© Yeni Arayış

Türkiye’de adalet ve siyaset

Türkiye’de adalet ve siyaset

Siyasetin adaleti ablukası altına aldığı devletlerde ne kadar adaletten bahsetmek mümkün değilse, doğruluk ve dürüstlükten uzak, yalanla yönetilen devletlerde de adaletten bahsetmek o kadar mümkün değildir. Maalesef Türkiye’mizdeki adaletsizliğin ve halkın yıllardır adalet arayışının bir sebebi de bu yalanlar üzerine inşa edilmiş siyaset ve siyasilerdir. Adalet kavramının kesin bir tanımı olmamakla birlikte, tanıma halkın telakkisinden baktığımızda, “hak, hukuku gözetmek ve yerine getirmek, doğruyu savunup yanlışı men etmek” şeklinde bir anlamı olduğunu söyleyebiliriz.* Siyaset veya politikanın dar anlamda tanımı ise, “devlet işlerini düzenleme ve yürütmeyle ilgili özel görüş veya anlayıştır”. Yukarıda yaptığımız tanımlardan da yola çıkacak olursak “adalet” dediğimiz kavram, günümüz halkı arasında daha çok nesnel bir kavramken siyaset (politika), öznel bir kavramdır. Yani siyasi görüşler çok net bir şekilde kişiden kişiye göre değişirken adalet, sağcısıyla, solcusuyla; liberaliyle, komünistiyle herkes için zaruri bir ihtiyaç ve değişmeyen tek görüş birliğidir. Dolayısıyla siyasi kesimlerin eğilimleri ne yöne olursa olsun, hepsi adaletli olacağını temin etmekte ve adalette buluşmaktadırlar. Adalet ve siyaset, doğası gereği birbirlerini etkiler. Bu etkileşimi iki başlık altında inceleyebiliriz: Adaletin siyaset üzerine etkililiği ve baskınlığı Başlıktan da anlaşılacağı üzere, böylesi bir durumda mesleki etiği yüksek, dürüst ve adil bir siyaset ve siyasiler olacaktır. Hakkın ve hukukun gözetildiği bir hukuk devleti anlayışı benimsenecektir. Siyasetin adalet üzerine etkililiği ve baskınlığı Siyasetin adalete baskın olup, adaleti abluka altına aldığı durumlarda ise, ne toplum adil bir düzende yaşayabilecek ne de bu tür ülkeler bir hukuk devleti olabilecektir. Siyasetin adalete baskın olduğu sistemlerde siyasiler; adaleti, sadece siyasi yönden ellerini güçlendirmekte ve bulundukları konuma gelmekte bir araç olarak görmektedirler. Eğer bir adalet varsa da bunu sadece kendi siyasi görüşlerindeki “bizim adam”** dedikleri kimselere uygulayacaklardır. Peki, bu siyasetin adalet üzerinde etkinliği ve baskınlığı realitede karşımıza nasıl çıkmakta? Siyaset hangi yollarla adaletin tecelli etmesini engellemektedir? Kanımızca bu durum siyasetin, yürütmenin bir parçası olan idareye ve adaletin dağıtıcısı olan yargı organlarına yoğun bir şekilde bulaşmasıyla iki şekilde karşımıza çıkmaktadır: Türkiye’mizde de partizanca davranan idarede adam kayırmalar olmakta, “bizim adam” dedikleri kesim el üstünde tutulmakta, “ötekileri” diye nitelendirdikleri kendi siyasi görüşlerine mugayir kesim dışlanmakta ve liyakatsiz bir şekilde atamalar yapılmaktadır. A- İDARENİN SİYASALLAŞMASI (PARTİZANLAŞMASI) İdare, “organik anlamda devlet yapılanması içerisinde belli görevleri yerine getirmek için oluşturulan örgüt ve bu örgütte istihdam edilenler” olarak tanımlanır. Fonksiyonel anlamda ise idare ile kastedilen, kamu hizmetlerini hayata yansıtmak için sahip olunması gereken nitelikler ve bu örgütün çalışma sistematiğidir. İdarenin var oluş amacı kamu yararının gerçekleştirilmesidir (Günday, s. 3). Tanımdan da anlaşılacağı üzere idare, kamu yararını gözetmekte ve kamuya hizmet etmektedir. Kamuda farklı siyasal görüşte kişiler olacağı kesindir. Bundan dolayıdır ki kamu