“Muhasebe” geçmişten ders çıkarmak, hataları tekrarlamamak için yapılan zorlu bir iş. Muhasebe yapabilmek için kimi zaman içerden değil, dışarıdan bakabilecek insanlara, kurumlara ihtiyaç duyulduğu bile söylenebilir. Bu da ancak bağımsız yapılarla olabilir. Ak Parti’nin bu konuda geçmişte önüne önemli fırsatlar çıktığını ama değerlendiremediğini düşünüyorum. Ak Parti Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan biliyorsunuz, seçimlerden sonra bir “muhasebe” yapacaklarını ve “kendisi de dahil kimsenin hesap sorulamaz olmadığını” söyledi.“Muhasebe” yapmak hiç kolay bir iş değil.“Muhasebe” geçmişten ders çıkarmak, hataları tekrarlamamak için yapılan zorlu bir iş.Hatta kimi zaman “muhasebe” yapmaya çalışmak, imkansız bir şeyi istemek gibi.Nietzsche'nin "Aktive Vergeszlichkeit" dediği bir kavram var. Ona göre görmemezlik bir yetersizlik, bilgisizlik değil, edinilmiş bir deneyim. Hatta kasıtlı yapılan bir şey. Görmemezlik bir yetersizlik değil, ona göre kasıtlı bir bastırma girişimi.Nasıl yediklerimizin büyük bir bölümünü dışarı atıyorsak (ya da her gördüğümüzü yemiyorsak) gözümüzün önündeki şeylerin de bir bölümünü dışarıda tutar, görmeyiz.Bu nedenle muhasebe yapabilmek için kimi zaman içerden değil, dışarıdan bakabilecek insanlara, kurumlara ihtiyaç duyulduğu bile söylenebilir.Bu da ancak bağımsız yapılarla olabilir. Ak Parti’nin bu konuda geçmişte önüne önemli fırsatlar çıktığını ama değerlendiremediğini düşünüyorum. Siyaseti yenileme potansiyeli olan bir “muhasebe” yapabilmek, siyasetin yenilenmesi için motivasyonun parti yönetimlerinin dışından gelmesi, hatta çoğu zaman başka ülkelerdeki deneyimlerle köprüler kurulması bile daha olası gibi gözüküyor.Kimi zaman da lider değişimleri -yerleşmiş patronaj sistemlerini sarstığı ve zihniyet değişimleri de yaratabildiği için- siyasette bir değişikliğe yol açabiliyorAncak yerel seçimlerde İstanbul’da Murat Kurum örneğinde olduğu gibi "bir kuşak değişimi" yaşansa da, tepedeki tarafından yetkilendirme işlevi, yerleşik patronaj sistemi yeniden üretildiği için kayda değer bir motivasyon yaşanmadığı da görüldü.İstanbullular karşılarında şehri bir eşya gibi planlanabileceğini, tüneller, köprüler yapmakla İstanbul’un trafik sorununun çözülebileceği zanneden Ak Partili bir aday gördüler. Sanki şehirdeki riskli yapıları uzaktan, yerle temas etmeden anlayabilecekmiş ya da biliyormuş gibi yapan, “kentsel dönüşüm” meselesini yeni yapılacak inşaat sayısıyla ölçen... Şehri bir nesne olarak görmenin ulaşımı da, yaşanması muhtemel riskleri de iyice içinden çıkılamaz hale getirdiği ortada. Aynı siyasal zihniyeti yeniden üretim ilişkileriyle her alanda, muhalefette de gözlemlemek mümkün.
Ak Parti önce kültürel alanda, sonra da ekonomi alanında çuvalladı. Örneğin Ak Parti imzalı hiçbir başarılı mimarlık projesi olmadı. Sanat da olmadı. Şehircilik de olmadı. Ak Parti kültürel alanı kayırmacı ilişkiler siyaseti içine almaya çalıştı ve kontrolü altına aldığını zannettikçe de kontrolü kaybetti.
AK PARTİ İKTİDARI “KÜLTÜREL SERMAYE”Yİ KULLANMAYI BİLEMEDİ
Bilemedi değil, “kullanmayı beceremedi” demek belki daha doğru olur. Çünkü elinde imkanlar olmasına, koşullar kendisinden yana olmasına rağmen kullanamadı.Bu sorunun Ak Parti’yle de bir ilgisi yoktu. Ak Parti iktidara gelmeden önce, 1980’lerde neoliberal ekonomik koşullar içinde bilişsel sermaye kendisini temsil eden bir sınıfa dönüşmüştü. Ayrıcalıklarını korumak için iktidarlarla, bürokrasiyle, çıkar sermayesi ile oligarşik ilişkiler içindeydi.Ak Parti önce kültürel alanda, sonra da ekonomi alanında çuvalladı.Örneğin Ak Parti imzalı hiçbir başarılı mimarlık projesi olmadı. Sanat da olmadı. Şehircilik de olmadı. Ak Parti kültürel alanı kayırmacı ilişkiler siyaseti içine almaya çalıştı ve kontrolü altına aldığını zannettikçe de kontrolü kaybetti. Çünkü iktidarı etrafında saçaklananlar bağımsız kültür insanları değil, doğal olarak iktidar nimetlerinden istifade etmeye çalışan çapsız, kamusal alanı kritik düşünceye, yeniliklere, farklı deneyimlere kapatan fırsatçılardı.Ak Parti’nin kültürel sermayeyi kullanma becerisi gösterememesinin en önemli nedeni belki de iki karşıt ve birbiriyle uzlaşmaz şeyi birbirine karıştırmasıydı: Ak Parti’nin en büyük hatası devlet erkini kendi çıkarı için kullanan, şiddet ve eşitsizlik üreten imtiyazcı devlet sınıflarıyla başta sözünü ettiğim demokratları, bağımsız kalmaya, fikir üretmeye, kamusal alanı açmaya çabalayan entelektüelleri aynı potaya koymasıydı. Devlet imtiyazlarını kullanan sınıflar zaten bu bağımsız insanları kendi ayrıcalıkları için tehdit olarak görüyorlardı.Ak Parti de 2010’lara kadar süren bu çok kritik dönemde, bu imtiyazcı zümrelere daha çok imkanlar tanıyarak tatmin etmeye ve etkisiz hale getirmeye çalıştı.Böylece Ak Parti iki şeyi birbirine karıştırdı: Kültürel sermayenin oligarşik ilişkiler içindeki imtiyaz mücadelesi ile doğasındaki, işleyiş mantığındaki özerklik meselesini…Bu yüzden imtiyazcı bir devlet sınıfı halini almış ve 28 Şubat sürecinde etkili olanlar ile demokrasi ve özgürlükler alanındakileri aynı kefeye koydu. Her ikisini birbirine karıştırdığı için onları kayırmacı ilişkiler ile itaat altına almaya çalıştı. İtaat altına girmeyenleri de cezalandırma yolunu seçti.Bu hangi siyasal görüş, hangi parti olsa muazzam bir hataydı.Ak Parti’nin iktidarı boyunca başarısını sağlayan hiç şüphesiz dışlananların, sermayesi olmayanların temsilcisi olma iddiasıydı. En temel hatası ise bu temsil iddiasını eşitsizliği yeniden üretmeyi, bir soylulaştırma dinamiği olarak kullanmayı tercih etmesiydi.
Yorum Yazın