Ken Follett 2000’lerde çok iyi bir Ortaçağ tarih-gerilim romancısına dönüştü, Bir Katedralin Öyküsü bunun en büyük kanıtı. Keza Yüzyıl Üçlemesi gibi devasa bir yapıtı kaleme alacak birikime ulaşabildi. Ancak 1980’lerde yazdığı erken dönem kurgularında belirgin bir kamuoyunu yönlendirme çabası ve “Amerikan üstünlüğü” vurgusunun yanında, pejoratif bir barbar-medeni dikotomisi açıkça dikkati çeker.
Galli yazar, gerilim ve tarihsel roman türünün önemli isimlerinden Ken Follett (Kenneth Martin Follett, 1949), sadece uluslararası şöhrete sahip bir eski gazeteci ve iyi yazar değil, Türkiye’de de meraklılarının yakından takip ettiği bir isim.
Follett henüz 30’una varmadan büyük bir şöhrete ulaşmıştı, ilk eserlerinden casusluk ve gerilim kurmacası Eye of the Needle 1978’de yayınlandı ve çok kısa süre içinde tüm dünyada 10 milyon kopyadan fazla sattı. Follett Türkiye’de de bu kitapla okuyucunun dikkatini çekti, hemen yayınlandığı sene İğne Deliği ismiyle Türkçeye de çevrildi; ancak bu kitap günümüzde sadece sahaflarda bulunabiliyor.
Çoğunlukla Ortaçağ İngiltere’si üzerine tarihsel romanlar yazdı Follett, ama ona yazarlığının ilk yıllarında şöhreti –ve parayı da- getiren eserleriyse, 20. yüzyıldaki çeşitli uluslararası ve çok boyutlu hadiseler üzerine kaleme aldığı casusluk ve gerilim romanları oldu.
Follett’ı geniş kitlelere tanıtan asıl büyük romanı 1989’da yayınlanan The Pillars of the Earth oldu. Türkçeye –neden ve hangi mantıkla yapıldığını anlamadığım şekilde- Bir Katedralin Öyküsü adıyla çevrilen bu kitap, 2017 yılı itibariyle tüm dünyada 26 milyon kopya satmıştı. 1135-1153 döneminde İngiltere’deki devasa politik ve toplumsal kaos yıllarında (Büyük Anarşi) küçük bir İngiliz köyünde inşa edilen bir katedral etrafında kurgulanan bu kayda değer roman, 2017’de bilgisayar oyunu formatında da tasarlandı ve Follett’ı geniş kitlelerin gözünde Ortaçağ’ı günümüze getiren yazar olarak üne kavuşturdu.
Follett’ın yayınlanmış 45 civarındaki kitabı içinde muhakkak zikredilmesi gereken roman setlerinden biri de Yüzyıl Üçlemesi olarak Türkçeye çevrilen, 2010-14 yıllarında yayınlanan, üç ciltlik The Century Trilogy başlıklı 20. yüzyıl okumasıdır. Devlerin Düşüşü, Dünyayı Saran Kış ve Sonu Olmayan Dünya adlarıyla dilimize çevrilen bu üçleme, Follett’ın en önemli iki çalışmasından biri olarak dikkat çeker ki geride bıraktığımız kargaşalar çağını anlamak için tüm okuyuculara bilhassa tavsiye ederim bu seti.
Erken dönem Follett romanlarına dair birkaç eleştirel not
Ken Follett şüphesiz, yaşayan en değerli uluslararası yazarların ve casusluk/gerilim türünün en önemli isimlerinin başında geliyor. Ancak bu yazıda biraz daha erken dönem romanlarına dönerek, okurken göz tırmalayan ve okuyucuyu rahatsız eden birkaç hususa değineceğim. Bunun için bugünlerde okuduğum iki erken dönem Follett romanı üzerinden hareket edeceğim. Bunlardan ilki Kasım 1985’te İngilizcesi yayınlanan ve ertesi sene Aslanlar Vadisi adıyla Türkçeye de çevrilen Lie Down with Lions. İkinci kitapsa, Eylül 1984’te İngilizcesi yayınlanan ve Kartallar adıyla aynı yıl dilimize çevrilip basılan On Wings of Eagles.
