Yeni Dünyanın McCarthy’leri
HUKUKMcCarthycilik, 1950’den 1954’e kadar Senatör McCarthy’nin yönetimi altında “Kızılların avlanmasıdır.” Daha geniş anlamda ise, savunmasız kişilere karşı yeterli delil olmadan hükümet veya devlet muhaliflerini yok etmeye yönelik bir sürek avı anlamında yaygın olarak kullanılan bir siyasi terime dönüşmüştür.
Tüm hürriyetlerin atası, banisi, efendisi ifade hürriyeti olsa gerek. Onun hakkıyla olmadığı yerde gerçek anlamda ne ahlaktan ne hukuktan ne de adaletten bahsedebiliriz.Unutulmamalıdır ki, McCarthy gibi insanlar farklı zamanlarda ve yerlerde her zaman vardır ve var olacaklardır. Onlar sadece doğru anı beklerler.
Soğuk Savaş yılları; II. Dünya Savaşı'ndan sonra Amerika Birleşik Devletleri ile eski Sovyetler Birliği ve müttefikleri arasında yaşanan siyasi ve askeri çatışma dönemidir. Genel kanaat, bu dönemin 1989'da Berlin Duvarı'nın yıkılmasıyla sona erdiği yönündedir. Bu dönemde çoğu Amerikalı, Sovyetler Birliği’nin giderek büyüyen bir güç ve dünya barışı için bir tehdit olduğu düşüncesindeydi. Daha sonra, Amerikan toplumu "iç komünizm takıntısını" geliştirdikçe, bazı siyasi figürler için itibar ve kariyerlerini ilerletmenin kolay ve etkili bir yolu komünizme saldırmak olmuştur. Böylece, antikomünist hareketi siyasi sahneyi olduğu kadar Amerikan yaşamının her alanını da etkisi altına almış ve özellikle temel hürriyetler üzerindeki olumsuz etkileri çok daha fazla olmuştur.
Wisconsin eyaletinden (veya federe devletinden) 1947 yılında seçilen ve 48 yaşında öldüğü tarihe kadar görevde kalan Cumhuriyetçi Senatör Joseph Raymond McCarthy (1908-1957) ve destekçileri, 1950’den 1954’e kadar sürecek komünizm karşıtı güçlü bir mücadele başlatmışlardır. Düşmanları yani bu mücadelenin karşısında olanlar ise bu harekete “McCarthycilik” terimi adını vermişlerdir. Bu terim, genel anlamda o dönemde aşırı bir komünizm karşıtlığını ifade etmekteydi. Bir süre sonra, McCarthycilik kavramı daha geniş bir anlam kazanmıştır: “Hükümet muhaliflerinin histerik bir şekilde soruşturulması veya bu muhaliflere karşı suçlamaları destekleyecek yeterli kanıt olmaksızın kamuoyuna açıklanması.” Başka bir deyişle, Senatör Joseph McCarthy, Soğuk Savaş sırasında Amerikan toplumunda komünizm korkusunu körükleyerek kendi siyasi kariyerini ilerletmeye çalışmıştır.
McCarthycilik, 1950’den 1954’e kadar Senatör McCarthy’nin yönetimi altında “Kızılların avlanmasıdır.” Daha geniş anlamda ise, savunmasız kişilere karşı yeterli delil olmadan hükümet veya devlet muhaliflerini yok etmeye yönelik bir sürek avı anlamında yaygın olarak kullanılan bir siyasi terime dönüşmüştür.
McCarthy hedefine ulaşmak için bazısı kamu görevlisi de olan kişileri komünist olmakla suçlamış, toplumda şüphe ortamı oluşturup Amerikan halkı üzerinde derinlemesine soruşturmalar açılmasını sağlamıştır. Ayrıca, basın ve radyoyu kullanarak suçlamalarını arttırmış ve böylece medyanın yaygın etkisini kamuoyu üzerinde kullanarak başlattığı sürek avını da etkili bir hale getirmiştir. McCarthy, 9 Şubat 1950'de, Batı Virginia’nın Wheeling kentinde düzenlenen bir Lincoln Günü kutlamasında yaptığı konuşmada sahneye çıkarak; bu konuşmasında elinde 205 ABD Dışişleri Bakanlığı çalışanının komünist olduğuna dair bir liste bulunduğunu iddia ederek antikomünist kampanyasını başlatmıştır.
Gerçekte ise antikomünist kampanya devlet ve hükümetin ortaklaşa yürüttüğü bir projeydi; ekonomik yaptırımlar McCarthycilik’in etkisini artırırken, vatanseverlik duygusu ile de sebep olunan adaletsizliklerin etkisi genişletilip güçlendirilmiştir. Federal hükümetin de benimsediği bu antikomünist gündem, tüm ulusu ABD’li siyaset bilimcilerinin tabiriyle haçlı seferine çekmek için kullanılmış ve bu yanlış yönlendirmeyle, devlet gücü bu uygulamayı yaymak ve meşrulaştırmak amacıyla kullanılmıştır. Ancak, Başkan Eisenhower’ın seçilmesi ve Kore Savaşı’nın sona ermesiyle birlikte yavaş yavaş hayat her ne kadar normale dönmeye başlasa da, McCarthy’nin toplumda oluşturduğu korku atmosferi neredeyse on yıllar boyunca hissedilmeye devam etmiştir.
