Yerelleşmiş bir politik alanı yeniden keşfetmek için hazine değerinde bir miras
SİYASETÖrneğin dünyadaki ilk modern yerel kamu yönetimi deneyimlerinin Avrupa başkentlerinde yaşandığı sonra “batılılaşma” sürecinde Osmanlı imparatorluğuna da geldiği söyleniyor. Oysa teknik yapıları olarak benzerlik taşısa da, bu tam anlamıyla doğru değil. Özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa devletlerine göre farklı bir yapısı vardı.
Suriye gibi ülkeler bir taraftan muazzam krizlerin yaşandığı yerlerken bu dönüşüm safhalarında yeni kamu yönetimleri deneyimlerinin geliştirilmesi için de aynı ölçüde de fırsatlar sunuyormuş gibi...
Geçmişte olduğu gibi bu “yeni siyasal sosyoloji” -ya da temsil biçimi- içinde farklılıklar ulus-devletler için bir tehdit algısı oluşturmuyor.
Türkiye’deki dönüşüm işaretleri devlet aklını temsil eden en milliyetçi partiden geldiğine göre, örgütler için de durum zannedersem çok farklı değil.
Buna karşılık bu dönüşüm modern -yani neo-klasik olmayan- ulus-devlet kavramının temelini oluşturuyor ve hukuk devletine dönüşmek için muazzam bir fırsat sunuyor.
Bu muazzam zorluklar içeren bir keşif. Ama elbette iyi okunursa.
Önce meseleye gündemdeki örnekten hareketle bakmayı deneyelim:
Soru şu: Suriye bölgedeki bu dönüşüm için bir laboratuvar olabilir mi?
Suriye gibi imparatorluk sonrası kurulan ülkelerin kamu yönetimi modelleri modernleşme sürecindeki bildiğimiz ulus-devletlere zannedersem pek benzemiyor.
İmparatorluk-sonrası dediğimiz coğrafyada bir kamu yönetimleri krizi yaşandığı da aşikar. Bu kriz örneğin diğerlerinin yaşadıklarına benzemiyor. Kırımlara, sıklıkla şiddet olaylarına, toplu göçlere uzanıyor.
Büyük Savaş’ın ertesinde imparatorluk parçalanırken kazananların kendi aralarında yaptıkları anlaşmalara göre de bu coğrafyada bazı bölgelerin paylaşıldığı, sınırların çizildiği biliniyor.
Şimdi bu bölgede devletlerin, kamu yönetimlerinin yeniden yapılanma işaretleri diyebileceğimiz gelişmeler ortaya çıktığında örgütlerin de neo-klasik siyasal yapılar, devletler gibi bir dönüşüm geçirebilecekleri görülüyor.
Bu dönüşümün ne ölçüde yerel halkların, onları temsil eden siyasal yapıların kendi aralarında anlaşmaları sonucunda olacağı elbette ki önemli bir tartışma konusu.
Geçmişte olduğu gibi bu müşterekleri yönetme deneyimi dışarıdan dayatılmaya çalışılırsa, sorunların tekrarlanacağı, şiddetin, hak ihlallerinin geleceğe taşınacağı da aşikar.
Diğer taraftan insan olan ve olmayanların hakları, doğal kaynakların kullanımı, güvenlik ve çevre sorunları gibi başlıklar ve ayrıca “siyasal konjonktür” denen şey devletlerin hükümranlık biçimlerinin, deneyimlerinin çok ötesine geçen konular.
Devletlerin ideolojik yeniden üretim süreçleriyle, şiddetle veya başka yollarla kamu gücünü, imtiyazlarını eline geçiren zümrelerin elinde olmaları -tıpkı kanayan ve iyileşmeyen bir yara gibi- bölgenin çok kültürlü yapısına zarar veriyor, yaşanan siyasal sorunların kalıcılaşmasını sağlıyor.
Suriye gibi ülkeler bir taraftan muazzam krizlerin yaşandığı yerlerken bu dönüşüm safhalarında yeni kamu yönetimleri deneyimlerinin geliştirilmesi için de aynı ölçüde de fırsatlar sunuyormuş gibi... Bu meselenin en başta da Türkiye’yi ilgilendirdiğini düşünüyorum. Sonuçta bu siyasal-sosyal coğrafyanın hafızası Osmanlı İmparatorluğu’nun modernleşme sürecinde yaşanan gelişmelerle çok yakından ilişkili.
İmparatorluğun modernleşme süreci çok iyi bilindiği gibi çok-milletli bir sistem olarak yaşandı. Bu milletler tıpkı ulus-devletler gibi kimlik prototipleri ve modern eğitim kurumlarıyla inşa edildiler.
Üzerlerinden farklı inşa süreçleri geçtiği için, ya da devlet imtiyazlarını kullanan sekülerleşmemiş elitlerin yarattıkları dünya içinde karanlıkta kalan, çok iyi bilinmeyen -ya da ideolojik pratiklerle üzeri örtülen- mesele Osmanlı İmparatorluğu’nun modernleşme dinamikleri ve sonrasında Türkiye Cumhuriyeti’nin ve bölgedeki diğer devletlerin kamu deneyimlerinin, kurumlarının neo-klasik anlamda inşa edilen kompartımanlaşmış sahalarda değil, farklılıkları kapsayan, yan yana getiren, özerkleşmiş yerel kamusal alanlarda geliştiği…
Asıl modernleşme dinamiği olarak bunun altını çizmenin anlamlı düşünüyorum. Bu tarih kanımca yeniden yazılabilir ve onu kendi imtiyazlarını üretmek için rehin alanların ellerinden kurtarılabilir.
Sekülerleşmemiş, yani kamu sahasını ideolojilerle tasarlamaya, askıya almaya çalışan yönetimler şiddet, eşitsizlik, hukuksuzluk, çatışma üretiyor.
Buna karşılık bu coğrafyanın hafızasında farklı bir modernleşme modelinin izlerinin de bulunduğunu düşünüyorum.
19. yüzyılda, imparatorluğun modernleşme sürecinde şehrin mahalleleri genellikle milletler olarak kompartımanlaşmış toplulukları barındırıyordu. Topluluklar, benzerlikler üzerinden dini yapıları, eğitim kurumlarıyla, sosyal yapılarıyla ayrışmış durumdaydılar. Ayrı kamu sahaları, kültürel prototiplerin inşası ile gerçekleşti.
Bu yerler özel konumları, sosyal kurumları, çok kültürlü yapılarıyla nedeniyle bir bakıma modern kamu kavramının eşi benzeri olmayan “kuluçka alanları”. Bu deneyimin modernleşme tarihi açısından keşfedilmeyi bekleyen eşsiz örneklerden biri olduğunu düşünüyorum.
Örneğin Osmanlı imparatorluğunda bu tür bir modernleşme süreci yaşayan -ve başı çeken- Ortodoks Rumlar’dı. Sonra Ermeniler. Müslüman elit de aynı modeli benimsedi. Alfabenin standartlaştırılması, konuşulan farklı lehçelerin yerini resmi dilin alması, yeni eğitim kurumları yanında tıp, tarih, edebiyat, müzik, spor, bilim alanlarında entelektüel bir gelişme yaşanıyordu. Bu neo-klasik anlamda, ulus-devletlerin prototipini oluşturduğu bir modernleşme biçimiydi.
Bu nedenle hem bu coğrafyada, Osmanlı imparatorluğunda, hem de Türkiye gibi ulus-devletlerde bu iki ayrı modernleşme tipi üzerinde durmak zannedersem mümkün.
Avrupa devletleri Rusya’ya karşı Kırım Savaşı (1853-1856) nedeniyle bir araya gelirken, Osmanlı imparatorluğu zaten çok-milletli bir yapıya sahipti. Bu neo-klasik modernleşme tipi sonraki dönemde devlet gücünü kullanan elitler tarafından oryantalist modelde prototipleştirilmeye çalışıldı.
Ancak kamu sahası bundan ibaret değildi, bunları demetlemeye çalışan bir yönetsel yapı oluşturuluyordu.
Örneğin dünyadaki ilk modern yerel kamu yönetimi deneyimlerinin Avrupa başkentlerinde yaşandığı sonra “batılılaşma” sürecinde Osmanlı imparatorluğuna da geldiği söyleniyor. Oysa teknik yapıları olarak benzerlik taşısa da, bu tam anlamıyla doğru değil. Özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa devletlerine göre farklı bir yapısı vardı.
Seküler olmayan, neo-klasik millet modeli ile toplulukları, farklılıkları kapsayıcı kamu modeli arasındaki tansiyon modern ulus-devletlerin siyasal hayatını belirleyen temel dinamiklerden biri olarak günümüze kadar geldi.
Bu ikincisi bir takım özel nedenlerle toplulukların iç içe geçtikleri, dışarısı ile ilişki kurdukları “seküler” mekanlardı. Bunlara bugünkü modern kamu yönetimleri kavramının geliştiği “müstesna yerler” olarak bakılabilir.
İşte tam burada sekülerleşme ile yerelleşme arasındaki ilişkinin bariz bir şekilde ortaya çıktığını düşünüyorum.
Bu yerler özel konumları, sosyal kurumları, çok kültürlü yapılarıyla nedeniyle bir bakıma modern kamu kavramının eşi benzeri olmayan “kuluçka alanları”.
Bu deneyimin modernleşme tarihi açısından keşfedilmeyi bekleyen eşsiz örneklerden biri olduğunu düşünüyorum.
Bunu da bir sonraki yazımda tartışmaya çalışacağım.
İlginizi Çekebilir