Vicdan Zorbalığa Karşı: Ortaçağ Avrupası’nda dindar tiranlık ve çoğulculuk (2)
GENELBir zamanlar Cenevre ve diğer İsviçre şehirleri gibi hoşgörüsüzlüğün en çok nüfuz ettiği yerler, şaşırtıcı biçimde hoşgörünün Avrupa’daki ilk serbest sığınağı oldu. Calvin’in katı din yorumu nerede yasa olmuşsa, Castellio’nun düşünceleri bizzat orada hayata geçti. Hatta devrinin “Tanrı düşmanı, çağın yaşayan Deccal’i” sayılan Voltaire (1694-1778), bir vakitler Calvin’in dini fikir ayrılığı sebebiyle Servetus’u yaktırdığı Cenevre’ye sığınır. 1789 Fransız Devrimi’yle yayılan fikirler de Calvin’in katı ve tahammülsüz dogmalarının değil, Castellio’nun hümanist yorumunun bayraktarlığını yapar.
Bir önceki yazımda, Stefan Zweig’ın, Avrupa’da dini özgürlükler ve insan haklarının bugünkü seviyeye ulaşmasında büyük rolü olan 16. yüzyıl Reform tartışmalarına ışık tuttuğu abidevi monografisi, Vicdan Zorbalığa Karşı ya da Castellio Calvin’e kitabından[1] hareketle din adına tiranlığın yol açtığı sonuçları ele almıştım.Bu yazıda yine aynı sahneden hareketle, Castellio’nun devasa mücadelesi ve baskı ve terör dönemlerinde dahi ihanet etmediği vicdanının bir izdüşümünü ortaya koymaya çalışacağım.
“Ey İsa, senin adına yaptıkları bu zulümleri onaylıyor musun gerçekten!”
Michael Servetus, inanmış bir Hristiyan olmasına rağmen sırf birkaç tali konuda farklı düşündüğü için 1553’te Cenevre’de Calvin’in dini terörüne kurban gider ve ateşte yakılarak cezalandırılır. Bu elim hadiseden sonra Castellio’nun entelektüel mücadelesi, zulme karşı onurlu direnişi hız kazanır. İsa ve havarileri mazlum olarak yaşamış ve ölmüşken, İsa adına hareket ettikleri iddiasındaki bu efendilerin başkalarını “sapkınlık” ve dini tahrifle nasıl suçlayabildiklerini, bu iddiayla başka birilerini yakarak öldürme hakkını nereden aldıklarını, bunu kendilerine Tanrı adına kimin verdiğini yüzlerine haykırır.
İsa’ya feryat figan sorar Castellio’yla birlikte Zweig da… tarihin tüm mazlum ve mağdurları adına sorar ikisi birden: “Ey İsa, sen yeryüzündeyken sana sövülürken, yüzüne tükürülürken, seninle alay edilirken, başına dikenlerden taç takılırken, haydutların arasında çarmıha gerilirken, sana hakaret edenler için bile dua ediyordun sen. Şimdi bu adamlara başkalarına işkence etmelerini, yaralarına tuz basmalarını, iç organlarına kadar bütün vücutlarını kerpetenle parçalamalarını, kılıçlarla parça parça doğramalarını, her tülü işkenceyle ağır ağır bu insanları öldürmelerini sen mi emrettin gerçekten? İnsanlara böyle kıyanlar, onları [din ve senin emirlerine istinat ederek] doğrayıp parçalayanlar senin hizmetkârların mı gerçekten? Ey İsa, böyle şeyleri onaylıyor musun sen gerçekten?” (s. 148).
Muazzam bir feryattır bu, iç titreten, insana dönüp kendi imanını ve her şeyi sorgulatan muazzam bir feryattır ki aksisedasını asırlar sonra bu satırları yazarken ruhumda duyabiliyorum. Önemli bir destek bulur Castellio bu haklı ithamında ve hakikatli davasında, ancak şüphesiz güçlü bir rakibe karşı mücadele verirken bulunan bu tür destekler geçicidir ve zayıftır. İlk büyük fırtınada ve karşı saldırıda kolayca kaybolacak kadar cesaretten uzaktır bu konjonktürel, eyyamcı ve içten pazarlıkçı, “haklısın kardeşim”ci cılız sesler, tedirgin karakterler.