1940’ların sonları ve 1950’lerin başlarındaki siyasi ortam nedeniyle, Amerikalıların hükümeti eleştirmeye cesaret edebilmeleri ise uzun yıllar almıştır. Ayrıca, ABD halkı özellikle sol görüşle bağlantılı herhangi bir kuruluşa katılmaktan yıllarca kaçınmışlardır. Bu kendiliğinden uygulanan sessizlik döneminde, kongre soruşturmaları, sadakat programları ve kara listeler pek çok masum insanın hayatını derinden etkilemiştir. Özetle, McCarthycilik Soğuk Savaş’ın en kötü yönü ve sonucu olarak; özellikle temel hak ve hürriyetler açısından, dünya tarihine döneminde kamu gücünün en kötü şekilde kullanıldığı bir örnek olarak geçmiştir.
1949 ile 1954 yılları arasındaki dönem, hangi siyasi araç kullanılmış olursa olsun, temel hak ve hürriyetler açısından bir kriz zamanıydı; çünkü siyasi çatışmalar toplumda sürekli bir korku ve şüphe ortamına neden olmaktaydı. Bu dönemde “Amerika Birleşik Devletleri’nin iç güvenliğini komünizm tehdidine karşı koruma” adına binlerce insan işini kaybetmiş, hapse atılmış veya başka şekillerde cezalandırılmıştır. Başka bir deyişle, bu yıllar hak ve hürriyetlerin tarumar edildiği bir dönem olmuştur.
McCarthycilik’in Soğuk Savaş Dönemi’nin bir ürünü olduğu ve Soğuk Savaş’ın Amerika’ya ve Amerikalılara “siyasetin her seviyesinde” baskı yaptığı ortada olan bir gerçeklikti. Ancak, çoğu kişinin gözden kaçırdığı bir nokta ise McCarthycilik olmasaydı bile bu yılların kasvetli bir tablo sunacağı da ortadadır. O dönemde var olan antikomünist kampanya zaten Amerikan siyasetini, hukukunu, toplumunu ve kültürünü çok derin bir şekilde etkisi altına almıştı. 1949 ile 1954 yılları arasındaki dönem, hangi siyasi araç kullanılmış olursa olsun, temel hak ve hürriyetler açısından bir kriz zamanıydı; çünkü siyasi çatışmalar toplumda sürekli bir korku ve şüphe ortamına neden olmaktaydı. Bu dönemde “Amerika Birleşik Devletleri’nin iç güvenliğini komünizm tehdidine karşı koruma” adına binlerce insan işini kaybetmiş, hapse atılmış veya başka şekillerde cezalandırılmıştır.
Başka bir deyişle, bu yıllar hak ve hürriyetlerin tarumar edildiği bir dönem olmuştur. Genellikle liberal ve demokratik bir toplumun işleyişi için gerekli görülen özgürlükler ve haklar, bu süreçte ciddi şekilde kısıtlanmıştır. Bu haklar arasında, ancak bunlarla sınırlı olmamak üzere, ifade özgürlüğü, din ve düşünce hürriyeti, dernek kurma hürriyeti, adil yargılanma hakkı (özellikle savunma hakkı), seyahat hürriyeti ve kişi hürriyeti yer alır. Bu haklar, kişileri hükümetlerin keyfi uygulamalarına karşı koruyan temel ve zorunlu araçlardır ve nihayetinde insan haklarının bel kemiğini oluşturur. Bu haklar ve hürriyetlerin korunması yasalar, anayasalar veya eşitliği esas alan kanunlar aracılığıyla güvence altına alınarak sağlanır.
Schrecker, McCarthyciliğin 1946'dan 1956'ya kadar on yıl sürdüğünü belirtse de, ABD’de antikomünist sürek avının asıl başlangıcı 1930'ların başlarına kadar uzanır. Bu dönemde, Amerikan komünizmi işçi sendikalarını organize ederek ve ırkçılıkla mücadele ederek güç kazanmıştır. Bu nedenle, komünist gücü ve zihniyeti halk arasında yok etmek amacıyla, devlet eliyle on yıl boyunca, siyasi baskılarla “yerel komünistler” in hakları zalimce kısıtlanmaya başlanmıştır. Schrecker’a göre; “McCarthycilik, siyasi olarak popüler olmayan bir azınlığı baskılamak için gücün kullanılmasıyla ilgilidir; bunu anlamak için, bu güce sahip olan kişileri ve kurumları incelemeliyiz. Belki de siyasi baskının nasıl bir şekilde demokratik sistemimize yerleştiğini keşfederek, aynı hatanın tekrarlanmasından kaçınabiliriz.”
Michal R. Belknap (2003 yılında Amerikan hukuk tarihi dersini kendisinden alma imkanına sahip olduğum değerli Anayasa hukuku hocası) ise Amerikan Komünist Partisi'nin Smith Yasasıyla yapılan kovuşturmalarda tek kurban olmadığını vurgular, temel hak ve hürriyetlerin ortaya çıkarılarak savunulmasının da bu süreçte zarar gördüğünü belirtmektedir. Ayrıca, Belknap, antikomünist sürek avının ilk aşamalarında çok az Amerikalının anayasal haklara odaklandığını ifade ettikten sonra, bu durumun 1953'ten sonra değişmeye başladığını, çünkü uluslararası çatışmaların azalmasıyla birlikte birçok Amerikalının komünizmle mücadelede kullanılan yöntemler konusunda endişelenmeye başladığını ifade etmektedir.