yararını gözeten ve kamuya hizmet eden bu yapı ne kadar yürütmenin bir parçası olsa da yaptığı iş gereği siyasetle arasına belli bir mesafe koymalı, temeli “biz” ve “öteki” ayrımına dayanan partizanca bir yol tutmamalıdır. Türkiye’mizde de partizanca davranan idarede adam kayırmalar olmakta, “bizim adam” dedikleri kesim el üstünde tutulmakta, “ötekileri” diye nitelendirdikleri kendi siyasi görüşlerine mugayir kesim dışlanmakta ve liyakatsiz bir şekilde atamalar yapılmaktadır. Bu durum yönetimdeki adalet ve eşitlik anlayışının altına bomba döşeyerek halkın ulaşmak istediği adalete bir türlü ulaşamamasına sebebiyet vermektedir. Bunun yanında şu hususu da belirtmeliyiz ki idarenin kendini kişilerden üstün tutarak elitist bir hava takınması da adaletli bir yönetimi engellemektedir. Unutulmamalıdır ki kişi hak ve hürriyetlerinin üstünde hiçbir şey bulunamaz. Bu bağlamda baktığımızda adaletli bir hukuk düzeni kurmayı amaçlayan bir hukuk devletinde bağımsız ve tarafsız bir yargı erki olması gerektiğine göre, yargının siyasallaştığı bir devlette adaletten ve hukuk devletinden bahsetmek pek de mümkün olmayacaktır.  B- YARGININ SİYASALLAŞMASI*** Yargının siyasallaşmasının konu edildiği hemen tüm çalışmalarda iki anahtar kavram ile karşılaşılmaktadır. Bu kavramlardan ilki, bağımsızlık iken, diğeri tarafsızlıktır. Siyasal olan ya da siyasallaşan yargı aynı zamanda “bağımlı” veya “taraflı” yargı olarak kabul edilmektedir (Adıgüzel, 2022: s. 568).1 Bu bağlamda baktığımızda adaletli bir hukuk düzeni kurmayı amaçlayan bir hukuk devletinde bağımsız ve tarafsız bir yargı erki olması gerektiğine göre, yargının siyasallaştığı bir devlette adaletten ve hukuk devletinden bahsetmek pek de mümkün olmayacaktır. Siyasetin ve dolayısıyla yönetmenin, toplumsal barışı ve uzlaşmayı sağlamanın ötesinde dar ideolojik ve sınıfsal bir takım programların hayata geçirilmesinin aracı olarak anlamlandırıldığı ülkelerde, yasama erkiyle birlikte yargı erki de bu “kutsal” hedef uğruna yürütme erkinin sopası haline getirilebilmekte. Bu nedenle kutuplaşmış ve toplumsal barışını tam olarak gerçekleştirememiş ülkelerde yargıyı siyasal baskılardan korumak çok daha zor hale gelmektedir.2 Bu kutuplaşmış ülkelerle beraber, demokrasiye ve hukuk devletine duyulan inancın zayıf olduğu ülkelerde ise devletin ya da siyasal iktidarın bizzat kendisi amaç haline gelmektedir. Amaç demokrasiyi tahkim ederek hak ve özgürlükler rejimini güçlendirmek olmayınca, halk adına kullanılan iktidarın farklı görünümleri olan yasama, yürütme ve yargı erkleri de bir bütün olarak bu amaca hizmet eder hale gelmektedir. Bu ülkelerde özellikle yargı erki iktidarın sınırlandırılmasındaki rolü nedeniyle hemen her zaman siyasi müdahalelere maruz kalmakta ve siyasal iktidara bağımlı duruma gelmektedir.3 Günümüz Türkiye’sine baktığımızda da halkın demokrasiye ve hukuk devletine duyulan inancının zayıf olduğu, yasamanın yürütmeye karşı işlevsiz kaldığı, halkın takım tutar gibi parti tutuğu ve ne konu olursa olsun sürekli bir kutuplaşma içinde bulunduğu bir ortam görülmektedir. Böylesi bir ortamdan da kaynaklanarak adaletin dağıtıcısı olan ve yargılamalarını millet adına emaneten yapan mahkemeler (yargı organı) siyasi müdahalelere maruz kalmaktadır. Geçmişten günümüze Türkiye’ de ki yargı kararlarını incelediğimizde üzülerek görmekteyiz ki bu siyasallaşan yargı taraf olduğu siyasi görüş lehinde