Silivri Postası’nda, Türköne, üstünde düşünülmesi gereken bir tespitte bulunuyor: “Dinî bir siyasetle değil, siyasileşmiş bir dinle karşı karşıyayız. Farkı anlamayanlara nihai bir açıklama: Dini esasları uygulayan bir iktidarla değil, siyasi ihtiyaçlarına göre dini istediği gibi yorumlayan ve kullanan bir iktidar düzenini tecrübe ettik.”
15 Temmuz adlı karabasanı kolay kolay atlatamayacağız.
Bu melun darbe teşebbüsü hepimizin hayatını kökünden değiştirdi, özellikle 20 Temmuz’dan sonra hiç bilmediğimiz bir Türkiye’yi görmeye başladık.
Fethullahçıların başını çektiği darbe girişimi, hepimizin hayatını tarumar ederken en çok da cemaatin darbeden bihaber kitlesini vurdu, insanlar kanunda yer almayan suçlardan ötürü hapis yattılar, işlerini kaybettiler, ülkeyi terk etmek zorunda kaldılar.
O lanet 15 Temmuz gecesinde, askerlerin kışlada bir avuç sivile selam çaktığı görüntüleri hâlâ unutamıyorum.
Çok şükür, bu distopya akim kaldı, nihai amacına ulaşamadı.
Sonrasında ne kadar acı çekmiş olursak olalım, darbenin başarıya ulaştığı bir senaryoyu tahayyül dahi edemiyorum.
Bir gece öncesinde, yaklaşmakta olan fırtınadan hiç haberimiz yokken, “yatakta basacak, şafakta asacaklar” diye mesajlar paylaşan aşağılıklar çoktan yurtdışına tüymüştü.
Darbeyi kutlamaya kalkanlar, gece sabaha dönerken başaramadıklarını anlamışlardı.
Ne yazık ki, arkasından büyük bir birlik duygusu doğurabilecek 15 Temmuz iç siyasetin hesaplaşmalarına kurban edildi.
Darbeyle uzaktan yakından alakası olamayacak insanlar hapse atılmakla kalmadı, yargılandıkları davalarda müebbet hapis cezalarına mahkûm edildiler.
Ömrü askeri vesayetle mücadele ederek geçmiş Altanların, Şahin Alpay’ın, Ahmet Turan Alkan’ın, Mümtaz’er Türköne’nin, Ali Bulaç’ın darbeci olabileceğine inanmamızı istediler.
Velev ki mahkeme kararı olsun, kamuoyunu buna ikna etmek mümkün değildi.
Bir zaman sonra, darbeyle alakası olamayacak bu gazetecilerin tahliye edildiklerine dair haberleri almaya başladık.
İdeolojik ya da düşünsel yakınlığa bakmaksızın tahliye haberlerine tuttuğum takım son dakikada gol atmışçasına seviniyordum.
İçeridekilerle hiçbir iletişimimiz yoktu, nasıl yaşadıklarını, neler yaptıklarını bilmiyorduk.
Bazen içeridekilerden birinin bir kitap yazmakta olduğuna dair bir haber ya da yazı çıkıyordu.
Mesela, Ahmet Turan Alkan’ın Sağ Yanım adlı bir roman yazdığını Ertuğrul Özkök’ün köşesinde okumuştum -o roman maalesef hâlâ yayımlanmadı.
Mümtaz’er Türköne’nin Silivri Postası adlı 15 Temmuz hesaplaşması ise dört sene kadar yayımlayacak cesur bir yayıncı bekledikten sonra nihayet piyasaya çıktı.
Bu yakınlarda yayımlanan Mahalle Yanarken adlı günlüğümde o günlere dair şöyle bir not düşmüşüm: “23 Aralık, 01.25 / Uyuyamıyorum. Kasvet büyüyor içimde. Aklımı kaçırmama ramak kaldı. Yazmazsam çıldıracağım. Sabahleyin, aralarında Şahin Alpay, Ahmet Turan Alkan, Hilmi Yavuz, Mümtaz’er Türköne, Lale Kemal gibi isimlerin yer aldığı elli küsur gazetecinin mal varlıklarına el konacağını öğrendim. Balyoz yemiş gibi sarstı bu haber beni. Mesela Türköne ile birçok konuda taban tabana zıt fikirlere sahibizdir. Hiç görmedim, aynı ortamda hiç bulunmadım ama ona nasıl darbeci derim?”