1940 yılında Kongre tarafından çıkarılan Yabancılar Kayıt Yasası ile Amerika Birleşik Devletleri'nde 14 yaş ve üzeri tüm yabancı sakinlerinin kişisel ve mesleki durumlarıyla birlikte siyasi inançlarını içeren kapsamlı bir beyanname vermeleri zorunlu kılınmıştır. Dört ay içinde, yaklaşık 5 milyon yabancı kişi böylece kayıt altına alınarak fişlenmiştir. 1940'ta çıkarılan Smith Yasası ile de hükümeti zorla devirmeyi öğretmek veya savunmak için komplo kurmak suç sayılmış ve bu tür devrimci bir değişikliği savunan bir gruba üyelikte suç haline getirilmiştir. Bu nedenle, Smith Yasası, ABD’nin milli temel hak ve hürriyetler ve siyasi muhalefet geleneklerine yönelik doğrudan bir tehdit oluşturmuştur. Federal hükümet ayrıca, ABD ile SSCB arasındaki ittifak sırasında Smith Yasası'nı belirlemiş olduğu diğer hedeflere karşı da kullanmıştır, ancak Soğuk Savaş sırasında bile Smith Yasası Truman yönetimi sırasında var olan komünizme karşı neredeyse tamamen uygulanmıştır.
1940’lı yıllarda, Demokrat Partiden Nevada Senatörü ve antikomünist sürek avının savunucusu Pat McCarran, Senato İç Güvenlik Komitesi’ni şekillendirip yöneten kişi olmuştur. Ayrıca, Amerikalı Olmayan Faaliyetler Komitesi (HUAC- The Committee of the House of Un-American Activities) de vatanseverlikle bağdaşmayan davranışlar sergileyen kişileri soruşturma görevini icra ederek hükümeti devirmeye çalışanları tespit etmiş ve bu kişileri ortadan kaldırmak için en etkili araç olarak kullanılmıştır. 1945’in başlarına gelindiğinde FBI, Komünist Parti hakkında bilgi toplamaya başlamış, iki yıl içinde ilgili dosya 1800 sayfayı geçmiştir. HUAC’ın etkisi ve baskısı altında kalan Adalet Bakanı Tom Clark, ilk kovuşturma hamlesini yapmıştır.
1946’da Chicago Barolar Birliği’ndeki konuşmasında Adalet Bakanı, Amerikan özgürlüklerini yok etmeye çalışanlara karşı savunma yapan avukatlara da bir uyarı yapmıştır. 1952’deki Cumhuriyetçilerin seçim zaferi sonucunda McCarthy, Senato Hükümet İşlemleri Komitesi Başkanı olarak göreve getirilmiştir. McCarthy, bu pozisyonunu kötüye kullanarak, karşısında yer alan her kim olursa olsun onu hain olarak etiketlemiş ya da daha ağır suçlamalarla karşı karşıya bırakmıştır, böylece yenilmez bir adam imajı oluşturmuştur. Bununla birlikte, federal hükümet, 1948’in Temmuz ayında Komünist Parti’ye ardı ardına kovuşturmalar başlatmış, Adalet Bakanlığı, Smith Yasası uyarınca Komünist Partinin on iki üst düzey parti liderine suçlamada bulunmuştur. Suçlamanın konusu; hükümeti devirmeyi savunmak amacıyla komplo kurmak ve Komünist Parti’yi bu amaçla organize etmekti. Neticede Soğuk Savaş döneminde Anayasanın I. Değişikliği olan İfade Hürriyetinin hayatta kalma olasılığı, özellikle o dönemin temel hak ve hürriyetlerini savunanlarca ABD siyasetinde en önemli konu olarak görülmektedir.
McCarthy Dönemi'nin en önemli ve en çarpıcı özelliklerinden birisi de; avukatların temel haklar ve hürriyetler konusundaki gözetlenme ve yasaklanma konusundaki ihlallere sıradan Amerikalılar gibi tepkisiz kalmaları olmuştur. Oysa ki barolar da diğer kamu ve özel kurumlar gibi üyelerine siyasi testler uygulamaya çalışan bir kurum haline gelmişti.
Bir federal büyük jüri karşısında yargılanmak üzere on iki kişi hakkında iddianame düzenlenmiş, on iki kişiden biri hasta olduğu için duruşmalardan vareste tutulmuştur. On bir kişinin yargılanmasının dokuz ay süren davası (New York Duruşması - Foley Meydanı Savaşı), 1949’un Ocak ayında başlamıştır. Davada, Liberal Ulusal Avukatlar Birliği'nden beş avukat ile o dönemde mahkemeye başkanlık yapan yargıç Harold Medina arasında bir çatışma yaşanmış, bunun neticesi olarak FBI beş avukatı takip etmeye başlamıştır. 14 Ekim 1949'da, jüri on bir sanığın tamamını suçlu bulmuştur. Yargıç Medina sanıkları cezalandırmadan önce beş avukat hakkında mahkemeye karşı saygısızlık yaptığı kararını vererek; onları dava sürecini engellemeye yönelik komplo kurmak, sinir bozucu olaylar yapmak, sağlığını bozmak ve duruşmayı bozmayı amaçladıkları suçlamasını yöneltmiştir. 1950’lerin Amerikasının hukuk tarihinde beş avukat aleyhine verilen bu karar ve disiplin soruşturmaları, hukuk mesleği açısından en önemli olaylardan biri olmuştur.