Zweig bu noktada Castellio’nun ağzından zaman ve mekânlar üstü, ideolojiler ve bağlılıklar üstü, yakıcı bir sorgulamaya davet eder okuru: “Sapkın [ve hain] olarak damgalanan herkesin sapkın olduğuna inanmıyorum. Bu niteleme, günümüzde o denli hakaret barındırır nitelikte ki biri, şahsi bir hasmını yok etmek isteyecek olsa bunu en kolay yolu onu sapkınlıkla itham etmek oluyor. Zira insanlar bu ‘sapkın’ kavramından dahi öylesine büyük korkuya kapılıyorlar ki adını işitir işitmez kulaklarını tıkıyorlar. Sadece itham edilene değil, sapkınlıkla itham edilenin lehine bir söz söylemeye cesaret eden biri olsa ona da düşünmeksizin zulmediyorlar…
İnsanların her dönemde içlerinde biriken nefreti toplu halde boşaltmak üzere başka bir talihsiz grubu seçtiğini bilir Castellio. İnsanın içinde gizlenen yıkma enerjisini boşaltabilmesi için ya inancı, ten rengi, ırkı, kökeni, toplumsal idealleri ya da dünya görüşleri nedeniyle her defasında daha güçlü sayılabilecek gruplar tarafından küçük ve güçsüz bir grup seçilir. Sloganlarla sebepler değişse de yaftalamanın, hor görmenin, ezip geçmenin metotları hep aynıdır.” (s. 141).Castellio’nun mücadelesinde sonraki asırlarda fikri mücadele meydanına atılacak cesur insanlar için çok sayıda güzel örneklik buluruz. 16. yüzyılın kaotik ortamında olduğu gibi günümüzde de geçerli olan bir metodu ve olması gereken namuslu karakter özelliğini Zweig şöyle özetler:
“Bütün fikir savaşlarında en iyi savaşçılar, alelacele, büyük bir hevesle kavgaya girenler değil, karar verme süreçleriyle kişisel yargısının oluşması zaman alan, uzun müddet tereddüt eden, barışı halisane sevenlerdir. Onlar uzlaşmak için bütün olanakları tükettikten sonra zorunlu olarak, güçlükle ve gönülsüzce savunmaya geçerler. Fakat en nihayetinde böyle zorlukla karar verenler, en kararlı ve en dirayetli savaşçılar olurlar” (s. 136).
Hakikat yalnızdır, sahip çıkanı azdır; hakikat namına yola çıkanlar da yalnız kalmayı, hor görülmeyi, “sapkın ve hain” ilan edilmeyi peşinen göze almalıdır. Castellio’nun mücadelesi de böyle bir yalnız başına hakikat yolculuğudur, hiçbir dönemde uzun süre yanında yer alan kimse bulunmaz, çünkü mücadelesi ağırdır, meşakkatli, maliyetli, çoğu zaman da meccanendir, ücreti yoktur hatta bedeli de ağırdır.
