Türkiye’den kimse Nobel filan alamaz
SİYASETBu değerli hocalarımız bizzat yürüttükleri ve bütün insanlığı ilgilendiren araştırmalar ve bunların sonucunda ortaya koydukları bulgular sayesinde ödülü aldılar. Bilimsel çalışmalarını şayet ülkemizde sürdürselerdi, şu anda kendilerini Nobel’e götüren araştırmaları yapacak imkanları ve ortamı bulamayacaklardı.
Türkiye’de doğmuş ve yetişmesinin bir bölümünü Türkiye’de yaşamış Daron Acemoğlu’nun iktisat alanında Nobel ödülünü almış olması hepimizi sevindirdi. Gazetelerimiz son yıllarda Nobel ödülü alan üçüncü Türk’ten bahsettiler. Daha önce Orhan Pamuk, sonra da Aziz Sancar değişik alanlarda olmakla birlikte aynı ödülü almışlardı. Dünyada birçok ülkenin özlediği ödülü Türklerin alması ne güzel değil mi? Evet demeden önce iyi düşünmemiz de fayda var. Size gayet basit bir soru soracağım. Eğer Aziz Sancar veya Daron Acemoğlu hocalarımız North Carolina ve MIT’de çalışmayıp da bir Türk üniversitesinde çalışsalardı, acaba Nobel ödülü almaları söz konusu olabilir miydi? Pek sanmıyorum. Sebebi gayet basit. Bu değerli hocalarımız bizzat yürüttükleri ve bütün insanlığı ilgilendiren araştırmalar ve bunların sonucunda ortaya koydukları bulgular sayesinde ödülü aldılar. Bilimsel çalışmalarını şayet ülkemizde sürdürselerdi, şu anda kendilerini Nobel’e götüren araştırmaları yapacak imkanları ve ortamı bulamayacaklardı. Demek ki, bu kişilerin Türkiye kökenli olmalarından keyif alabiliriz, ama onları Nobel’e götüren yolda ülkemiz kökenli olmalarının pek fazla katkısı olmadığını da görmemiz gerekiyor.
Dikkat ederseniz, Orhan Pamuk’tan söz etmedim. O edebiyat ödülü aldı. Edebiyat ödülü alanların eserlerini ulusal bir ortamda kaleme almış olmaları doğal. Yine de, edebiyat aracılığıyla evrensel bir konuya eğilmeleri, evrensel bir mesaj vermeleri beklendiğinden, o bekleyişe uygun bir donanım sahibi olmaları bekleniyor. Dolayısıyla, ben Orhan Pamuk’un da yetişmesinde, yetiştiği kurumların dünya ile bağlantılı olmalarının ve yabancı dil bilgisinin önemli rolü olduğundan eminim.
Fakat gelin biz yine Sancar ve Acemoğlu’na dönelim. Her ikisi de dünyanın araştırmalarıyla önde gelen kurumlarında hizmet veriyorlar. Geniş araştırma kadroları ve fonları ile destekleniyorlar. Bulgularını yayınlıyorlar. Kendi alanlarında çalışan diğer kişilerle eminim sürekli temas halindeler, istedikleri bilimsel toplantılara gidecek olanaklara sahipler. Sanıyorum hayatlarını kolaylaştıracak sekreterlik hizmetleri de kurumları tarafından karşılanıyor. Buna karşılık, istikbal vaat eden genç araştırmacılar yetiştirmeleri bekleniyor. Tabii, bir de bol ürün vermeleri, örneğin önemli ve başkalarının referans olarak kabul ettiği makaleler yazmaları, çalışmalar yayınlamaları, yeni bulgular üretmeleri lazım. Ayrıca, çoğu zaman araştırma fonu bulmaları bekleniyor. Verim alınamayan elemanlar ise zaman içinde eleniyor. Nobel alan hocalar kolay bir ortamda yaşamıyorlar; sürekli çalışmaları, başarılı işler yapmaları lazım.