1950’li yıllarda Amerikan Barolar Birliği (ABA) de komünistleri savunmaya karşı düzenli olarak kararlar almış ve komünistleri savunan avukatlara yerel disiplin işlemleri yapılması gerektiği konusunda tavsiyelerde bulunmuştur. Baroların kendilerinin uyguladığı bu disiplin işlemleri bazen dolaylı şekilde olmuştur. Ayrıca, 1951’de ABA, yerel barolara komünist üyelerinin tamamını kovmaları için baskı yapmıştır. Böylece savunma hakkı tehlikeye girmiş, bu baskılara rağmen bazı yerel barolar komünistlere avukat sağlamaya çalışmıştır. Medya ise bu tür davaları övmüş ve yargıç Medina'yı manşetlere taşımış, ülke çapındaki gazeteler avukatların cezalandırılmasını ve çıkan kararı takdirle karşılamıştır. Bu karara karşı çıkan sayıları az da olsa karşıt görüşlülerin konuşmalarına da izin verilmemiş; çünkü yerel ve eyalet yönetimlerinin komünistleri savunan avukatlar aleyhine başlattığı eylemler ülke çapında yaygın hale getirilmiştir.
McCarthy Dönemi'nin en önemli ve en çarpıcı özelliklerinden birisi de; avukatların temel haklar ve hürriyetler konusundaki gözetlenme ve yasaklanma konusundaki ihlallere sıradan Amerikalılar gibi tepkisiz kalmaları olmuştur. Oysa ki barolar da diğer kamu ve özel kurumlar gibi üyelerine siyasi testler uygulamaya çalışan bir kurum haline gelmişti. ACLU (Amerikan Sivil Özgürlükler Birliği) özellikle bu dönemde fikren bölünmüş bir konsey olarak önemli bir yer tutmuştur; Birliğin muhafazakâr üyeleri komünizme karşı savaşmaya çalışırken, liberal üyeleri ise McCarthycilik’le mücadele etmek istemiştir. Beklendiği gibi ACLU, komünistleri savunmayarak itibarını kaybetmemek adına bu davalarda yer almak istememiştir. Bu nedenle, McCarthycilik dönemi boyunca ACLU prestijini kaybederek zayıf bir sivil toplum kurumu haline gelmiş, çok az destek alabilmiştir. Hatta Foley Meydanı Savaşı’na (New York’taki davanın diğer adı) ilişkin olarak ACLU, Smith Yasası'nın Anayasaya aykırı olduğunu belirten bir dostane görüş sunmuştur, çünkü bu yasa Anayasanın I. Değişikliği olan İfade hürriyetini ihlal etmekteydi. Ancak ACLU, davalara doğrudan katılmamıştır.
Ayrıca, üyelerinden komünist olanların mahkum edilmesinin ardından, komünistlerden ve onların avukatlarından kendisini uzaklaştırmaya çalışarak temyiz başvurusu için Yüksek Mahkeme'ye görüş sunmuştur. ACLU’nun yaşadığı zorluklara detaylı bir şekilde bakıldığında görünen o ki; toplumda genel kabul gören inançlara uymayan “diğer” veya öteki denilen kişilerin haklara sahip olamayacağına inanıldığı, birçok Amerikalının da “Soğuk Savaş düşmanının hakları yoktur” diye düşündüğü da ortaya çıkmaktadır. Ayrıca, “isyan yargılaması davalarında” savunma yapan avukatlar yeni müvekkiller edinememişler ve eski müvekkillerini de kaybetmeye başlamışlardır. Daha da öz bir şekilde ifade edecek olursak; toplumda genel kabul görmeyen davaları savunan avukatlar saldırıya uğramışlardır, meslek gruplarından uzaklaştırılmışlardır ve toplumun hemen hemen her katmanından dışlanmışlardır.
Amerikan hukuk tarihinde, Smith Yasası mağdurlarının bir avukat bulma konusunda yaşadığı zorlukları yaşayan başka bir gruba bugüne kadar rastlanılmamıştır. Bazen, uygun görüldüğünde Smith Yasası yerine komünistlere karşı isyan yasaları da kullanılmıştır. Örneğin, Pennsylvania Komünist Partisi lideri Steve Nelson, davasını savunacak avukat bulamadığı için mahkemede kendini savunmak zorunda kalmıştır; çünkü 100’den fazla avukat onun davasını almayı reddetmiştir. Başka bir deyişle, popüler olmayan bir davayı savunacak bir avukat bulmak her zaman zor olmuştur ve bugün için hâlâ da öyle değil midir? Vietnam Savaşı'ndan sonra bile Amerikanın Güneyindeki siyahlar ve sivil hak savunucuları kendilerini savunacak avukat bulmak için sık sık Kuzeyden avukatlar bulmaya çalışmışlardır.
