Şimdi belki kabrinin başında rüzgâr esiyor. Belki oğlu olanları anlamıyor bile. Belki bir gün soracak: Babam nerede? Biz de işte o zaman, bu ülkenin vicdanına dönüp soracağız; Devletin suskunluğu karşısında, biz hangi cevapla teselli edeceğiz bu çocukları?
Geçtiğimiz günlerde, sadece sosyal medya üzerinden tanıdığım ama yıllardır aynı mücadelenin dilini paylaştığım bir babanın ölüm haberini aldım.
Paylaşım şöyleydi:
“Canım amcam Hüseyin Atılgan’nın cenazesi 24 Şubat Pazartesi günü ikindi namazına müteakip Yenifoça Yeni Camiinden kaldırılacaktır. Tüm eş dost akrabalara duyurulur.”
Kısa, sade, geleneksel bir ilan. Ama ardındaki hikâye öyle değil.
O satırların ardında yıllardır devletin görmediği, duymadığı, anlamadığı bir acının taşıyıcısı bir aile, bir baba vardı.
Hüseyin Atılgan, otizmli bir oğul babasıydı. Ömür boyu süren bir eşlikçiliğin, bir koruyuculuğun ama en çok da bir isyanın, bir çığlığın sahibiydi. Yıllar önce sosyal medyada tanıştık. Gerçek hayatta yüz yüze hiç gelemedik. Hepimiz hayatımızı zorunlu olduğumuz çabalarla geçirdiğimiz için çoğu arkadaşımızla ancak sosyal medyada görüşebiliyoruz. Ama biz birbirimizi çok iyi anlardık. O gün her zaman onun mesajlarını görmeye alıştığım sayfasında bu paylaşım vardı.
Onunla ortak bir yanımız vardı, çoğunluk ‘yardım’dan, ‘destek’ten söz ederken biz ‘hak’tan, ‘adalet’ten, ‘eşitlik’ten konuşuyorduk.” Sayfamda yaptığım paylaşımlara uzun paragraflarla yorumlar yapar işini yapmayan yetkilileri sert eleştirir, hiçbirinden de umutlu olmadığını söylerdi.
Hüseyin Bey yıllardır sosyal medyada kendi çığlığını yazıya dökerdi. Haksızlığa tahammülü yoktu. Sadece kendi çocuğu için değil, tüm otizmli çocuklar, yetişkinler, anneler, babalar için isyan ederdi. Yazıları öfkeliydi, evet. Ama haklı bir öfkenin içinden taşardı satırları. Adaletsizliğe maruz kalan bir baba için başka türlüsü mümkün değildi.
Hüseyin Atılgan artık yok. Bir baba daha, bu dünyadan, içi dolu dolu, gözleri arkada kalacak şekilde gitti. Son nefesinde belki de en çok aklında kalan soru oğlum ne olacak kadar basit bir soruydu.
Bu soruları bizler her gece uyumadan önce kendi kendimize soruyoruz zaten. Ama cevabı olmayan sorular bunlar. Çünkü yıllar geçti, sözler verildi, binlerce toplantı yapıldı ama hâlâ bir sistem inşa edilmedi. Çünkü “engelli bireylerin yaşam hakları” sadece 3 Aralık’larda süslenip vitrinlere kondu.
Oysa Hüseyin Bey bu ülkenin vatandaşıydı. Vergisini veriyor, çocuğunu korumaya çalışıyor, hakkını arıyordu. Ama her yazısında şunu vurgulardı: “Kime anlatıyoruz ki biz?”
Birbirimize anlatıyorduk. Hüseyin Atılgan ile biz hep birbirimize anlatıyorduk. O sosyal medya duvarına yazdığı her kelimeyle benzer dertleri taşıyan onlarca insana ulaşmıştı. O yüzden tanımadan tanıdık onu. Yüzünü bilmesek de yüreğini biliyorduk.
Biliyoruz ki Hüseyin Atılgan gibi babaların ölümüyle birlikte, bir mücadele hafızası da toprağa giriyor. Kimsenin yazıya dökmediği nice detay, yaşanmışlıklar, tanıklıklar yok oluyor.
Bu yüzden bu yazı bir veda değil sadece; aynı zamanda bir kayıt, bir tanıklık, bir adalet çağrısı. Hatta Hüseyin abiye bir borç. Ondan yıllar önce yitirdiğimiz Erdal abiye de…
O ve onun gibi babaların bize bıraktığı en büyük miras, susmamaktır. Yazmaktır. Anlatmaktır. Yılmamaktır. Haykırmaktır. Hep birlikte “bu böyle gitmez” demektir.
Bugün onu tanıyan tanımayan herkes için bir çağrıdır bu yazı: Eğer bir ülke, engelli bireylerin yaşam hakkını gerçekten önemsiyorsa, onların ailelerinin “ben öldükten sonra çocuğuma ne olacak?” sorusuna somut bir cevap vermek zorundadır.
Aksi halde her vefat haberi, bir kayıptan daha fazlası olur. Her baba, her anne yalnızca bir insan değil, bir sistemin çürümüşlüğüne sessiz bir isyana dönüşür.
Şimdi belki kabrinin başında rüzgâr esiyor. Belki oğlu olanları anlamıyor bile. Belki bir gün soracak: Babam nerede?
Biz de işte o zaman, bu ülkenin vicdanına dönüp soracağız;
Devletin suskunluğu karşısında, biz hangi cevapla teselli edeceğiz bu çocukları?

Yorum Yazın