Bu zorlu koşullara bir de ortam konusunu eklemek gerek. En çok Nobel ödülü alan ülkelere (ödül alanların kökeninden söz etmiyorum) baktığınız zaman, bu ülkelerin demokrasiyle yönetildiğini, geniş fikir özgürlüğüne sahip olduğunu, özellikle üniversiteler ve diğer araştırma kurumlarında ifade, tartışma, aykırı fikirler savunma gibi özgürlüklerin yaygın kabul gördüğünü göreceksiniz. Böyle bir ortamın tüm araştırmalar için olumlu olduğu söylenir fakat tıp, iktisat gibi konularda söz konusu özgürlüğün ne kadar vazgeçilmez olduğunu özellikle vurgulamak gerekiyor. Söz gelimi, Daron Acemoğlu iktisaden ileri giden ülkelerin demokratik, hukuk devleti olmak gibi niteliklerini vazgeçilmez buluyor. Sizce, kendisi böyle bir araştırmayı acaba Rusya’da yapabilir miydi? Herhalde yürüttüğü çalışma için ne kurumsal destek bulabilir ne de gözlemlerini açıkça ifade edebilir, yayınlayabilirdi. Tabii, Rusya dışında bildiğimiz başka örnekler az değil…
Üniversiteleri muhtelif başarı kriterlerine göre tasnif eden araştırmalarda Türk üniversitelerinin konumu zayıflıyor. İlk bin listesinde yer alan üniversitelerimiz geçmişe göre daha alt sıralara inmiş bulunuyorlar.
TÜRK ÜNİVERSİTELERİNİN KONUMU ZAYIFLIYOR
Şimdiye kadar bir Türk kurumunda çalışıp da Nobel ödülü alan çıkmadı ve çıkmaz. Biz eğitim sistemimizi araştırma-geliştirmeyi ön plana alacak şekilde düzenlemiş değiliz. Üstelik, zamanla iyileşmeyip son yıllarda kötüye gittiğimiz anlaşılıyor. Üniversiteleri muhtelif başarı kriterlerine göre tasnif eden araştırmalarda Türk üniversitelerinin konumu zayıflıyor. İlk bin listesinde yer alan üniversitelerimiz geçmişe göre daha alt sıralara inmiş bulunuyorlar. Yıllık bilimsel yayın sayısında da geçmişte önünde yer aldığımız bazı ülkeler şimdi önümüze geçmiş durumda. Ne gibi sorunlarımız var? Size çok uzun bir liste verebilir, çok uzun bir değerlendirme yapabilirim ama böyle uzun bir rapora gerek yok. Kısaca birkaç sorundan söz etmek yeterli olacaktır. Birçok konuyu ihmal ettiğimden şikayet edebilirsiniz. Eminim haklısınız., ben sadece önemli gördüğüm birkaç örnek vereceğim.
Konuya bütün üniversiteleri eşit kabul eden yasadan başlayarak girebiliriz. Yasalarımız bütün üniversiteleri eşit tutmaktadır. Böylece üniversitelerin kendilerini iyileştirmek ve ileriye gitmek için motivasyonları peşinen zayıflatılmaktadır. Haksızlık ediyorsun diyecek olursanız, bir soru sorayım. Doçentlik jürileri kurulurken her üniversiteden hoca, mensup olduğu üniversitenin niteliğine bakılmaksızın doçentlik jürisine üye olabilmekte midir? Jüri üyesi olacak kişilerin performansına bakılmakta mıdır? Hayır. Bunun sonunda, herhangi bir ciddi yayını olmayan, senelerdir en ufak bir eser vermemiş bir “profesör” bazen dünyanın en seçkin kurumlarında yetişmiş, en saygın bilimsel dergilerinde yayın yapmış, her yıl yeni araştırmalar yapan bir gencin “Türkçe makalesi yok” gibi bir gerekçe ile terfiini engelleyebilmektedir.
Üniversite yöneticilerinin nasıl seçildiğini herhalde ayrıntılarıyla anlatmama gerek yok. Gönlünde rektörlük sevdası yatan fakat bunun dışında herhangi bir başarıya imza atmış olduğu tartışmalı çok sayıda şahıs, Sayın Cumhurbaşkanımıza dilekçe verip rektör olmak istediklerini beyan etmekte, muhterem büyüğümüz de hangi kriterlere göre seçer bilinmese de, bazı kişileri rektör atamaktadır. Kamuoyundaki genel izlenim başvuru sahiplerinin akademik bakımdan pek etkileyici kişiler olmadıkları, iktidar partisine sadakat bağlarının güçlü olduğu, üniversitelerde kendi siyasi görüşlerine uygun olan kişilerin çoğunluğu sağlamasını arzuladıkları, yine öğrencilerin de kendi görüşlerine uygun olarak yetişmesini istedikleridir. Atanan kişinin öğretim kadrosu nezdinde saygı uyandırmadığı adeta kurallaşmış bulunuyor. Fakat vahim olarak, rektörlerimizin akademik başarı, yaratıcılığı teşvik etmek, yeni buluşlara imza atmak gibi dertleri pek olmadığı görülüyor.
