Hikâye bu coğrafyaya yabancı değil. Bir kıza sevdalanmış, evlenmeye karar vermişler ama feodal lord “ilk gece hakkını” istemiş, bunlar da yaşadıkları köyden kaçmışlar.Bergheim’ın beyi de bu çifti kabul etmiş, kapıyı açmış, bağrına basmış. İşte bu heykeldeki adam, Bergheim’dan içeri girerken, koşarak kaçtığı köyündeki o lorda nanik yapıyor.
Strasbourg’dan Colmar’a gitmenin en güzel yolu, otobandan çıkıp köylerin ve bağların arasından geze geze inmektir.
Bu güzergâhtaki masalsı köyler, adeta insanı efsunlama yarışında birbirleriyle alışılmadık bir rekabet içinde gibidir.
Zaman dursa da insan ömrünün büyücek bir kısmını burada geçirse, bir yere yetişme derdi olmadan, dönmeyi aklından geçirmeden, şu köylerin her birinin tadını sonuna kadar çıkarmak için haftalarını, aylarını, yıllarını harcasa…
Hiç bana “bu nasıl cümle, zamanın durduğu yerde insan yıllarını nasıl harcayabilir?” demeyin, masallarda böyle şeyler bal gibi olur.
Ve bu köylerin her biri, adeta bir masal kitabından fırlamışçasına duruyorlar.
Daha önce Obernai ile Riquewihr’e gitmiştim, bu sefer Bergheim’la Doktor Albert Svhwitezer’in köyü Kaysersberg vardı hedefimde.
Münster de çok güzelmiş, ama bu köylerin hepsini bir seferde görmek maalesef mümkün değil.
Öncesinde, Ribeauville’e gittim.
Benim geldiğim ocak sonu buraların mevsimi değil, o yüzden birçok yer kapalıydı, metruk, adeta ıssız köyler gezdim.
Kiminde bir insan bile yoktu, oteller kapalıydı, buraların alametifarikası olan şarap evleri bile kapalıydı, ne bir bistroda ne bir restoranda bir şeyler yiyebildim.
Ribeauville’de, iyi bir otelin restoran kısmında öğle yemeği yedim.
Sokaklarında dolaştım.
Bu köylerde ille bir yeri görmek gerekmiyor, müzeler zayıf büyük hazineler vadetmediğini baştan söylüyor, belki bu gördüğümüz manzara parçalarının tek tek büyük bir anlamı olmayabilir de, ama o bütünlük içinde insanı çarpıyor, her gelene dünyanın en güzel yerlerinden birinde olduğunu hissettiriyor.
Ribeauville’den bu duygularla çıktım, sonsuz bağların arasından salına salına Bergheim’a geldim.
Bergheim, bütün bu köyler içinde farklı bir özelliğe de sahip.
Girişte, tabii otobandan değil köy yolundan girdiğinizi varsayıyorum, surların içinden geçmeden önce sizi bir duvar resmi karşılıyor.
Nanik yapan bir adam var, diğer eliyle de poposunu tutmuş koşuyor.
Meğer bu adam, tarihin kayıtlara geçen ilk sığınmacısı olarak biliniyormuş.
Hikâye bu coğrafyaya yabancı değil.
Bergheim’ın bir diğer şöhreti de cadı avının merkezlerinden biri olması. Bu bölgede cadı diye çok kadın yakılmış. Hatta cadıların toplu olarak yakıldığı yerler var.“Cadılık” başlı başına ilgilenilmesi gereken ama benim hiç bilmediğim bir alan.
CADI AVININ MERKEZLERİNDEN BİRİ
Bir kıza sevdalanmış, evlenmeye karar vermişler ama feodal lord “ilk gece hakkını” istemiş, bunlar da yaşadıkları köyden kaçmışlar.
İyi de, nereye gideceksin?
Bergheim’a gelip sığınmak istediklerini söylemişler.
Bergheim’ın beyi de bu çifti kabul etmiş, kapıyı açmış, bağrına basmış.
Bölgenin en büyük lorduna meydan okuma pahasına bu sevdalıları Bergheim’a alan beyin adı kalmamış -kalmışsa da ben bilmiyorum- ama hikâye duvardaki bu resimle destanlaşır ölümsüzleşmiş.
İşte bu heykeldeki adam, Bergheim’dan içeri girerken, koşarak kaçtığı köyündeki o lorda nanik yapıyor.
Bergheim’ın bir diğer şöhreti de cadı avının merkezlerinden biri olması.
Bu bölgede cadı diye çok kadın yakılmış.
Hatta cadıların toplu olarak yakıldığı yerler var.
“Cadılık” başlı başına ilgilenilmesi gereken ama ne yazık ki benim hiç bilmediğim bir alan.
Cadıların yakılmasının çok önemli ekonomik ve sosyolojik temelleri olması gerekir, deyip daha uzatmayayım, zira benim en azından şimdilik konuşabileceğim bir konu değil bu.
Bergheim’a en son çivinin 1400’lerde çakıldığı tahmin ediliyor.
Köyü şöyle bir dolaşmak bu bilginin doğruluğunu teyit etmek için yeterli.
Bergheim’da insan rengârenk bir pastanın içinde yürüdüğünü hissediyor, bu tuhaf ama güzel his, köyün her sokağında, her evinin önünde, küçük meydanında, kilisesinde, hatta araba park alanında bile sizi terk etmiyor, sarıp sarmalıyor.
Köyün diğer ucunda 1300’lerden kalma büyük bir kilise var, içindeki orgun dört asırlık olduğunu okudum.
Kilise arada elden geçmişse de “Ortaçağ haşmetinden” hiçbir şey kaybetmemiş.
Nanik yapan adamın Bergheim’a kabul edildiği günlerde belki de birkaç cadı yakılıyordu.
Kimbilir, belki o da bu “insanlık yangınını” izleyenler arasındaydı.

Yorum Yazın