Bu oyunu gerçekten bozmak, demokratikleşmek istiyorsak yereli askıya alan bu anlam dünyasıyla bir kopuş yaşamak zorundayız
Şöyle bir ülkede yaşamayı hayal ediyorum:
Merkezi yönetimin yerel yönetimlerle işbirlikleri geliştirdiği bir ülke. Örneğin kısa ve uzun vadeli ekolojik onarım programlarına merkezi yönetimin destek verdiği, uluslararası kuruluşlarla, projelerle bağlar kurduğu, deneyim aktardığı…
Merkezi yönetimin yerel yönetimlere kayyum atamak yerine desteklediği bir ülke.
Böyle bir hayali kurmak neden bu kadar zor olsun? Kim böyle bir ülkede yaşamak istemez?
Biliyorum, soracaksınız: Şimdi böyle bir hayal kurmanın zamanı mı?
Şimdi bu hayalleri kurmanın zamanı mı?
Kayyumların atanmasının gündemde olduğu, seçimle gelmiş insanların yerine atanmışların yerleştirilmeye çalışıldığı zamanlarda nedense -halkın iradesi ile seçilmiş insanların görevlerinden alınmasına karşı tepki göstermekle kalmayıp- hep böyle hayaller kuruyorum.
Neden derseniz: Kayyumların atanması yalnızca bir siyasal çekişmeyi, mücadeleyi değil, ülkenin merkeziyetçi rejiminin bütün unsurlarıyla, maddi pratikleriyle nasıl işlediğini ifşa ediyor.
Kayyumların atanması görünüşte ideolojik ya da siyasal gibi gözüken mücadele gerçekte arkada işleyen merkeziyetçi sistemin ontolojisini ortaya koyuyor: Toplumu tasarlama idealleri sürekli krizler yaratsa da, muazzam bir eşitsizlik ve imtiyazlı seçkinler, soylulaştırma süreçleri yaratıyor. Bu oyunun kuralı bir taraftan bu idealleri temsil ediyormuş gibi yaparken diğer taraftan da yereli araçsallaştırarak, eşitsizlikleri kendi lehine olacak şekilde yeniden üretmek. İster iktidardaki siyasal partiler, ister muhalefet partileri de bu merkeziyetçi anlam dünyasında yaşıyorlar ve varlıklarını sürdürmek için onu yeniden üretmeye çalışıyorlar. Bu sisteme en çok itiraz etmesi gereken Dem Parti de dahil. Bu yüzden bu krizden, bu "ilan edilmemiş iç savaş hali"nden bir türlü çıkılamıyor.
İşte bu yüzden bu hayali kuruyorum. Çünkü başka türlü bu krizden çıkmanın mümkün olmadığını düşünüyorum.
Bu yapılana itiraz etmek yetmez. Gerçekten bir değişim istiyorsak, daha fazlasını yapmamız gerekiyor.
Bu bir ilan edilmemiş "iş savaş hali". Biliyorsunuzdur ilan edilmemiş bu tür iç savaş halleri her şey mahvolmadan, bütün değerler yok edilmeden bir türlü nihayetlenmez. Bunu da artık anlamış olmamız lazım. Bütün ülkenin değerleri, imkanları tükenmeden bitmeyecek bir krizden söz ediyoruz. Bu kriz üstelik yalnızca seçilmişlerin, yani halkın iradesiyle yönetime gelen insanların görevlerinden alınmasından ibaret değil. Çok daha derin bir kriz.
Bu tür kriz anları ya daha çok otoriterleşmeyle sonuçlanır, ya da tam tersiyle. Bunun bir örneği de 28 Şubat Süreci’nde yaşananlardır diye düşünüyorum.
Üzerinden sünger geçilen bir yerelleşmeci deneyim örneği: Avrupa Kültür Başkenti
Avrupa Birliği’nde yerelleşmeci bir yönetim modelinin geliştirilmesi için deneyimler oluşturmayı hedefleyen en önemli program Avrupa Kültür Başkenti uygulaması.
Bu programı oluşturan iki önemli siyasetçilerinden biri, eski Fransa Kültür Bakanı ve o dönemin Cumhurbaşkanı Danışmanı Jacques Lang’ın İstanbul’a geldiğinde, kendisiyle geçirdiğimiz iki günün sonunda, Taksim’deki Fransız Kültür Merkezi’nde verdiği konferansta bana işaret ederek “İstanbul’un önemli bir dönüm noktası olacağını ve yerelleşmeci bir yönetim modelinin gerçekleştirileceği en önde gelen Avrupa Kültür Başkenti olacağını” söylemişti
Açıkçası birlikte geçirdiğimiz bu iki gün söylediklerimi bu kadar ciddiye alınacağını tahmin etmemiştim. Bizim hayallerimizin etkisinde kalmıştı ve bunu da açık açık söylemişti. Ben de bakışlardan utanıp arka sıralara gizlendiğimi hatırlıyorum.
İşte bu bizler bu hayal aleminde yaşarken Başbakan Yardımcısı Sayın Hayati Yazıcı özel bir yasayla kurulan kamu tüzel kişiliğinin, 2010 Ajansı’nın başına getirilmişti. Onun neden bu işle ilgili görevlendirildiğini şehircilik deneyimleri, kültür, sanat gibi işlerle ilgili kişilerin çoğu anlayamadı.
Belli ki dönemin Başbakanı Sayın Tayyip Erdoğan bu kritik misyonu olması gerektiği gibi İstanbul Belediye Başkanı’na (Kadir Topbaş), ya da kendi kabinesindeki Kültür ve Turizm Bakanı’na (Ertuğrul Günay) emanet edilecek basit bir deneyim olarak görmüyordu.
O da bizim gibi önemini anlamıştı. Ama tahmin edebileceğiniz gibi karşı taraftan.
Sayın Yazıcı’nın birinci görevi bir taraftan AB ile ilişkileri geliştirip, darbe ihtimaline karşı bir tahkimat yaratmak, diğeri de programı bildiğimiz milli siyasetin formatına taşımaktı.
Yani daha açık söylersem: Bu tür hayalleri kuranları dizginlemekti.
O tarihlerde Ak Parti hükümetinin nasıl bir zihin dünyasının içinde yaşadığına tanık olduk. Sayın Yazıcı sürekli “siz Türkiye’ye hiç Ankara üzerinden bakmışsınız. Orada neler dönüyor, bilmiyorsunuz” diyordu.
Haksız sayılmazdı. Gerçekten çok önemli bir fark vardı.
Ankara'dan bakmayı bilmiyorduk. Ama Ankara'dan ülkeye bakmanın ne olduğu ile Sayın Erdoğan ya da Sayın Yazıcı gibi hayatını oradan bakmaya adamak arasındaki farkı iyi biliyorduk.
Sonuçta yıllarca süren emekler çöpe gitti ve öyle bir oyun kuruldu ki, AKM restorasyonu bile son aşamaya kadar başarılan bir iş bile engellendi. Koskoca hükümetin bu imtiyazlı devlet sınıfıyla baş etmeye gücü yetmiyordu.
Avrupa Kültür Başkenti nasıl imha edildi?
Avrupa Kültür Başkenti Programı yerelleşmeci bir yönetim modeli için bulunmaz fırsattı. Bu nedenle bağımsız kişiler gönüllü çabalarıyla, tırnaklarıyla kazıyarak İstanbul'u Avrupa Kültür Başkenti yapmayı başardılar. Ama uygulamada her ne kadar başarılı işler ortaya konulsa da, yalnızca siyasetçileri, iktidarları ikna etmekle başarılamayan bir dolu sorun ortaya çıktı.
Şehirle ilgili konuştuğumuz bütün konularda muazzam bir fark ortaya çıkıyordu. Programın içine konulan neredeyse bütün başlıklarda köşe başları tutulmuş, imtiyazlı ilişkiler oluşmuştu. Ak Parti de kendi çapında kendi imtiyazlı seçkinlerini oluşturmaya, programa dahil etmeye çalışıyordu.