Daha çok her işe kendi adamlarını yerleştirmek, çoğu zaman akraba taallukata da iş bulmak, güzel otomobiller almak gibi işlerle uğraşmakta, kurumu bilim alanında ileriye götürmek akıllarına dahi gelmemektedir. Yurt dışında iyi tanınan üniversitelerimize atanan yeni rektörler ise, kendileri gibi olmayanları görevden uzaklaştırayım derken, bu kurumların gerilemesine, çok sayıda öğretim elemanının emekliliğini istemesine veya yurt dışına gitmesine, böylece kurumun uluslararası başarı skalasında gerilemesine vesile olmuş görünüyorlar.
Hocalarımızın ders yükü de ağırdır. Bu yükü bihakkın taşımaya kararlı bir hocanın ayrıca literatürü izlemeye, araştırma ve özellikle yaratıcı çalışmalar yapmaya, makaleler yazmaya vakti kalmayacaktır. Fakat özellikle taşra üniversitelerinde ders yükleri o kadar yüksektir ki, bu kurularda çalışanların doğru dürüst ders hazırlamaya vakitleri olduğu bile şüphelidir. Biz bu kurumlara genellikle lisans ötesinde yüksek lisans ve doktora programları yürütme yetkisi de veriyoruz. Doktora programları kişinin iyi yetişmesi, gelecekte yaratıcı araştırmalar yapması için donanım kazanması için bir hazırlık dönemi oluşturur. Kişi akademik bakımdan ilerlesin diye işi başından aşkın hocalar tarafından verilen baştan savma doktora dereceleri üniversitelerin kalitesini yükseltmiyor, geriletiyor. Bu ürünlerle değil Nobel almak, mezunlarımızı dünyanın iyi üniversitelerine öğrenci olarak kabul bile ettiremeyiz.
İkinci yol, kaynak göstermeden kopyacılık veya bilinen ismiyle intihal. Özellikle az bilinen bir dış kaynaktan yapılan alıntıların yakalanmayacağı varsayılıyor. Bu tür hırsızlık günümüzde bir oranda bilgisayar aracılığıyla yapılan denetimler yoluyla daha kolay engellenebiliyor ama yabancı dildeki bir kaynaktan yapılan çeviri şeklindeki çalıntıyı saptamak zor olabilir.
İNTİHAL
Son yıllarda etik kurallara riayet edilmediği de sık sık dile getiriliyor. İhlaller çeşitli şekiller alabiliyor. Bir tür, kişinin yazılmasında katkısı olmayan eserlerde isminin sanki yazarmış gibi görünmesi. Bu olaylarda çoğu zaman daha kıdemli hocaların isimlerinin kullanılmasına izin verdikleri veya bir iş yapmış gibi gözükmek için isimlerinin yazılmasında ısrar ettikleri anlaşılıyor. İkinci yol, kaynak göstermeden kopyacılık veya bilinen ismiyle intihal. Özellikle az bilinen bir dış kaynaktan yapılan alıntıların yakalanmayacağı varsayılıyor. Bu tür hırsızlık günümüzde bir oranda bilgisayar aracılığıyla yapılan denetimler yoluyla daha kolay engellenebiliyor ama yabancı dildeki bir kaynaktan yapılan çeviri şeklindeki çalıntıyı saptamak zor olabilir. Diğer bir yol ise piyasada araştırma raporu, tez, ödev hazırlayan bir şirketten malzeme satın almak ve kendi yazmış gibi sunmak. Her nedense bu işi yapan şirketler alenen çalışıyorsa da, şimdiye kadar yakalananını ve kimlere hizmet verdin diye sorgulananını hiç duymadım. Acaba bu iş çok yaygın da, kimse kurcalamak mı istemiyor diye aklımdan geçmiyor değil.
İsterseniz tartışmayı burada noktalayayım. Sorunlardan sadece bazı örnekler verdim. Bu sorunları yaşayan kurumların bırakın Nobel adayı adam yetiştirmeyi ve barındırmayı, işini doğru dürüst yapanları koruması bile bir mucizedir. Bu koşullar devam ettikçe, biz kısmen Türkiye’de yetişmiş ama yurt dışı bir kurumda yaptıkları dolayısıyla Nobel ödülü alanlarla övünürüz ama Türkiye’den kimse ödül alamaz. Kendimizi aldatmaya gerek yok.
İlginizi Çekebilir