İkinci Amerikan Kızıl Korku’su sırasında, hukuk mesleği açısından özellikle avukatlar, komünistleri savunmaktan ziyade geleneksel sivil özgürlükler konusunda daha fazla endişe duymuşlardır. ABD Anayasasının Altıncı Değişikliği bireylere avukat tutma hakkı tanımaktadır; ABD uygulamasında avukat tutmak, baronun ekonomik temellerinden biri olmuştur ve bu nedenle avukatlar, diğer sivil özgürlük ve haklardan daha çok bu hakkı savunmuşlardır. Bu nedenle bazı avukatlar pazarlanabilirliklerini kaybetmemek için komünistleri savunmak istememişlerdir, ancak yine de hoşnutsuz komünistlerin getireceğini düşündükleri yeni iç devrim anlayışı çerçevesinde onları da savunmak zorunda kalmışlardır.
Sonuç olarak, bu kişiler sadece kitap okumak ve tartışmaktan dolayı mahkûm edilmiştir; üstelik bu kitaplar bugün üniversitelerde okutulan ders kitaplarının da bir parçasıdır. Mahkemenin kararı, anayasal hakların korunmasını genişletmeyi başaramamış ve kişiler yalnızca siyasi görüşleri veya faaliyetleri nedeniyle mahkûm edilmişlerdir.
ABD Anayasa Hukukunda İfade Hürriyetiyle İlgili Önemli Davalar
United States v. Dennis (1950) davasında, Mahkeme komünistler aleyhine verilen mahkûmiyetleri onaylamış ve Smith Yasası’nın anayasaya uygun olduğunu kabul etmiştir. Mahkeme, “açık ve yakın tehlike” testini vurgulayarak, Holmes'un özgürlükçü doktrininin değiştirilmiş bir versiyonuna dayanmıştır. Ancak bu karar, hukukçular, temel hak ve hürriyetleri savunanlar tarafından hemen eleştirilmiştir; çünkü Dennis ve diğer sanıklar, eylemleri nedeniyle değil, düşünceleri nedeniyle mahkûm edilmiştir. İlgili kişiler, Stalin, Marx, Engels ve Lenin tarafından yazılmış dört kitabı öğrettikleri için uzun süreli hapis cezalarına çarptırılmıştırlar.Önde gelen Amerikan anayasa hukukçusu Chemerinsky, Dennis davasında “açık ve yakın tehlike” (the clear and present danger) testinin yeniden tanımlandığını ve Mahkemenin bir risk formülü benimsediğini belirtmektedir: Eğer zarar yeterince büyükse (örneğin hükümetin devrilmesi gibi), tehlikenin açık ve yakın olması gerekmez. Ayrıca, Schenck, Debs ve Frohwerk gibi davalarda da Mahkeme, yakın ve olası bir zarar olduğuna dair kanıt bulunmamasına rağmen mahkûmiyetleri onaylamıştır.
Bu karar, Amerikan hukuk tarihinde Soğuk Savaş döneminin Yüksek Mahkeme adına adaletin en düşük seviyede karşılandığı hatta tarumar edildiği davalardan birisi olarak kabul edilmiştir.Mahkeme üyelerinin çoğu, bu konuyu tekrar ele almaları gerektiğine inanmış ancak bunu yalnızca sözde dile getirmiş, herhangi bir somut adım atmamışlardır. Bu kararla birlikte ABD’de Komünist Parti neredeyse yok edilmiş ve Anayasanın Birinci Değişikliği ile güvence altına alınan ifade hürriyeti çok büyük bir darbe almıştır. Bu tahribatın temel sebebi ise her bir kişinin kendi kimliğine dayanarak siyasi görüşlerini ifade etme hakkına sahip olduğunun anlaşılmış olmasıdır.
Dennis davasında, Hakim Frankfurter, “açık ve yakın tehlike” testinin, komünizmle ilgili olmayan gelecekteki davalar için bile tehlikeli sonuçlar doğurabileceği konusunda uyarıda bulunmuştur. Sonuç olarak, bu kişiler sadece kitap okumak ve tartışmaktan dolayı mahkûm edilmiştir; üstelik bu kitaplar bugün üniversitelerde okutulan ders kitaplarının da bir parçasıdır. Mahkemenin kararı, anayasal hakların korunmasını genişletmeyi başaramamış ve kişiler yalnızca siyasi görüşleri veya faaliyetleri nedeniyle mahkûm edilmişlerdir.
Bailey v. Richardson (1951) davasında, ABD Yüksek Mahkemesi’nin 4’e 4 berabere alınan kararıdır; ilk derece mahkemesinin kararı yürürlükte kalmıştır. Bunun anlamı ise devletin çalışanlarını siyasi inançları veya bağlantıları nedeniyle işten çıkarma yetkisini koruduğu anlamına gelmiştir. Bu karar ile McCarthy dönemine ait ekonomik yaptırımlar yasallaştırılmış, komünist olduğu iddia edilen kişilerin kara listeye alınması ve işlerini kaybetmeleri normalleştirilmiştir. Harvard ve Hollywood gibi kurumlar da bu tasfiye furyalarından nasibini almışlardır.
Sacher II al. v. United States (1952) davasında, Yüksek Mahkeme komünist müvekkilleri savunan avukatların mahkeme usullerine uygun davranmadıklarını belirterek mahkûmiyetlerini onamıştır. Bu karar, avukatları siyasi açıdan popüler olmayan davaları üstlenmekten vazgeçirmiş ve McCarthy döneminde suçlanan kişilerin hukuki savunmasını daha da zorlaştırmıştır.
Parker v. Lester (1955) davasında, çok ilginç bir şekilde Dokuzuncu Temyiz Mahkemesi(Alaska, Arizona, California, Hawaii, Idaho, Montana, Nevada, Oregon, Washington, Guam bölgesi ve Mariana Adaları bölge temyiz davalarına bakan mahkeme) Parker'ın işine geri dönmesine karar vermiştir. Parker, komünist bağlantıları olduğu şüphesiyle işten çıkarılmış bir kişidir. Mahkeme, bir kişinin siyasi görüşünün değil, iş yeterliliğinin istihdam kararlarında belirleyici olması gerektiğine vurgu yapmıştır. Bu karar, McCarthy döneminde yaygın olan siyasi gerekçelerle işten çıkarmalara meydan okumuştur.
Diğer önemli bir karar ise Yates v. U.S. (1957) davasında meydana gelmiştir. Yüksek Mahkeme, Smith Yasası’nın kapsamını daraltarak bir çok Komünist Parti üyesinin mahkûmiyetini bozmuştur. Belknap, bu karar ile Smith Yasasının anti-komünist davalardaki etkisinin sona erdiğini savunmaktadır, çünkü bu kararla artık “komplo” suçlamalarını kanıtlamak daha zor hale gelmiştir. Benzer şekilde, Noto v. U.S. (1961) davasında, Yüksek Mahkeme, yeterli delil bulunmadığı için bir mahkûmiyeti bozarak Smith Yasası’nı daha da zayıflatmıştır. En kesin karar ise Brandenburg v. Ohio (1969) davasında alınmıştır. ABD Yüksek Mahkemesinihayet fikirlerin savunulmasını ve radikal konuşmaları suç sayan tüm yasaları anayasaya aykırı bulmuştur. Bu karar, Anayasanın Birinci Değişikliğinin garanti altına aldığı ifade hürriyetini tamamen geri getirmiş ve McCarthy dönemi uygulamalarını hukuken tam anlamıyla sona erdirmiştir. Bu davalar, McCarthyci baskının kademeli olarak ortadan kalktığını ve başlangıçta siyasi zulme zemin hazırlayan hukuki sistemin, zamanla temel anayasal hakları yeniden inşa ettiğini göstermektedir.
FBI, McCarthy döneminin bürokratik merkezi konumunda olmuş ve FBI Direktörü J. Edgar Hoover, toplum içindeki komünizm tehdidini olduğundan fazla göstererek bu baskıyı daha da körüklemiştir. Bu bağlamda “Hooverizm”, siyasi baskıyı arttırmaya yönelik programları tasarlamak ve işletmek anlamına gelmekteydi.
Zalimlerin Adalet Anlayışı
Schrecker’e göre, bugüne kadar hiç kimse McCarthy döneminin Amerikan toplumunu ne denli derin etkilediğini ve bu köklerin ne kadar derine uzandığını tam anlamıyla ortaya çıkaramamıştır. McCarthy döneminde, neredeyse her devlet kurumu bu anti-komünist savaşta yer almıştır: Kongre duruşmaları, ceza kovuşturmaları, sadakat soruşturmaları, FBI incelemeleri ve Yüksek Mahkeme kararları, yalnızca bireysel komünistleri cezalandırmakla kalmamış, aynı zamanda halkın zihnine komünistlere ve onların destekçilerine karşı uygulanan yaptırımları onaylayan bir bakış açısı da getirmiştir. Dönemin etkileri dalga dalga yayılırken, toplumun en küçük detaylarında bile kendini göstermeye başlamıştır. Mesela, 1950’lerin ortalarında, Chicago Üniversitesi yüksek lisans öğrencileri, adlarının bir listeye yazılmasından korktukları için fizik laboratuvarına bir kola makinesi konulmasını talep eden bir dilekçeyi bile imzalamaktan çekinir hale gelmişlerdir.
FBI gibi kurumlar tarafından gerçekleştirilen yaygın ve yasa dışı faaliyetlerin boyutu, ancak 1970’lerde tam anlamıyla gün yüzüne çıkarılabilmiştir. FBI, McCarthy döneminin bürokratik merkezi konumunda olmuş ve FBI Direktörü J. Edgar Hoover, toplum içindeki komünizm tehdidini olduğundan fazla göstererek bu baskıyı daha da körüklemiştir. Bu bağlamda “Hooverizm”, siyasi baskıyı arttırmaya yönelik programları tasarlamak ve işletmek anlamına gelmekteydi. Profesör Schrecker’in sözleriyle, “Hooverizm, sadakat programlarını, ceza kovuşturmalarını ve gizli operasyonları şekillendirmiş ve Soğuk Savaş yıllarının ilk dönemlerinde komünizm meselesini Amerikan siyasetinin merkezine koymuştur. Onun sözü kanun gibi olmuştur.” Hoover, komünistlerin ırkçılığı ve antisemitizmi yaydığını ve tarihsel olarak azınlık gruplarını sömürdüğünü iddia etmekteydi.
1940’ların sonlarına gelindiğinde, J. Edgar Hoover dokunulmaz bir figür hâline gelmiştir; Amerikan halkı onun herkes hakkında dosyalar tuttuğuna inanmaktaydı.
McCarthy döneminde, devlet gücünün gizli ve yasadışı amaçlarla kötüye kullanılması, olağan bir alışkanlık hâline gelmiştir. Örneğin, birçok kişinin adı kara listeye alınmış ve ardından McCarthy’nin Komitesi (!) önüne çıkarılarak, neyle ve kim tarafından suçlandıklarını bilme fırsatı olmadan kendilerini savunmaları beklenmiştir. McCarthy, bu kişilerin Anayasa tarafından güvence altına alınan Beşinci Değişiklik hakkını kullanarak kendilerini karşı yapılan suçlamalarıreddettiklerinde, onları vatan haini olmakla suçlamıştır. Bu dönemde sadece Amerikan Komünist Partisi ile barışçıl bir şekilde ilişkisi olan kişiler bile suçlanmış. Öğretmenler, profesörler, sendika liderleri, memurlar, hatta ev hanımları bile yargılanmış, işlerini kaybetmiş veya kara listeye alınmıştır.
Nixon yönetimi, komünizm tehdidini abartarak gazetecileri ve politikacıları da bu suçlamalara dahil etmiştir. Bu süreçte, HUAC veya diğer benzeri komitelerden sadece bir mahkeme celbi almak bile birçok kişinin işten çıkarılması için yeterli olmuştur. Aynı şekilde, endüstride çalışan işçiler de sol eğilimli yerel sendikalara üye olmaları nedeniyle işten çıkarılarak kara listeye alınmıştır. Sonuç olarak, bir kişi siyasi görüşleri nedeniyle işten çıkarıldığında, bunun sistem tarafından açıkça gösterildiği ve bu damgayı yedikten sonra bir iş bulmak o kişi için artık neredeyse imkânsız hâle geldiği bir dönem yaşanmıştır.
O dönemde hem eyalet hem de federal hükümet çalışanları için var olan birçok sadakat güvenlik programı bulunmaktaydı. Ayrıca öğretmenler, avukatlar, sanatçılar ve çeşitli kamu ve özel sektör çalışanları için ayrı sadakat yeminleri de vardı. Federal hükümet, yerel komünizmi ortaya çıkarmak amacıyla tüm bu çalışanları taramaktan sorumluydu. Buna ek olarak, FBI, aynı amaç doğrultusunda postaları inceleyip telefonları dinliyordu. McCarthycilik, akademik entelektüalizmi ve yayınlarını bile etkileyerek statükonun zorunlu desteklenmesini, makalelerden bazı gerçeklerin kasıtlı olarak çıkarılmasına neden olmuştur, çünkü yetkililerin sert tepkisinden korkuluyordu. Aynı zamanda, yabancı kökenli bilim insanları, dönemin “egzotik yabancı ırklar” anlayışıyla zehirleyici bir etkiye sahip olabilecekleri yönündeki asılsız korkular nedeniyle sınır dışı edilmişlerdir.
McCarthy’nin suçlamaları gazetelerin manşetlerinde kendine yer bulurken, mağdurlarının inkârları arka sayfalara atılmıştır. Hollywood’dan radyo ve televizyon endüstrilerine kadar her yerde kara listeler oluşturulmuştur. Çoğu kişi, McCarthyciliğin sinema ve televizyon içeriklerini doğrudan etkilediğini kabul etmekteydi. Anti-komünist kampanya, sinema endüstrisini sağcıların hizmetine sunarak, eğlence sektörü bile misilleme korkusuyla statükoya boyun eğmek zorunda kalmıştır.
9 Mart 1954’te, CBS televizyonu, Edward R. Murrow’un “See It Now” programını yayınladı ve bu programda Senatör McCarthy’nin yetkisini kötüye kullanmasıyla ilgili bilgiler sunuldu. Programda, McCarthy’nin masum insanlara yönelik çılgınca ve kanıtlanamaz suçlamalarına yer verildi ve medyanın gerçeği kontrol etmeksizin “Bay Dokunulmaz”ın söylediklerini tekrarlayan bir kuklaya dönüştüğü belirtildi. Bu yayın, Amerikan halkını adeta elektrik çarpmış gibi etkilemiş. Ancak, Murrow’un programından sadece birkaç hafta sonra, McCarthy, komünizmin ABD askerlerini etkilediğini iddia ederek halk üzerindeki baskısını sürdürmüş. Buna rağmen, Murrow’un programları McCarthy’nin düşüşünü hızlandırmıştır, çünkü Amerikan halkı artık McCarthy’e karşı sırtını dönmüştü. Aynı yılın sonbaharında yapılan seçimlerde, Demokrat Parti’nin zaferiyle sonuçlanmış ve McCarthy, komite başkanlığını kaybetmiştir. Ardından, 2 Aralık 1954’te, Senato, 67’ye karşı 22 oyla McCarthy’nin Senato’nun saygınlığını zedelediği gerekçesiyle kınamıştır. Bu son olayla birlikte, Kızıl Korku yıllarının paranoyasının sona erdiği düşünülüyordu; çünkü McCarthy artık etkisini kaybetmiştir ve üç yıl sonra ölerek siyasi olarak tamamen siyaset sahnesinden silinmiştir.