Bu iki kitabı arka arkaya okudum. Hem Yüzyıl Üçlemesi’nden dolayı Follett’a olan sempatim hem de bu iki kitabın konusunun akademik araştırma alanım olan Ortadoğu’nun modern dönem tarihi ve uluslararası siyasetini ele alması hasebiyle bu kitaplar dikkatimi çekti. Bu arada belirtmem gerekir ki Follett kitaplarının Türkiye’deki yayıncıları yeni baskılarını yapmıyor, bu iki kitabı ise ancak sahaflarda şans eseri bulabilmek mümkün artık.
Hollywood filmlerinden kolayca hatırlayabileceğimiz şekilde Amerikalı bir süper-kahramana ihtiyaç var. Aksi takdirde bu barbarları kim yola getirebilir, kim ikna edebilir, satranç tahtasında bu piyonları rakip Sovyetlere karşı kim bir adım ileri hareket ettirebilir ki!
Afganistan’da Ahmed Şah Mesud ve barbarları arasında Amerikalı bir süper-kahraman
Aslanlar Vadisi, Soğuk Savaş’ın sonundaki kritik dönemeçlerden, Sovyetlerin 1979’daki Afganistan’ı işgal yıllarını ele alıyor. Her ne kadar Sovyet sempatizanı bazı çevreler, Kabil’deki Kremlin yanlısı kukla yönetimin “davetiyle” gerçekleştiğini iddia ederek bunun bir işgal değil de yardım olduğunu savunsa da, Afganların büyük çoğunluğu gibi ben de bu dönemi işgal yılları olarak nitelendiriyorum.
Follett’ın kurgusunda; Afganlar sadece Sovyetlere karşı savaşmamakta, aynı zamanda kendi içlerinde de bölünmüş durumda olup çatışmaktadır. Bu çatışmaların ortasında bir yerel komutan parlamaktadır: Kabil’in 100 km kadar kuzeyindeki dağlık Pençşir (Beş Aslan) Vadisi olarak bilinen coğrafyada yaşayan Taciklerin karizmatik ve genç lideri Ahmed Şah Mesud. Ancak Mesud’un silahları ve teçhizatı Sovyet işgaline ve işbirlikçi Kabil hükümet güçlerine karşı koymaya yetmemektedir, üstelik rakip kabile ve aşiretlerin liderleriyle de anlaşamamaktadır. Kendisine el uzatılıp silah ulaştırılırsa Sovyet karşıtı direniş başarılı olabilecek, Mesud direnişin liderliğine getirilebilecek ve zafere ulaşılabilecek, Sovyetlere diz çöktürülecektir.
Ancak sahada büyük bir sorun tespit eder Follett: Mesud’a kim ulaşıp bu dâhiyane fikri fısıldayacak, kendisinin ikna edemediği rakip direniş liderlerini ve yerel aşiretleri kim ikna edecek, bu sayede CIA liderliği ve Beyaz Saray nasıl ikna edilebilecektir? Evet, bildiniz; Hollywood filmlerinden kolayca hatırlayabileceğimiz şekilde Amerikalı bir süper-kahramana ihtiyaç var. Aksi takdirde bu barbarları kim yola getirebilir, kim ikna edebilir, satranç tahtasında bu piyonları rakip Sovyetlere karşı kim bir adım ileri hareket ettirebilir ki!
Aranan süper-kahramanı eski bir Vietnam savaş gazisinin şahsında buluverir Follett: Daha önce Vietnam’da kahramanca (!) çarpışmış, çokça barbar ve haydut Vietnamlı avlamış, bol madalyalı bir helikopter casusu, pratik zekâlı, hafif romantik ama ağır savaşçı, Ellis John isimli CIA ajanı. Filmlerdeki süper-kahraman karakteri gibidir Ellis; gözünü budaktan sakınmaz, gerektiğinde romantik bir âşık olur, gerektiğinde Rambo misali onlarca düşmanı haklar, gerektiğinde ABD’deki karar mekanizmalarını tek başına harekete geçirir, ama ne yapar eder günün sonunda Mesud’la rakip klan şeflerini Pençşir’de bir araya getirip onlardan birleşik bir cephe kurar. Bu sayede Amerikalı vergi mükelleflerini ikna edecek bir plan kotarılır ve Pakistan üzerinden Afgan direnişçiler silaha ve cephaneye boğulur, nihayetinde Sovyetler dize getirilir.