adaletten yoksun kararlar almaktadır. Nalıncı keseri gibi her şeyin kendine yontulduğu ve siyasetin hâkim olduğu bu yargıda, adaletten söz etmek mümkün değildir. Eski Fransa Dışişleri Bakanı François Guizot’un da dediği gibi, “Siyaset mahkeme salonlarına girdiği anda adalet oradan çıkmalıdır.” Eski bir atasözümüz de bu durumu çok iyi anlatır: “Zor, kapıdan girerse, töre bacadan çıkar.” (Aksoy: 1995) Buradaki bahsedilen zor, siyasi bir zor da olabilir. Malumlarınızdır ki Türk ve Müslüman devletlerin tamamı “adalet” kavramı üstüne kurulmuştur. Meşhur Siyasetname’nin yazarı Nizamülmülk’e göre de, “Güzel zamanlar, adil hükümdarların hüküm sürdüğü zamanlardır.” Devlet, adalete hizmet etmekle yükümlüdür ve devlet, ancak adil olursa devamlı olabilir. Ecdadımız Osmanlı Devleti’nin 600 yılı aşkın hüküm sürmesinin de en önde gelen sebeplerinden biri adalettir. Ne zaman ki Osmanlı’da adalet çökmüş, işte o zaman Osmanlı Devleti de çökmüştür. Adalete ehemmiyet vermeyen her devlet için bu son kaçınılmazdır. Yukarı da belirttiğimiz gibi adaletin halk nezdindeki tanımına baktığımızda, adaletin yapı taşlarının doğruluk ve dürüstlük olduğunu görmekteyiz. Siyasetin adaleti ablukası altına aldığı devletlerde ne kadar adaletten bahsetmek mümkün değilse, doğruluk ve dürüstlükten uzak, yalanla yönetilen devletlerde de adaletten bahsetmek o kadar mümkün değildir. Maalesef Türkiye’mizdeki adaletsizliğin ve halkın yıllardır adalet arayışının bir sebebi de bu yalanlar üzerine inşa edilmiş siyaset ve siyasilerdir. Doğru olmanın ehemmiyetini Mevlana’nın şu sözü pek güzel özetlemektedir:  “Doğru olsam ok gibi yabana atarlar beni    Eğri olsam yay gibi elde tutarlar beni     Ne doğruyu aç gördüm ne eğriyi tok    Eğri yay elde kalır, menzil alır doğru ok.” Esefle söyleyelim ki ülkemizde de doğrular sürekli yabana atılmakta, eğriler (yalancılar ve dalkavuklar) el üstünde tutulup itibar görmektedir. Böyle bir kaos ortamında da adalette ve hukukta bir milim olsun yol katedilememektedir. Umut ederiz ki adalet, gelecekte siyasetin adalete baskınlığının ortadan kalktığı ve adaletin siyasete baskın olduğu; siyasetin, siyasetçilerin, yargı mensuplarının ve idaredeki yöneticilerin doğru, dürüst, yalansız ve adil olduğu haliyle bizleri karşılayacaktır. Şaban Arılık, Hukuk Öğrencisi * Buradaki adalet tanımı felsefi bir tanım olmamakla birlikte halktan çeşitli yaş ve çeşitli eğitim seviyelerindeki toplam 100-150 kişiye adalet hakkındaki düşünceleri sorulup elde edilen bilgiler ışığında yapılan bir tanımdır. ** “Bizim Adam” tabiri kullanılırken, (Anayasa Hukuku hocam) Doç.Dr. Fatih Öztürk’ ün “Geçmişle yüzleşmek (helâlleşmek) ve hesaplaşma: Bizim Adam?” başlıklı yazısından esinlenilmiştir. (Detay için bkz. https://www.politikyol.com/gecmisle-yuzlesmek-helallesmek-ve-hesaplasma-bizim-adam/) *** Bu yazımızda yargının siyasallaşması kavramı yargı erkinin hukuku değil siyasi bir ideolojiyi veya toplumun genel çıkarlarından bağışık olarak herhangi bir sınıfın çıkarını referans alarak hareket etmesini açıklamak için kullanılmaktadır. Kaynakça Alıntılayan Adıgüzel, Rıza, “Yargının siyasallaşması: Kavramsal bir çerçeve”, DÜHFD, cilt: 27, sayı. 47 (2022). Aksoy, Ö. A. (1995). Atasözleri ve Deyimler Sözlüğü 2 Deyimler Sözlüğü, İstanbul: İnkılâp Kitabevi. Günday, Metin, İdare Hukuku, Ankara, 2011, s. 3

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER