© Yeni Arayış

Yaygın ve sistematik mizojinide Türkiye

Mizojini, sosyolojide kadın nefreti anlamına geliyor. Birey, eski tecrübeleriyle, annesiyle ve ailesindeki diğer kadınlarla kurduğu ilişkileriyle, çocukluk travmalarıyla ve yaşadıklarıyla kadınlardan nefret eder hale gelebiliyor. Ancak içinde yaşadığımız toplum da çoğu kez bu nefreti besliyor ya da katmerliyor.

Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun rakamlarına göre, 2024 yılının ilk 8 ayında 261 kadın erkekler tarafından öldürülmüş. Platform, 164 kadının ölümünü ise hala şüpheli görüyor. 2024 Eylül’ünde ise 34 kadının erkekler tarafından öldürüldüğü, 20 kadının ise yine şüpheli şekilde ölü bulunduğu belirtiliyor. Boşanmak isteyen, barışmayı reddeden, evlenme teklifini kabul etmeyen, ilişki teklifini reddeden kadınlar, bu bahanelerle öldürülmüşler. Platformun açıklamasında 2’sinin ekonomik bahanelerle, 1’inin nefret bahanesiyle, 1’nin ise arkadaşı hedef kadının olay anında yanında bulunduğu için öldürüldüğü belirtiliyor. Ölen kadınlardan 18’i hakkında ise “bahane” tespiti dahi yapılamamış durumda, yani hangi bahaneyle öldürüldükleri tespit edilememiş. Genellikle eşleri, erkek arkadaşları, eski eş veya erkek arkadaşları, oğulları, babaları ya da akrabaları tarafından kadınlar öldürülüyorlar. Evde, sokakta, işyerinde, otelde, arabada, görüldükleri herhangi bir yerde, ancak en çok kendi evlerinde öldürülüyorlar.

Geçen ay görevi başındayken, 26 suçtan kaydı olan fail tarafından polis Şeyda Yılmaz’ın öldürülmesi olayının sıcaklığı ve yarattığı tartışmalar devam ediyorken psikiyatrik sorunları olduğu ortaya çıkan uyuşturucu bağımlısı bir genç İstanbul Fatih’te iki kadını vahşice öldürdü. İnternette yapılan kısa bir araştırmada failin uyuşturucu bağımlılığından yaşadığı psikiyatrik hastalığın adına, ideolojik eğilimlerinden çocukluk travmalarına kadar hemen her noktada tartışıldığını ve neredeyse kadına karşı şiddetin gerekçesi olarak ileri sürüldüğünü görebiliyoruz.  Olayları bu derce bireyselleştirmek, aslında ceza mahkemelerinin yapmaları gereken bir iş. Bu iş basında ve sosyal medyada yapıldığında ise genel anlamda şiddet kavramıyla, özelde ise kadına yönelen şiddet ile mücadeleye ket vurulmuş oluyor. 

Mizojini, sosyolojide kadın nefreti anlamına geliyor. Birey, eski tecrübeleriyle, annesiyle ve ailesindeki diğer kadınlarla kurduğu ilişkileriyle, çocukluk travmalarıyla ve yaşadıklarıyla kadınlardan nefret eder hale gelebiliyor. Ancak içinde yaşadığımız toplum da çoğu kez bu nefreti besliyor ya da katmerliyor. Esas konuşulması gereken, toplumun kadın düşmanlığını ve kadın nefretini besleyen bu söylemi neden sürekli ürettiği ve bu konuda devletin üzerine düşen sorumluluğu yerine getirip getirmediği olmalı. Devlet, kendi sorumluluğunu başka faktörlerin üzerine atmakta usta olduğu için, esas tartışılması gereken konunun hiç gündeme getirilemiyor oluşundan da dolaylı olarak çıkar sağlıyor. “Kadının saçı uzun aklı kısa olur” cümlesiyle başlayan, bütün kadınların kötü araba kullanmalarına evrilen suçlayıcı ifadeler, kadının sürekli erkeğin gölgesinde kalması “mecburiyeti”, iş hayatına ısrarla sokulmaması, başka kişilerle temas kurmasının kıskançlık krizleri yaratması, aslında Türkiye’de kadın-erkek ilişkilerinin ne kadar sahte görünüme sahip olduğunun en önemli kanıtları.

Türkiye 2021 yılında bir Cumhurbaşkanlığı kararıyla, Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi'nden çıktı. 

TÜRKİYE, CUMHURBAŞKANI KARARIYLA İSTANBUL SÖZLEŞMESİNDEN ÇIKTI

Devlet ise, tüm olan bitenden aslında gayet “memnun”. Türkiye 2021 yılında bir Cumhurbaşkanlığı kararıyla, Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi'nden çıktı. İstanbul Sözleşmesi olarak bilinen ve Türkiyeli kadın hareketinin başarı hanesine yazılan bu dünya çapındaki başarı, islamofaşist çevreleri çok rahatsız etti. Sözleşmeyi bütün bağlamından koparıp sanki “herkesi eşcinsel olmaya zorlayan, aile kurumuna düşman” bir sözleşme olarak yansıtan iktidar çevreleri, bu başarıyı kabullenememiş olmalı ki, aslında Anayasaya aykırı olarak sözleşmeden bir gecede çıkıldığını açıklayıverdi. Sözleşmeden çıkmak tartışmalara neden olurken, o dönem sözleşmeyi dayanak alan 6284 sayılı mevcut kanunun da yürürlükten kaldırılmasını talep eden sesler giderek yükseldi. Oysaki kadına yönelik şiddetin önlenebilmesi için, mevcut 6284 sayılı yasanın etkili bir biçimde uygulanması ve İstanbul Sözleşmesi'ne geri dönülmesi gerekiyor.