CASTELLIO’NUN FİKİR NAMUSU MÜCADELESİ
Ne Castellio ne de fikir namusu olan insanlar için acele karar vermek bir erdemdir, zira hakikat yekpare değildir, parçalıdır ve kimse güneş gibi aydınlık ve parlak bir hakikat kütlesine sahip değildir. Yani hakikat eline alarak avuçlayabildiğin bir kütle değildir, ona belki yalnızca dokunabilirsin, o da ancak hakikatten nasibin varsa. Bu nedenle araştırarak, düşünerek, tarafları dinleyerek, belki zorlanarak ama sağlam adımlarla hakikat inşa edilir. Rüzgâra kapılıp gitmek misali, her bir esintide görüşü değişenlerin, üzerinde fikir çilesi çekilmemiş bir hakikate güya sahip çıkma eyleminin kimseye bir faydası yoktur, ilk ağır imtihanda duvara çarpıp un ufak olmaya mahkûmdur bu tür cılız gösterişler. Ancak hakikat yalnızdır, sahip çıkanı azdır; hakikat namına yola çıkanlar da yalnız kalmayı, hor görülmeyi, “sapkın ve hain” ilan edilmeyi peşinen göze almalıdır. Castellio’nun mücadelesi de böyle bir yalnız başına hakikat yolculuğudur, hiçbir dönemde uzun süre yanında yer alan kimse bulunmaz, çünkü mücadelesi ağırdır, meşakkatli, maliyetli, çoğu zaman da meccanendir, ücreti yoktur hatta bedeli de ağırdır.Castellio’nun Calvin’e yönelttiği şu itham acı olduğu kadar hakikati yansıtmasıyla çok daha yakıcıdır, bir zamanların mazlumunun süratle zalimleşmesi olgusuna çağlar ötesinden tüm çıplaklığıyla işaret eder: “… Kendisine eleştiri getirdi diye Servetus’u odun yığınları üstünde yaktırdı. Lakin vakti zamanında kendi kitabında insanları düşünce ve inançlarından dolayı yakmanın, takibata tabi tutmanın yanlış olduğunu kendisi yazmıştı, bunun insanlığın bütün ilkelerini ortadan kaldırmak anlamına geldiğini kendi söylüyordu. Kendi koyduğu yasaları şimdi tanımayıp başkası hakkında ölüm talep edebiliyor. Kendi dengesizliğini, kendi dönekliğini ortaya çıkaracakları, ışık tutacakları korkusuyla başkalarını ölüme göndermesinde hayret edilecek bir şey var mı?”(s.162).
Zweig’dan yıllar sonra Emil Cioran Çürümenin Kitabı’nda “En büyük zalimler, kafası kesilmemiş mazlumlar arasından çıkar” derken belki de tam olarak Castellio ve Zweig’la aynı şeyi farklı bir açıdan ifade etmekteydi, kim bilir… Nitekim Zweig, bu tiranlık psikolojisini ve bir yönetim tarzı olarak terörün sosyolojisini çok iyi tahlil etmiş görünmektedir, “Cari olan hep aynı yasadır; bir kez zorbalığa başvuran bunu sürdürmek zorundadır. Teröre bir kez başvuranın, terörü arttırmaktan başka bir yolu yoktur” (s. 172) diyerek, yaydan bir kez çıkan okun geri döndürülemezliğini vurgular.Ve bütün bu mücadele dolu yılların sonunda, Castellio adeta pes eder ikiyüzlü ve mürai insanların hakikati eğip bükmelerinden ve baskı karşısında acziyet gösterip hakikate hürmetsizlik etmelerinden: “İsa’yı öldürmüş bir dünyanın hükmünü bir yana bırakalım, yalnızca şiddet uygulayanların davalarının kazanıldığı mahkemelerine de aldırmayalım. Tanrı’nın asıl krallığı bu dünyada değildir” (s. 171).