Silivri Postası’nın ilk bölümünde Türköne’nin genel olarak darbeciliğe, özel olarak da 15 Temmuz’a dair değerlendirmeleri yer alıyor.
İkinci bölümde ise hapiste tuttuğu günlüğü okuyoruz.
Türköne, “darbecileri yağlı kazığa oturtmak lâzım, ölenleri mezarlarından çıkartıp asmak lâzım,” gibi sözleriyle neden asla darbeci sayılamayacağını gösterirken bence ifratla tefrit arasında gidip geliyor.
Bir yazarın kimi durumlarda dikkat çekmek için mübalağaya başvurması gerekebilir ama mübalağa olduğu bilinse de insan haklarını yok sayan sözlerin dillendirilmesi bana doğru gelmiyor.
Türköne’nin darbeci olmadığını bilmek için bu abartılı sözlere ihtiyaç yok bence.
Silivri Postası’nda, Türköne, üstünde düşünülmesi gereken bir tespitte bulunuyor: “Dinî bir siyasetle değil, siyasileşmiş bir dinle karşı karşıyayız. Farkı anlamayanlara nihai bir açıklama: Dini esasları uygulayan bir iktidarla değil, siyasi ihtiyaçlarına göre dini istediği gibi yorumlayan ve kullanan bir iktidar düzenini tecrübe ettik.”
Yaşadığımız her soruna “Siyasal İslam böyledir!” cevabını verenlere karşı Türköne’nin söyledikleri çok önemli.
Siyasal İslam dediğimizde aslında İslam’ın amaç olduğunu söylemiş oluruz, oysa buradaki durum tam tersi, burada amaç siyaset, bir başka deyişle, iktidarda kalmak, İslam sadece bir araç konumunda.
“Demagog, kendisinin insanüstü özelliklere sahip olduğu inancını benimsetmek ve güçlü görünmek için sürekli hikâyeler üretir veya çevresindekilere ürettirir. Propaganda makinesinin merkezinde bu karizmayı üretme, zenginleştirme ve sürdürme görevi bulunur.”
‘DEMAGOG GÜÇLÜ GÖRÜNMEK İÇİN SÜREKLİ HİKÂYELER ÜRETİR’
Bir başka yerde de şöyle yazıyor: “Önemli olan gerçekten güçlü olmak değil güçlü görünmektir. Bunu sağlayan ise karizma balonudur. Demagog, kendisinin insanüstü özelliklere sahip olduğu inancını benimsetmek ve güçlü görünmek için sürekli hikâyeler üretir veya çevresindekilere ürettirir. Propaganda makinesinin merkezinde bu karizmayı üretme, zenginleştirme ve sürdürme görevi bulunur.”
Türköne’nin şahsi macerasının 15 Temmuz sonrasındaki Türkiye’yi çok iyi anlattığı kanaatindeyim.
Beğenelim beğenmeyelim, hemfikir olalım olmayalım hiç mühim değil; Mümtaz’er Türköne gibi Türkiye’de herkesin yakından tanıdığı, bir dönem milletvekili olması için herkesin kapısına gittiği bir aydının kitabını basacak bir yayıncı için tam dört sene beklemek zorunda kalması kolay kabul edilebilir bir şey değildir.
İmkân olsaydı da Silivri Postası’nı bu kadar sene beklemek zorunda kalmadan okusaydık.
Gene de, böylesine güçlü bir metnin yayımlanmasını son derece önemli bulduğumu ifade etmeliyim.
Fethullahçılar, en büyük kötülüğü kendilerine samimiyetle inanlara, kendi cemaatlerine ve onlara bir dönem omuz veren liberal aydınlara ettiler.
Bıraktıkları enkazla hâlâ yüzleşmemeleri ise akıl alacak gibi değil.
Yorum Yazın