İttihatçılık-Osmanlıcılık Hamitçilik-Kemalcilik arkaik kavgasından çok daha değerli analoji ise Özgürlükçülük-Birleştiricilik-Eşitlikçilik sloganıyla yola çıkıp eski düzeni yıkan İttihat Terakki’nin sonuçta Despotiklik-Tektipçilik-Nepotizm batağına savrulmasında. Sizce son 20 küsur yılda kim bu yolları aynı rotada yürüdü?
Türkiye’de siyasi yelpazenin neresinde durduğunuzu 2 kelimeyle anlatmak için Kızıl Sultandı ya da Ulu Hakandı demeniz kafidir.
Abdülhamid’den söz ettiğimi bile söylememe gerek yok.
Türkiye’de siyasi karpuzun kırmızısı ile yeşilini Osmanlı’nın 34. Padişahından daha iyi ayıran çok az şey vardır. “Abdülhamid” duruşu sıkı bir turnusoldur.
Abdülhamid’in mezarında çoktan toprağa karışmış kemiklerini hiç ilgilendirmeyen bu tartışmanın ana materyalinin 1945’de Soğuk Savaş denilen bölünme ile hızlandığına şüphe yok.
1945-91 arası sol elle saç düzeltmenin bile dinsizlik sayıldığı bir dünyada Abdülhamid kolayca sağın istismar ettiği bir tarihsel figüre dönüştü. Osmanlı’nın 33 yıllık tahtta kalışı ile en uzun mahzariyete sahip padişahı olmasına rağmen mağduriyet edebiyatı aslında 45-91 arası cepheleşmenin yansımasından başka bir şey değildi.
Mete Han’dan Vahdettin’e kadar tüm tarihsel figürleri sağ siyasetçiye dönüştüren Türk tipi ucube muhafazakar/sağcılık aslında Hitler de dahil pek çok faşist düşüncenin yolunda gidiyor.
Onlarda da faşist var bizde de faşist var ama onlar zengin biz fakir sorusunun yanıtını çiçeği kulağında Nobel Ödüllümüz Daron Acemoğlu okumalarına bırakalım ve kitabımıza dönelim.
Oğlak Yayınlarında basılan kitabın dizaynı feci. İçeriğindeki modernist, canlı ve yoğun hikayeye sırtını dönüyor ve kapağını sarı bir Abdülhamit tuğrasına emanet ediyor. Bu yönüyle kitap “beni sadece doblo arkasına tuğra asan entelektüel sağ esnaf (varsa) okusun” tadında bir sunuşla karşınıza çıkıyor.
Önyargıyı aşabilir ve kitabın sayfalarını çevirmeye başlarsanız 1908 İstanbul’unun tam ortasında buluveriyorsunuz kendinizi.
İstanbul’un Sarıyer’den Yedikule’ye Tuzla’dan Fenerbahçe’ye olduğu yıllar. Çekmeköy Bahçeşehir aramayın.
Tabi ana semtlerimiz Rumelihisarı, Nişantaşı ve olmazsa olmaz Sultanahmet-Babıali.
Bu üç kadim semtteki yalılar konaklar camiler ve Bizans mirası kiliseler arasında İmparatorluğun en kısa yüzyılının en can alıcı günlerindeyiz.
Meşrutiyetin ayak sesleriyle rahatı kaçan eskinin Kapıkulları yeninin bürokratları İttihatçıların ciğerlerini sökeceği zamanların endişesi içindedir. Pek çoğu bu akıbetten kaçamaz malı mülkü kaptırıp o zamanların Adalar’ının pek cazip olmayan inzivasına şutlanırken aralarından biri cevval kızının sayesinde bu felaketten sıyırır.
Nahid Sırrı Örik muhtemel ki 20 ‘i yaşlarına varmadan bir sübyan olarak bizzat takip ettiği ama sonrasında çokça okuyarak hazmettiği bu dönemi bize sunarken maharet ve açık sözlülükten kaçınmıyor.
Abdülhamid’in Kızıl Sultan’a daha çok yaklaşan tasvirinin yazarın solculuğundan değil tarihsel gerçeklik böyle olduğundan kaynaklandığına şüphe yok.
Uzun yıllar Nazırlık yapmış Mehmet Şahabettin Paşa tam etrafı sarılacakken kızı Nimet’in Theodora misali çıkışı ve İttihatçı Şefik beyi deyim yerindeyse kafalamasıyla kuşatmayı kırar.
Bu kafalama Abdülhamid döneminin makbul bürokratı Mehmet Şahabettin Paşa’nın Osmanlı’nın delice borçlanmasının veya borçla verilen taahhüt işlerinin karşılığında sağladığı rüşvetlerle edinilen muazzam servetin muhafazasını temin etmiştir.
Nimetin güzel gözleri ve ondan daha da keskin siyasi zekası İttihatçı Edirneli bir imam oğlu zabit olan Şefik’in aklını çeler ve paşa mukadder bir saldırıdan kurtulmak bir yana kısa süre içinde gerçekleşen evliliğin ardından tekrar geç yaşında nazırlık görevine gelir.
Bu tercihler Şefik’e de baş döndüren politik atmosferde sadece tensel mutluluğu değil siyasi ikbali de getirir.
İttihatçı bir zabitlikten mebusluğa giden yol kısalır.
Diğer tarafta yoğun siyasi gündem devam etmektedir. 31 Mart’ın önce ayak sesleri gelir sonra kendisi. Şefik’in İttihatçı geçmişine sırt çevirmesi onu önce Nazırlığa sonrasında ise 2 hafta içinde kaçınılmaz felakete sürükler. 5 dakkada değişir her şey.
Nimet ise kurtuluşu Rus elçiliğine sığınıp yanına aldığı taşınır servetle Odesa’ya açılan bir geminin güvertesinde bulur.
Bu kısacık özetin arka planında başta Sultan Abdülhamid olmak üzere dönemin saray erkanının ve olmazsa olmaz İttihat Terakki Harekatı mensuplarının tasvirleri geniş yer almakta. Bahsettiğimiz dönemin kompakt İstanbul’u, ayak takımının ve aristokrasi/bürokrasinin hizmetindeki ara kadronun bu geçiş dönemindeki seçim ve konumları incelikle işlenmektdir.
Babası Osmanlı Sarayına doğrudan hizmetlenmiş Nahid Sırrı Örik muhtemel ki 20 li yaşlarına varmadan bir sübyan olarak bizzat takip ettiği ama sonrasında çokça okuyarak hazmettiği bu dönemi bize sunarken maharet ve açık sözlülükten kaçınmıyor.
Abdülhamid’in Kızıl Sultan’a daha çok yaklaşan tasvirinin yazarın solculuğundan değil tarihsel gerçeklik böyle olduğundan kaynaklandığına şüphe yok. İttihat Terakki’nin özeleştirisine ve kendini aynada tasvirine dair bölüm ise bu hareketin Osmanlı’nın kaderinde aldığı rolün objektif sınırlarını ortaya koymaktadır.
Hikayeden, dönemden ve bizim bu geçmişe bağımızdan bağımsız olarak tarif edilen siyasi duruş, tutum ve yaklaşımlar aklı başında her siyasi oluşumun üyelerine ders olarak okutması icap eden ayrıntılar içeriyor. Bu yönüyle kitap bir edebi metinden öteye geçiyor ve Clausewitz’in Savaş Üzerine’si ve Makayavel’in Prens’i tadında bir siyaset sosyolojisi metnine dönüşüyor.
İttihatçılık-Osmanlıcılık Hamitçilik-Kemalcilik arkaik kavgasından çok daha değerli analoji ise Özgürlükçülük-Birleştiricilik-Eşitklikçilik sloganıyla yola çıkıp eski düzeni yıkan İttihat Terakki’nin sonuçta Despotiklik-Tektipçilik-Nepotizm batağına savrulmasında. Sizce son 20 küsur yılda kim bu yolları aynı rotada yürüdü?
Yorum Yazın