Ancak, John W. Canghy, bu konuda fazla iyimser olmamamız gerektiği konusunda bizi uyarmakta ve “kral ölmüş olabilir, ancak krallığı hem bilinçli hem de bilinçdışı düzeyde kurumsallaşmış durumdadır” der. Schrecker, böyle olayların tekrar yaşanmayacağını savunur; ona göre, Soğuk Savaş sona ermiş ve komünistler artık siyasi bir güç olarak varlık göstermemektedir. Ancak, David Cole, Schrecker’in bu görüşüne katılmaz. Cole’a göre 11 Eylül 2001’in ardından Guantanamo Körfezi’ndeki süresiz gözaltılar gibi uygulamaların, komünizmin adı değişmiş bir versiyonu olarak varlığını sürdürdüğünü haklı olarak savunur.
McCarthycilik, Amerikan toplumundaki ırkçılığı da artırmıştır; çünkü bu dönem, kültürel veya bireysel düzeyde yabancı unsurlara yönelik şüpheci politikaların beslenmesine sebebiyet vermiştir.
Sonuç Yerine...
Dünyanın dört bir yanında, kendi siyasi ve sosyal amaçları doğrultusunda sistemi kötüye kullanan yöneticilerin faaliyetleri, topluma şiddet, korku ve anarşi tehdidi getirir. Bu tür baskılar, aynı zamanda siyasi çeşitliliği de yok eder. Çoğunluk veya iktidar gibi gibi düşünmeyen ve hareket etmeyenleri baskılamak ve cezalandırmak için birçok yöntem mevcut olsa da, her bir ihlal, mağdurların perspektifinden şu soruyu gündeme getirir: “Hukuk nerede? Hukuk, neden temel hak ve hürriyetlerimi korumaya yetmiyor? John Locke’ın da dediği gibi, “[H]ukukun bittiği yerde, tiranlık başlar.” Hukuk ancak kırıldığında ve istikrarsızlaştırıldığında, ihlali gerçekleştirenler kendi hedeflerine başarıyla ulaşabilirler. Zaman, mekân ve isimler değişebilir, ancak yöntemler ve çılgınlık, tarih boyunca hep aynı kalır.
Herkes tarafından kabul edilen bir realite: Soğuk Savaş Dönemi, Amerika’daki sivil özgürlükler açısından utanç verici bir dönemdir. Türkiye’de ise, her bir askerî darbe ekonomik refahın ardından gelen siyasi yıkımı beraberinde getirmiştir. Ancak, Amerikan demokrasisinin güçlü ve istikrarlı yapısı göz önüne alındığında, McCarthycilik anlayışının genel anlamda İkinci Trump dönemine kadar mağlup edildiği söylenebilir. Buna rağmen, Smith Yasası Komünist Parti’yi yok etmiştir, fakat federal soruşturma ve kovuşturma kurumlarının büyümesine yol açmış ve bu artık geri alınamaz bir değişiklik olarak sistemde kalıcı olmuştur.
McCarthycilik, Stalin’in Rusya’sı veya Hitler’in Almanya’sı ile kıyaslandığında, yalnızca iki kişi—Julius ve Ethel Rosenberg—idam edilmiştir, sadece birkaç yüz kişi hapse atılmış veya sınır dışı edilmiş ve sadece on ila on iki bin kişi işini kaybetmiştir. Ancak, nihai sonuç olarak Amerikan toplumunda komünizmin tamamen ortadan kalkmış olmasıdır. Schrecker, komünizmin yok edilmesini Amerikalılar için talihsiz bir kayıp olarak görür; çünkü komünizm, Amerikan Rüyası’na anlamlı ve uygulanabilir bir alternatif sunmaktaydı. McCarthycilik, Amerikan yaşamından işçi hareketlerini de tamamen silmiştir. Bu dönem ve takip eden yıllar, siyasi baskı nedeniyle birçok işçi hareketinin yok olmasına sahne olmuştur. Ayrıca, McCarthycilik, Amerikan toplumundaki ırkçılığı da artırmıştır; çünkü bu dönem, kültürel veya bireysel düzeyde yabancı unsurlara yönelik şüpheci politikaların beslenmesine sebebiyet vermiştir.
Sonuç olarak, McCarthycilik, 1940’ların sonları ve 1950’lerin başlarında komünist avına çıkılan umutsuz bir dönemin adıdır. Amerikan tarihindeki en korkunç siyasi baskı olarak bilinmeye de devam etmektedir. Liberaller bile güvenlik adına anti-komünist harekete destek vermiştir, bu da sözde özgür ve liberal bir demokratik devlette bile siyasi baskının nasıl işleyebileceğini kanıtlar niteliktedir.
Son olarak, güçlerini korumak amacıyla ulusal güvenlik bahanesiyle var olan ya da olmayan tehditleri abartan devletlerin bu tür gösterilerine tarihi döngü içerisinde defalarca tanık olmaktayız. Bu tür risk abartmalarının temel hak ve hürriyetleri büyük ölçüde yok ettiği ve onarılmasının yıllar sürdüğü de göz ardı edilmemelidir. Bir kez daha ifade etmiş olalım: Tüm hürriyetlerin atası, banisi, efendisi ifade hürriyeti olsa gerek. Onun hakkıyla olmadığı yerde gerçek anlamda ne ahlaktan ne hukuktan ne de adaletten bahs edebiliriz. Unutulmamalıdır ki, McCarthy gibi insanlar farklı zamanlarda ve yerlerde her zaman vardır ve var olacaklardır. Onlar sadece doğru anı beklerler.
İlginizi Çekebilir