Ellis de muradına erer elbette; sevdiği kız olan İngiliz Jane’i, Sovyet işbirlikçisi hain kocası Jean Pierre’i öldürerek onun elinden kurtarır. Şanslıdır Amerikalı süper-kahraman, bir taşla iki kuş vurmuş, Afgan dağlarında hem ülkesine –ve tabii özgür dünyaya da- devasa bir hizmette bulunmuş hem de sevdiği kadına kavuşmuştur.
1979’un ilk günlerinde Devrim’in ayak sesleri duyulmakta ve sokaklar kan gölüne dönmüşken Tahran’a gidecekler, bir plan yapacaklar, Adalet Bakanlığı merkez binası kampüsündeki cezaevini basacaklar ve iki EDS çalışanını (Follett rehine olduklarında ısrarcı) kurtaracak ve yeni bir kahramanlık hikâyesi yazacaklar.
1979’un kaotik İran’ında bir başka süper-kahraman
Follett’ın bu yazıda inceleyeceğim ikinci romanı Kartallar ise Afganistan’ın batı komşusu İran’da geçiyor ve (ana hatlarıyla) yaşanmış bir olaya dayanıyor. 1978’in son günleri: İran devrim ateşiyle kaynıyor, sarıklı bir mollanın yurt dışından idare ettiği kalabalıklar sokaklarda her gün protesto gösterileri yapıyor, polis kalabalıklara ateş açıyor, yüzlerce insan ve her gün kitleler halinde öldürülüyor. Bölgede “ABD’nin jandarması” olarak bilinen –Humeyni’ye göre ise “Amerikan uşağı” idi- Şah Muhammed Rıza Pehlevi ve rejimi bu haftalarda artık İran’da kontrolü kaybetmiş durumda: Bürokrasi sarayı dinlemiyor, ordu içinde büyük kesimlerin devrimcilerin safına geçeceği konuşuluyor, yani İran’da kimse kimseye güvenmiyor ve ortalık fazlasıyla karışık.
Bu şartlar altında, birkaç aydır İran Sağlık Bakanlığı için istihdam edilen EDS isimli Texas merkezli bir Amerikan firması bakanlığın sistemlerinin bilgisayarlaştırılması projesinde çalışıyor, fedakâr Amerikalılar barbar ve azgelişmiş (hatta hiç gelişmemiş) İranlılara teknolojiyi ve medeniyeti öğretiyor. Ama kötü talihe bakın ki 1978’in son günlerinde İran Sağlık Bakanı rüşvet ve görevi kötüye kullanmaktan tutuklanıyor, arkasından EDS firmasına soruşturma açılıyor ve şirketin İran’daki en üst düzey iki yöneticisi de tutuklanıyor.
Sonrasında Washington ile Tahran’daki yetkililer arasında bir sinir harbi başlıyor. Henry Kissinger’ın, dönemin dışişleri bakanı Cyrus Vance ve ulusal güvenlik danışmanı Zbigniew Brzezinski gibi etkili isimlerin de dâhil olduğu bir sürecin sonunda her türlü diplomatik yol deneniyor. Ancak barbar İranlılar nuh diyor peygamber demiyor (!): Her şeyi kuralına uygun yapan Amerikalı şirketin iki masum ve bigünah elemanı adeta rehin alınmış! Barbarlara karşı söz kifayet etmez elbette, şimdi anladıkları dilden konuşulmalı: Güç kullanılması lazım.
Tam bu noktada iki pelerinsiz süper-kahraman devreye giriyor. Biri EDS firmasının gerçek sahibi, cesur ve atak bir iş insanı, gerçek hayatta da aktif ve girişken bir işadamı olan, aynı zamanda bir siyasetçi Ross Perot (1930-2019). İkinci süper kahraman ise Aslanlar Vadisi’ndeki Ellis benzeri bir eski asker, hatta neredeyse onunla aynı yollardan geçmiş bir Vietnam gazisi: Cephede süper kahramanlıklar yapmış bir eski helikopter pilotu Albay Simons. Perot’nun kendisi de Vietnam yıllarında Amerikalı esirlerin kurtarılması için uluslararası sivil bir kampanya organize etmiş bir aktivist aynı zamanda.
Albay için hemen bir süper-kahramanlar timi kurulur, hemen hepsi eski Vietnam savaş gazileriyken şimdi başarılı birer ufak işadamına dönüşmüş EDS çalışanları, hem becerikli hem cesur hem bilgili hem de savaşçı süper-kahramanlar. 1979’un ilk günlerinde Devrim’in ayak sesleri duyulmakta ve sokaklar kan gölüne dönmüşken Tahran’a gidecekler, bir plan yapacaklar, Adalet Bakanlığı merkez binası kampüsündeki cezaevini basacaklar ve iki EDS çalışanını (Follett rehine olduklarında ısrarcı) kurtaracak ve yeni bir kahramanlık hikâyesi yazacaklar. EDS’in milyarder patronu Perot da tabii ki Tahran’a gitmeden edemez, o da kurtarma çalışmalarına nezaret edecek, adamlarını düşman bir ülkede kaderine bırakmayacak, Amerikan hükümetine de iş bilmezliklerini yüzlerine vurarak iyi bir ders verecektir.
Piyasa işi, kamuoyu oluşturma romanları
Aslanlar Vadisi’ndeki süper-kahraman Ellis yaralansa da görevini başarıyla gerçekleştirdi. Kartallar’daki süper-kahramanlar Albay Simons ve gözüpek timiyle patronları Perot’nun ondan ne eksiği var? Elbette onlar da başarılı olur. Sonraki yıllarda büyük bir romancıya dönüşecek olan Ken Follett ise Soğuk Savaş’ın artık sonuna yaklaşılan 1980’lerin ortalarında Batı ve Amerikan kamuoyuna Doğu’daki “kötü”leri yakından tanıtır bu ikinci sınıf kurmacalarıyla. Evvela unutulan Vietnam kahramanları (!) üzerinden Amerikan kamuoyunda bir kahramanlar konsolidasyonuna soyunur. Ardından o kahramanlık geleneğini, emekli-gazi asker/ajanlar kanalıyla iki kötü imgenin (şeytan Sovyet rejimi ve İranlı gerici devrimciler) üzerine salar bu sefer. Vietnam’da barbarları yenen süper-kahramanlar bu daha tehlikeli iki düşmanı mı alt edemeyecek? Tabii ki sözkonusu değil, ikisi de son derece başarılı olurlar görevlerinde.
Kitapların, (hele güncel konulardaysa), yazıldıkları dönemden bağımsız düşünülmesi mümkün değil. 11 Eylül sonrasında Batı-ABD’de patlayan bestseller kurgulara bakıldığında, yönetim tarafından şeytanlaştırılacak Doğulu milletler üzerine açılan Haçlı Seferi’ne –bu ifade dönemin ABD Başkanı George W. Bush’a aitti- kamuoyunu hazırlama ve “öcüleştirme” misyonu kendini hemen belli eder. Bu dönemde Afganistan, Irak, İran gibi ülkelere dair öykü/romanlarda yaşanan patlamanın asıl sebebi ebette bu; yoksa bazı spesifik toplumlarla ilgili bir aydınlanma ve kültürel bilgi açlığı yaşamıyordu Amerikan toplumu. Maksatlı bir yönlendirme ve kamuoyu oluşturma çabası açıktı 2000’li yıllarda, bu eğilimin günümüzde de bir ölçüde sürdüğü söylenebilir.
Ken Follett 2000’lerde çok iyi bir Ortaçağ tarih-gerilim romancısına dönüştü, Bir Katedralin Öyküsü bunun en büyük kanıtı. Keza Yüzyıl Üçlemesi gibi devasa bir yapıtı kaleme alacak birikime ulaşabildi. Ancak 1980’lerde yazdığı erken dönem kurgularında belirgin bir kamuoyunu yönlendirme çabası ve “Amerikan üstünlüğü” vurgusunun yanında, pejoratif bir barbar-medeni dikotomisi açıkça dikkati çeker.
Follett’a bu eleştiri daha önce yöneltildi mi, yöneltildiyse kendisi bu eleştirilere ne karşılık verdi… Bu soruların yanıtına ulaşamadım, ancak kendisini takdir eden bir okuyucusu olarak erken dönem romanlarının fevkalade sorunlu bir perspektif içerdiğini, Follett düzeyindeki bir yazara hiç yakışmadığını kayda geçirmek isterim bu vesileyle.
Yorum Yazın