Sivil inisiyatifin içindeki devletle ilişkili büyük kuruluşların temsilcilerinin “bu AKM meselesi çok siyasal bir konu, bunu programın dışına çıkarılım” demesine rağmen programın en başına koymuş, bağımsız mimarların katılımıyla bir kamu yapısının herhalde görebileceği en mükemmel harika bir restorasyon projesi hazırlamış, üstelik kamuoyunun da desteğini alarak herkesi, Sayın Erdoğan’ı bile ikna etmiştik. Ama elbette ki derinlerde neler döndüğünü onun kadar bilmiyorduk.
Sonuçta yıllarca süren emekler çöpe gitti ve öyle bir oyun kuruldu ki, AKM restorasyonu bile son aşamaya kadar başarılan bir iş bile engellendi. Koskoca hükümetin bu imtiyazlı devlet sınıfıyla baş etmeye gücü yetmiyordu. Benzer bir durum neredeyse programın bütün başlıklarında yaşandı.
Örneğin geçmişi 1996 Birleşmiş Milletler Zirvesi’ne uzanan Fener Balat Rehabilitasyon projesi gibi tekil bir deneyim örneğinin UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alan Tarihi Yarımada’da sivil mimarlık eserlerinin bulunduğu semtlerde uygulanması, ya da Karasurları gibi berbat restorasyon çalışmaları ile mahvedilen dünyanın en büyük şehir surları varlığı, ya da Sulukule gibi bir semtte başka ülkelere örnek teşkil edebilecek, yaşayanları yerinden etmeyen AB fonlarıyla desteklenecek, uluslararası dayanışma ile geliştirilen çok yönlü iyileştirme projesi, Yenikapı’da ortaya çıkarılan dünyanın en büyük Roma limanın kalıntılarının bulunduğu yerde bir pilot çalışma, v.s… Bunların hepsi imha edildi. Hükümeti, siyasetçileri ikna etseniz dahi bu devlet sınıfıyla baş etmek neredeyse imkansız denebilecek kadar güçtü.
Demokrasi istiyorsak, yereli askıya alan bu anlam dünyasıyla bir kopuş yaşamak zorundayız
Sonuçta “yerinden yönetim” yerel yönetimlerin düsturu haline gelmiş durumda. Bizde de bu düstur tekrarlanıp duruyor ama filliyatta yerel yönetimler tam tersine, merkeziyetçi siyasal eylemsellikler ve toplumu tasarlama idealleri ile askıya alınmış durumda. Ulus-devlet siyasetinin bir unsuru olarak neo-klasik partilerin toplumu, kamusal hayatı tasarlama idealleri kutsal bagajlar olarak arkada duruyor. Bu da yereli araçsallaştırmaktan, yolsuzluklardan ve şehirlerin yaratıcı enerjisini imha etmekten başka bir işe yaramıyor.
Merkeziyetçilik öncelikle kamusal hayatın anlam dünyasını seksiyonlara ayıran, nesneleştirici bir şiddet üretiyor. Böylece yerelleşmeci bir politika üretilemiyor, kamusal alanlar imtiyazlı piyasa aktörleri tarafından işgal edilecek boşluklara dönüşüyor. Bürokratik imar planları, kapalı projelerle şehirsel hareketliliği temsil edemiyor ve yereli akılcılaştırma fırsatlarından mahrum bırakıyor. “Muhalefet” gibi gözüken sınıflar da bu eşitsizliği üreten, bu eşitsizliğin yeniden üretiminde rol alan en önemli aktörler. Bu nedenle yerel yönetimler merkezi yönetimin bir fotokopisi gibi. Aynı yöntemlerle iş görüyorlar. Toplumları tasarlama idealleri, merkeziyetçilik iflas etmiş olsa da neoliberal koşulların omurgasını oluşturan kutsal bir bagaj olarak işlev görüyor.
İşte bu oyunu bozmak istiyorsak, daha fazlasını yapmanın zamanı geldi. Gerçekten bir değişim istiyorsak, yereli askıya alan bu anlam dünyasıyla bir kopuş yaşamak zorundayız gibi gözüküyor.
Yorum Yazın