6284 saylı kanuna göre, ilk önce şiddete uğrayan kadının başvuru yolları tanımlanıyor. Buna göre KADES adı verilen uygulama ve uygulamaya bağlı merkezler aracılığıyla bir butona basarak polis çağırabilmek mümkün. Bunun dışında da kanunda pek çok tedbir düşünülmüş durumda. Uzaklaştırma kararı, işyeri değişikliği kararı, maddi destek sunulması, kadın sığınma evleri, kimlik ve isim değişliği ile yeni bir hayata başlama kararları hep. Bu tedbirler arasında sayılıyor. Mahkemeden tedbir kararı alındıktan sonra da 6284 sayılı yasa, kararın sonucunun da takip edilmesini belirtiyor. Karar uymayana elektronik kelepçe gibi yaptırımlar, yine 6284 ile getiriliyor. Keşke bu kararlar daha sıkı şekilde uygulansaydı da, örneğin hakkında elektronik kelepçe kararı bulunan partneri, Nurtaç Canan’ı öldürürken Nurtaç kendi kanıyla “Beni Ragıp vurdu” diye yazmamış olsaydı.

Esas sorun, 6284 sayılı kanunu hakkıyla uygulamamaktan kaynaklanıyor. Bu kanun ciddi şekilde uygulanabilse, büyük kazanımlar elde edilir.

6284 SAYILI KANUN HAKKIYLA UYGULANMIYOR

6284 sayılı kanunda zorlama hapsi de düzenleniyor. Hiçbir şekilde durdurulamayıp, örneğin elektronik kelepçeyi de ihlal ederek şiddete tehdide devam edenler için zorlama hapsi devreye giriyor. Diğer taraftan ŞÖNİM kısaltmasıyla anılan Şiddeti Önleme ve İzleme Merkezleri, tüm bu süreçlerin takibi, raporlanması ve alınan tedbir kararlarının da uygulanmasının izlenmesini sağlıyor. Elbette 6284 ile birlikte gelen ugulamalar arasında ŞÖNİM de var. Esas sorun, 6284 sayılı kanunu hakkıyla uygulamamaktan kaynaklanıyor. Bu kanun ciddi şekilde uygulanabilse, büyük kazanımlar elde edilir. Halbuki süreç, bile isteye tersine çevrildi. Şöyle:

Eşinden şiddet gördüğü için defalarca savcılığa başvuran ve eşinin saldırısı ile annesi öldürülen Nahide Opuz, başvurularına rağmen tedbir alınmadığı için Türkiye’yi AİHM’e şikayet etmişti. 2009 tarihli Opuz/Türkiye kararında AİHM, Opuz’u haklı bularak şiddet gören bir kadını savcılığa başvurduğu halde kocasından koruyamayarak ayrımcılık  yapan Türkiye’yi tazminata mahkum etmişti. AİHM’e göre, vatandaşını aile içi şiddete karşı korumak bir devletin esas sorumluluklarından biriydi ve bu olayda yerine getirilmemişti.

Bu olayla Avrupa gündemine de giren kadına yönelik şiddette devlet sorumluluğu meselesi, işte oluşumunda Türkiye’deki kadın hareketinin büyük payı olan 6284 sayılı kanun ile çözüme kavuşturuldu. Çıktığı dönemde, konu üzerine dünyadaki en iyi mevzuat kabul edilerek başka ülkelere BM tarafından örnek gösterilen bu yasanın uygulanmasında sorunlar bulunsa da, teorik düzeyde hala en iyi kanunlardan biri kabul ediliyor. Kanunun uluslararası yansıması ise İstanbul Sözleşmesi ile oldu, Türkiye belki de hukuk tarihinde ilk defa, yaptığı çok başarılı bir yasayı uluslararası alana ihraç etti, böylelikle “hukuk üretip ihraç eden ülke” konumuna yükseldi. İşte bazı yaşlı milli görüşçülerin sayın Cumhurbaşkanını ziyaretlerinden sonra kaldırılması gündeme gelen ve gerçekten de bir gecede çekilme kararı alınan İstanbul Sözleşmesi, aslında bizdeki 6284 sayılı yasanın uluslararası yansıması niteliğindeydi.

Kadın nefretine, kadın düşmanlığına ve kadına karşı şiddete bugüne kadar verilen en iyi yanıtlardan ikisinde de Türkiye imzası varken, birinden çıkıp diğerini de uygulamamak olsa olsa bizim altına imza atabileceğimiz bir “başarı”.

2008 yılından beri işlenen kadın cinayetlerini kayıt altına alan “Anıt Sayaç” sitesine göre 297 kadın öldürüldü. Dilerim orada durur, ancak ideolojik olarak kadına şiddetin yaygın ve sistematik  karakter kazanmasına neden olan yapının devamı, başka kadınların öldürülmesine zemin hazırlamaktan başka bir işe yaramıyor. Şimdi çıktıkları sözleşmenin değerini anlayanlar için artık çok geç olsa da, yine de kayda geçirmek lazım. İstanbul Sözleşmesi’ne geri dönülsün, 6284 sayılı kanun layıkıyla uygulansın, kadın düşmanlığına yol açan nedenlerle etkili şekilde mücadele edilsin.

Bu konuda her zamankinden daha çok çalışmaya ve ses çıkarmaya mecburuz.

 

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER