlatmak gerekir ki, ikinci aşaması Hilafetin lağvıdır. Her iki hamle de kesin bir devrime tekabül eder. İki ülke arasındaki en şedit fark şurada: bizde asla geriye dönüş olmadıysa ve asla saltanatın veya hilafetin ihyasını isteyen ve onu sistematik bir talebe dönüştüren bir parti kurulmadıysa da Fransa’da devrimin hemen sonrasında, yukarıda belirttiğim gibi, İmparatorluk ‘restore’ edildi ve o restorasyonun sürekliliğini sağlamaya çalışan bir siyasal çevre daima söz konusu oldu.
İki ülkede de sonuç, devletin, devrimi korumak için kullandığı şiddettir. Esasen iki toplumda da artık burjuvazinin şiddetinden söz ediyoruz. Fransa’da ve Türkiye’de dinin kamusal alana (‘yeniden’) yayılmasına gösterilen tepkinin altında bu refleks yatar. Fransa’da bu tepkinin Müslümanlara dönük olması durumu değiştirmez.
Bu koşullarda devrimi yapanların devrimi savunmak ve sürdürmek için geliştirdiği muazzam bir sertlik doğuruyor. Buna halkın bir bölümünün halkın diğer bölümün talepleri üstündeki tahakkümü denebilir. Ama devrimin sonucu budur ve yine 19. Yüzyıla ait bir adlandırmayla tahakküm eden kesimin ‘tarihin doğru yanında’ yer aldığı söylenir. Diğer taraf, Troçki’nin meşhur ettiği terimle, ‘tarihin çöp tenekesine’ gidecektir. Tüm bu açılımlarda kritik rolü devrimin özünü oluşturan kavram sağlar ki, bir daha belirteyim, Türkiye’de o kavram laikliktir.
Devrim Fransa ve Türkiye’de laiklikle özdeştir. Fransa’da laiklik hamlesi burjuvazinin kiliseye ve onunla özdeş aristokrasiye karşı iktidarını perçinlemesi için üretilmiştir ve yüzyıllara yayılan çatışmaların bir uzantısıdır. Sadece Aydınlanma felsefecilerinin dinle olan ilişkisi dahi yolun ne kadar yokuş olduğunu göstermeye yeter. Oysa Türkiye’de (zorlanarak bazı kaynak ve köken unsurları bulunsa bile) laiklik burjuvaziyi inşa etmek için atılan adımlardan biridir ve Fransa’yla mukayese edildiğinde o hamleyi hazırlayan benzeri herhangi bir tarihsel birikim yoktur. Yani kilisenin yerini tutan Hilafete karşı verilen bir savaş bulunmamaktadır Türkiye’de. Osmanlıda zamana bağlı olarak meydana gelen değişmeler klasik bir laikliğe tekabül etmez. O yöndedir ama özü mevcut sistemi dönüştürmek maksadını taşımaz. Nedeni Osmanlı toplumunun hatta tüm İslam toplumlarının çok-dinli ve çok etnisiteli olmasıdır. Laiklik, Türkiye’de, Batılılaşma üstünden gelen bir soyutlama olarak ortaya çıkmıştır. Batıya benzemenin, İslamı kamusal alandan çıkararak görünmezliğe ulaştırmanın çaresi olarak görülmüştür. Batılılaşma ise ‘kurtuluş’un esaslı adımı sayılmıştır. (Fransa ve Türkiye örnekleri çok benzeşse de Dünyada tek bir laiklik yok. Dileyenler M. Warner’ın, J. Vanantwerpen ve C. Calhoun’un birlikte editörlüğünü yaptığı Varieties of Secularisim in a Secular Age isimli kitaba bakabilir.)
İki ülkede de sonuç, devletin, devrimi korumak için kullandığı şiddettir. Esasen iki toplumda da artık burjuvazinin şiddetinden söz ediyoruz. Fransa’da ve Türkiye’de dinin kamusal alana (‘yeniden’) yayılmasına gösterilen tepkinin altında bu refleks yatar. Fransa’da bu tepkinin Müslümanlara dönük olması durumu değiştirmez. Belki kolonyal dönemden gelen bazı alerjiler söz konusudur ama ‘cumhuriyetçiler’ dinle olan hesaplaşmalarını henüz tamamlamamış görünüyor. Bütün bu gelişmeyi besleyen ve derinden etkileyen 19. Yüzyıl muhakemelerine ise hiç girmiyorum ki, o da yine her iki toplumun ortak paydasıdır. O hamleyle birlikte karar veren ve üstten belirleyen devlet anlayışı tecessüm etmiştir.
Niye böyledir, neden laiklik son kertede devrimci/devletçi bir şiddetle özdeşleşmiştir? Cevap, ‘reaksiyoner’ kabul edilen tarihçi, kavram tarihçisi ve o okulun kurucularından, Reinhart Koselleck’ten, çok tanınmış Critique and Crisis: Enlightenment and the Pathogenesis of Modern Society[2]kitabında irdelediği bir tezden gelir. Koselleck’e göre, Aydınlanma bir ütopizm veya ütopyacılık getirmiştir. O ütopyacılığın mutlakiyetçi (absolutist) devlete bir tepki olduğunu belirtir. Gerçekten de öyledir. Halk kavramıyla ve egemenlik bağlamında şekillenen devrim elbette mutlakiyetin öznesine bir tepki içerecekti. Kaldı ki, mutlakiyetçi devlet, yüzlerce yıl süren, ‘din savaşları’ (öyle adlandırılsa da esasen ‘mezhep savaşları’ olan) iç savaşların ardından kurulmuştu. Yeni devletin tanımı Hobbes’taydı. Hobbes, sorunların çözümü için mutlakıyetçi devleti öneriyordu.
Aydınlanma, mutlakiyetçi devlete bir meşruti monarşi veya parlamenterizm önermedi. Eğer öyle bir mukayese mümkünse, Namık Kemal bu bakımdan, Rousseau’dan hatta Montesquieu’dan ileridedir. Cumhuriyet fikri bizde tartışılarak ve temellendirilerek ortaya çıktı. Aydınlanmacılarda mevcut değildir. Fransız Devrimin getirdiği gerçekten bir ‘kopuş’ (coupure) olan Konvansiyon meclisiyle belirdi. Fakat o yapı Aydınlanmacı ütopizmi ortadan kaldırmadı. Tersine, ütopizm, tarihin öznesi olan insana ve onun ilerlemeciliğine inanmak, ilerlemenin bütünüyle rasyonel bir çizgide gelişeceğini düşünmek, o çizginin metafizik gerçekliği ortadan kaldıracağını, öylelikle de doğal cumhuriyetçiliğe, laikliğe geçileceğini varsaymak bu ütopizmin özüdür.
Demokratik devlet cumhuriyeti aşar. Bu kesindir. Çünkü her cumhuriyet demokrasi değildir. Hele etnik bir unsurun hakimiyetinde kurulmuş ulus-devletlerin demokratikleşmesi daha da güç bir süreç. Ayrıca, belirttiğim gibi, eğer o ulus devlet bir devrim sıçramasıyla kurulmuşsa özünü muhafaza etmek demokratik gelişmelerin önüne daima set çekmeye yol açar.
Buraya kadar olan tanımda bir sorun yok. Ama ötesini yine Koselleck ele almıştır. Düşünüre göre söz konusu ütopizm tüm siyaseti ahlaki bir alana hapseder. Tüm o çizgisel gelişme tezleri ilerlemeciliğe dayanır ve söz konusu insanın özü ahlakçı bir anlayışla bütünleşir. Son kertede tüm üst anlatıların (dinlerin ve kutsiyetin) ortadan kaldırıldığı, insanın sadece özündeki iyilik anlayışıyla yaşadığı bir düzlemden söz ediyoruz. Kamusal bir dine veya dinin kamusal yapısına böyle bir kurguda yer olmayacaktır. Koselleck anlayışın siyasal alanı örttüğünü belirtir. Doğrudur. Her türden ütopizm, son kertede apolitiktir. Sadece o noktaya varmayı tüm araçlarıyla birlikte meşru kılar ki, Leninci devrim tezinin altında yatan görüş bütünüyle böyle bir anlayışın hakimiyeti içindedir: devrimci müdahaleyle tarihin yönünü doğrultmak. Sonunda kimse bir yanlış adına/için devrim yapmaz. Apolitik ortam diyalojik değildir ve agonizmayı yani bir rakibin varlığını ve onunla serbestçe güreşmeyi, çekişmeyi içermez. Üsttenci bir antagonizmayı (yıkıcı rekabeti) öngörür. Karşıdakini ortadan şu veya bu şekilde kaldırarak sorunu yok etmek.
Demokratik devlet cumhuriyeti aşar. Bu kesindir. Çünkü her cumhuriyet demokrasi değildir. Hele etnik bir unsurun hakimiyetinde kurulmuş ulus-devletlerin demokratikleşmesi daha da güç bir süreç. Ayrıca, belirttiğim gibi, eğer o ulus devlet bir devrim sıçramasıyla kurulmuşsa özünü muhafaza etmek demokratik gelişmelerin önüne daima set çekmeye yol açar. Devrimlerin zamanla bürokratlaştığı ve içlerine kapanarak tutuculaştığı malumdur. Neredeyse tüm devrimlerin bitmeyen tarihsel sorunu budur. Bu niteliklerinde ısrarla devrimlerin anakronistik özellikler kazandığı da en azından Sovyet devrimine bakarak söylenmeli. Fransız Devrimi her ne kadar anakronikleşen ‘Cumhuriyetçilere’ ve zaman zaman dile getirdikleri ‘rezervlere’ sahipse de o kertede bürokratlaşmamıştır. Çünkü, kendisini demokratik planda dönüştürmeyi başarmıştır. Buna rağmen yaşadığı sıkıntılar ortadadır. Fransız, Rus ve Türk devriminin de iç sorunları ve kısıtlamaları başlı başına bir serüvendir ve üzerinde çalışılması gereken bir alandır. Devrimler ya demokratik çekirdeklerini kullanır ve önlerini açar ya da özlerini korumak adına ve tarihselliklerini unutarak gelenekselleşir. Demokratikleşemeyen devlet ise ne yaparsa yapsın Hobbescu ve şiddet kullanan devlet olacaktır. Şiddet, cumhuriyet adına kullanılsa da şiddettir.
Türkiye’de aşkınsalcı (transcendental) bir devlet var ve ötelenemiyor. Yakın tarih bu gerçeği bize acı şekilde öğretti. Yine bir reçete yazmak babında olmasa da sivil toplumun gelişerek devlette temerküz etmiş ve yoğunlaşmış erki aşması şarttır. Cumhuriyetin mevcudiyeti bu olguyu değiştirmiyor, aksine onu katılaştırabiliyor. Eğer merkezkaç güçlerin varlığını kabul eden bir devlete erişemezsek bu kısır döngü varlığını sürdürecektir ve bir türlü erginleşemeyen bir toplumdan söz edeceğiz demektir. Öyle bir gelişmenin ise tek bir yolu mevcuttur: politik topluma erişmek. Aydınlanmanın getirdiği, Koselleck’in vuguladığı apolitik, aydınlanmacı ütopizme saplanmış toplum her hamlesinde devleti biraz daha güçlendirecektir. Cumhuriyetin ikinci yüzyılının beklentisi başka ne olabilir ki? Ne diyordu Cemal Süreya, ‘Cellat Havası’ şiirinde: ‘Burjuva ihtilalinden sonra/ Mösyö Giyotin yüz elli yıldır/ Parisli bir avukat/ Ve gözleri yaşlanır sabahları/ Okuduğu intaharlara...’
Dileyen şiirin tamamını bilhassa son bölümünü okuyabilir...
---
[1] Yemin metni şudur: “Vatan ve milletin saadet ve selametine ve milletin bilâkayd u şart hâkimiyetine mugayir bir gaye takip etmeyeceğime ve Cumhuriyet esaslarına sadakatten ayrılmayacağıma vallahi söz veriyorum.” Sonraki düzenlemelerde ‘vallahi’ sözcüğü çıkarılacaktır.
[2] Bu kitabın Türkçesi var mıdır diye baktığımda karşıma Kritik ve Kriz: Burjuva Dünyanın Patolojik Gelişimi adlı bir kitap çıktı. Kitabın internetten izlenebilen bölümlerini bendeki İngilizce nüshayla karşılaştırdım. Bir kere kitabın adı tümüyle farklı. Keza, bölüm adları da bazı benzerlikler göstermekle birlikte farklı. Muhtemelen aynı kitabın çevirisidir ama bu değişikliklerin nereden kaynaklandığını bilmiyorum. İngilizce verdiğim kitap adının çevirisi en azından: Eleştiri ve Kriz: Aydınlanma ve Modern Toplumu Doğuran Hastalık (Seyri) olmalıdır. Türkçede nasıl öyle bir ad verildiğini doğrusu anlayabilmiş değilim.
Yorum Yazın