1563 yılında henüz 48 yaşında dünyaya veda eder Castellio, karşı karşıya kaldığı ithamlar ve İsa adına büyük bir kin, nefret ve kıyıcılıkla hareket eden Calvin’le çevresinin saldırılarına kalbi artık dayanamaz. Azizlere yaraşır şekilde yaşamıştır bu büyük âlim, öldüğünde evinde tek bir gümüş sikke dahi yoktur, cenazesini kaldırmak ve tabutunu temin edebilmek için dostları para toplayıp işe girişmek zorunda kalmıştır. Henüz reşit olmayan çocuklarının da evlatlık olarak dostlarınca bakılması gerekmiştir, çünkü geride bırakabildiği hiçbir şeyi yoktur, bu dünyadan hiçbir şey yığmamıştır.Castellio’nun cenazesi ise adeta ahlaki bir zafer yürüyüşüne dönüşür. Onun sapkınlık ve hainlik şüphesi altında kaldığı zamanlarda ürkekçe temkinli davranarak sükût eden herkes, ona ne kadar muhabbet beslediğini, onu ne kadar saydığını göstermek üzere cenaze kalabalığına dâhil olur. Çünkü hayatta olup sevilmeyen, hatta siyasi otoritenin gadrine uğramış birini müdafaa etmek yerine, ölü birini müdafaa etmek her zaman kolaydır. Çünkü insan korkak ve ürkek bir varlıktır. Korkar, çekinir, yitirmekten çekinir…
Cenevre günümüzde BM’nin ikinci büyük merkezi olarak hizmet veriyor. Ve evet, Castellio’nun hümanist fikirlerinden dolayı kovulduğu, Servetus’un dini dogmalar uğruna yakıldığı bir zamanların bu dini terör şehri bugün, BM’nin İnsan Hakları Yüksek Komiserliği başta olmak üzere, insan hak ve hürriyetlerine dair uluslararası kuruluşlara ev sahipliği yapıyor. Castellio’dan geriye ise, asırlar sonra dahi ruhlarda yankılanan sağlam bir muhakeme ve gerçek bir vicdan kaldı.
CASTELLIO VE CALVIN’DEN GERİYE KALAN
Bütün bu zulümleri din adına işleyen Calvin ise korunaklı konağında büyük terör devrini devam ettirmiş, kendine yeni avlar aramaya koyulmuştur bile. Ancak tarihin hükmü, kaderin o anlık hükmünden çok daha farklı cereyan etti. Calvin’in katı ve aşırı yorumu bir müddet daha devam ettirildiyse de bir süre sonra uygulanamaz bulunup yerini daha hümanist Reform versiyonlarına terk etti. Bir zamanlar Cenevre ve diğer İsviçre şehirleri gibi hoşgörüsüzlüğün en çok nüfuz ettiği yerler, şaşırtıcı biçimde hoşgörünün Avrupa’daki ilk serbest sığınağı oldu. Calvin’in katı din yorumu nerede yasa olmuşsa, Castellio’nun düşünceleri bizzat orada hayata geçti. Hatta devrinin “Tanrı düşmanı, çağın yaşayan Deccal’i” sayılan Voltaire (1694-1778), bir vakitler Calvin’in dini fikir ayrılığı sebebiyle Servetus’u yaktırdığı Cenevre’ye sığınır.Zaman içinde Avrupa’daki dini özgürlükler hızla genişler, bilhassa Hollanda başta olmak üzere Kuzey Avrupa şehirlerinde, Castellio yaşamı ve fikirleriyle kitlelere ilham verir. 1789 Fransız Devrimi’yle yayılan fikirler de Calvin’in katı ve tahammülsüz dogmalarının değil, Castellio’nun hümanist yorumunun bayraktarlığını yapar.Cenevre günümüzde Birleşmiş Milletler’in New York’tan sonraki ikinci büyük merkezi olarak hizmet veriyor.
Ve evet, Castellio’nun hümanist fikirlerinden dolayı kovulduğu, Servetus’un dini dogmalar uğruna yakıldığı bir zamanların bu dini terör şehri bugün, BM’nin İnsan Hakları Yüksek Komiserliği başta olmak üzere, insan hak ve hürriyetlerine dair uluslararası kuruluşlara ev sahipliği yapıyor.Castellio’dan geriye ise, asırlar sonra dahi ruhlarda yankılanan sağlam bir muhakeme ve gerçek bir vicdan kaldı.---[1] Stefan Zweig (2019), Castellio Calvin’e Karşı ya da Zorbalığa Karşı Bir Vicdan, Trc. Emir Ezer, Akara: Pruva Yayınları. Metin boyunca alıntıları Zweig’ın eserinin bu çevirisinden yapacağım.
İlginizi Çekebilir