© Yeni Arayış

Türkiye, Yalçınkaya kararına uyacak mı?

Türkiye, Yalçınkaya kararına uyacak mı?

AİHM, bu adli yılın başlarında Yüksel Yalçınkaya’nın başvurusu üzerine kararını açıklamış ve Bylock programı bulunması, Bank Asya’da banka hesabı gibi "terör örgütü üyeliği" suçuna delil kabul edilen hususların tümünü saçmalıktan ibaret bulduğunu açıklamış ve Türkiye’yi Yalçınkaya’ya tazminat ödemeye mahkûm etmişti.Yalçınkaya hakkındaki dava 2 Nisan’da Kayseri Adliyesi’nde yeniden ele alacak. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, bu adli yılın başlarında Yüksel Yalçınkaya’nın başvurusu üzerine kararını açıklamış ve kamuoyunda çokça tartışılan cemaat yargılamalarının bel kemiğini teşkil eden Bylock programı bulunması, Bank Asya’da banka hesabı gibi "terör örgütü üyeliği" suçuna delil kabul edilen hususların tümünü saçmalıktan ibaret bulduğunu açıklamış ve Türkiye’yi Yalçınkaya’ya tazminat ödemeye mahkûm etmişti.  AİHM’in bu kararı, yalnızca ihlal tespiti ve tazminat ödenmesi anlamlarına gelmediği, aynı zamanda AİHM kararları yargılamanın yenilenmesi yolu da açtığı için, Yalçınkaya hakkındaki dava da başa dönmüş oldu. Harika işleyen, en tarafsız ve herkesten bağımsız yargı sistemimiz, Yalçınkaya hakkındaki davayı 2 Nisan’da Kayseri Adliyesi’ndeki bir duruşmayla yeniden ele alacak. Türkiye’nin AİHM kararına uyup uymayacağını, uyarsa nereye kadar uyacağını, hukuk devletimizin kaç santim uzunluğunda olduğunu o duruşmada hep beraber göreceğiz, ancak ondan önce, bu noktaya nasıl gelindiğini hatırlamakta fayda var. AİHM, daha önce verdiği Akgün/Türkiye kararında tutuklama koruma tedbiri bakımından sadece Bylock uygulaması kullanımının, tutuklama anında başvurucu hakkında tutuklama tedbirinin tesisi bakımından makul şüpheye dayanak teşkil etmeyeceğini belirtmiş; bu uygulama kullanılarak gönderilen mesajların içeriğinin, gönderildikleri bağlam ile desteklenmesi gerektiğini, aksi hâlde salt şifreli haberleşme uygulamasının kullanımının tek başına suç eyleminin ispatı açısından yeterli olamayacağının altını çizmişti. Yine AİHM,Taner Kılıç/Türkiye (No.2) kararında Bylock uygulamasının kullanıldığı iddiası dışında geçmişte yasal olan bir yayına abone olunması; kız kardeşinin böyle bir yayından sorumlu kişiyle olan evlilik bağı; çocuklarının, olay zamanında yasal olarak faaliyet gösteren ancak daha sonra OHAL KHK’siyle kapatılan eğitim kuruluşlarında eğitim görmesi gibi hususların, başvurucunun yasadışı bir örgüte mensup olduğunu gösteren belirtiler bütünü olarak kabul edilemeyeceğini, bunların ancak basit ve dolaylı unsurlar olarak değerlendirilebileceği kanaatine ulaşmıştı. AİHM tarafından ele alınan bir başka örnek olan Pişkin/Türkiye başvurusunda ise AİHM, 667 sayılı OHAL KHK’sinin ilgili hükmü uyarınca, iş sözleşmesine dayalı olarak uzman sıfatıyla bir kamu kuruluşunda çalışan başvurucunun görevine ulusal güvenlik açısından tehlike yaratan bir örgütle iltisaklı olduğu değerlendirmesine dayanılarak son verilmesini ihlal kabul etmişti. Bunlardan başka, silahlı terör örgütüne üyelik nedeniyle mahkûmiyet kararlarında, failin örgütün hiyerarşik yapısı içerisinde bilerek ve isteyerek eylemde bulunduğunun ve örgütün amaçlarını benimsediğinin ortaya konulması gerektiğinden, AİHM önceki tarihli Işıkırık/Türkiye kararında TCK m. 220/6 hükmüyle bağlantılı olarak uygulanan TCK m. 314/2 hükmünün, ayrıca Bakır ve Diğerleri/Türkiye ile İmret/Türkiye (No:2) kararlarında da TCK m. 220/7 ile bağlantılı olarak uygulanan TCK m. 314/2 hükmünün ulusal mahkemeler tarafından oldukça geniş şekilde yorumlandığına ve bu nedenle de öngörülemez olduğuna, bu kapsamda sözleşmenin çeşitli hükümlerinin ihlal edildiğine karar vermişti.  Anayasa Mahkemesi, anılan bu kararlardan hemen kısa süreler sonra benzer konularda verdiği kararlarıyla AİHM’in bu görüşlerini tekrar etti ve böylelikle “ben hala ölmedim, yaşıyorum, etkili bir başvuru yoluyum” mesajı vermeye çalıştıysa da Türkiye’yi yöneten derin ve faşist oligarşik yapının öfkesini çekmekten kurtulamadı. AİHM, Türkiye konusunda son dört yılda verdiği hemen hemen bütün kararlarda ya ihlal buldu ya da hükümetin başka bir yol bulmasını önerdi. Bu yollar, o derin yapı tarafından teker teker reddedildi; zira AYM’nin Can Atalay kararına derin yapının istilası altındaki Yargıtay’ın verdiği tepki göz önüne alındığında, devletin başka bir tepki vermesine olanak olmadığı kolaylıkla görülebilir. Bugünlerde devam eden Yargıtay Başkanlığı seçimlerinde yaşanan kapışmada, mevcut Başkan Mehmet Akarca’nın sosyal demokrat ve tarikatçı olmayan üyelerin desteğini aldığı ancak başta Menzil olmak üzere diğer tüm tarikatların desteği ve bir anlamda baskısı altındaki üyelerin Can Atalay kararında son derece "acayip" tepki veren Yargıtay 3.Ceza Dairesi Başkanı adaya yoğunlaştığı yargı çevrelerinde konuşuluyor.  Mahkemeye göre, böylesi geniş bir yorumla sadece Bylock uygulamasının indirilmesi ya da kullanılmasına dayalı neredeyse otomatik bir suçluluk karinesi yaratıyordu ve böylelikle de Yalçınkaya’nın isnat edilen suçtan beraat etmesi imkânsız hâle getirilmişti.

OTOMATİK BİR SUÇLULUK KARİNESİ YARATILIYOR

AİHM, Yalçınkaya kararında ulusal kanunlarda bir fiilin suç olarak düzenlenmesinin yeterli olmadığını, ulusal mahkemelerce bir vakanın ele alınması sırasında ulusal mevzuata uygun bir tutum ortaya konulmasının ve mevzuatın yorumu ile mevzuatın etrafından dolanılmamasının zorunlu olduğunu belirtti. Mahkeme, ayrıca ulusal mahkemelerin Bylock iletişim programı kullanılmasını, mesajların içeriğinden ve mesajlaşılan kişinin kim olduğundan bağışık olarak, bilerek ve isteyerek silahlı terör örgütü üyesi olmakla eş tuttuğu sonucunu çıkarttı; dahası Mahkemeye göre ulusal mahkemeler özel kastın varlığı da dahil olmak üzere suçun gerektirdiği tüm hususları eksiksiz bir şekilde tespit etmemekteydi. Mahkemeye göre, böylesi geniş bir yorumla sadece Bylock uygulamasının indirilmesi ya da kullanılmasına dayalı neredeyse otomatik bir suçluluk karinesi yaratıyordu ve böylelikle de Yalçınkaya’nın isnat edilen suçtan beraat etmesi hemen hemen imkânsız hâle getirilmişti. Mahkeme, olayda suçun sübutu hususunda ulusal hukukun gerektirdiği zorunlu unsurlardan açık bir şekilde ayrılındığı kanaatinde olduğunu da açıkladı. İşin Türkçesi AİHM, böyle delillendirmelerle yapılan şeyin ceza yargılaması değil saçmalamak olduğunu belirtti.  AİHM, kararını her ne kadar Yalçınkaya için verse de, ortada ilke koyan bir karar bulunduğundan, benzer durumda olan herkese uygulanması Anayasa’nın 90.maddesi uyarınca bir zorunluluk olarak karşımıza çıkıyor. Yalçınkaya kararı, benzer durumda olan herkese, benzer delillerle yargılanıp benzer saçmalığa maruz bırakılan her vatandaşa uygulanabilir bir karar; bu açıdan erga omnes (herkesi bağlayan) etki doğuruyor. Bundan başka, benzer durumda bulunan herkes açısından da yargılamanın yenilenmesi nedeni teşkil ediyor. Türkiye’nin önüne dev bir fırsat daha çıkmış durumda, kararı uygularsa milyonlarca Euro tazminat ödemeyecek; aksi halde benzer durumda olan herkes için AİHM’den ihlal çıkacak ve tazminat ödenecek. Son dört yılda, 2016 sonrasında Türkiye’de yapılan yargılamalardan tek birinden bile övgüyle söz eden bir batılıyla karşılaşmadım. AİHM ise hemen her adımda yargının ne kadar siyasi etki altında kaldığını, ceza yargılamasının temel ilkeleriyle asla bağdaşmayacak kararlar verildiğini tekrarlıyor.

AİHM, YARGININ SİYASİ ETKİ ALTINDA KALDIĞINI HEP VURGULUYOR

Bir önemli nokta daha var; benzer durum her ne kadar Yalçınkaya kararında söylenmese de SD kart ya da ankesör iddiaları açısından da uygulanmalı. Zira Türkiye’nin avukatlarının AİHM’de yaptıkları savunmalarda açıkça yalan söyledikleri, Bylock, Bank Asya, sendika üyeliği, SD kart ya da ankesör konularının yan delil teşkil ettiğini, doğrudan bunlara dayanarak kimsenin mahkûm edilmediğini söyledikleri biliniyor. Oysa ki, bu saçmalıkların bir tekinden binlerce mahkumiyet kararı var ve Yargıtay da bunları teker teker onadı. Türkiye bari bu defa ayağına gelen fırsatı tepmese çok iyi olacak. Son dört yılda, 2016 sonrasında Türkiye’de yapılan yargılamalardan tek birinden bile övgüyle söz eden bir batılıyla karşılaşmadım. AİHM ise hemen her adımda yargının ne kadar siyasi etki altında kaldığını, ceza yargılamasının temel ilkeleriyle asla bağdaşmayacak kararlar verildiğini tekrarlıyor. Yalçınkaya kararı gibi kararlarda, "kanunsuz suç ve ceza olmaz" ilkesi gibi ilkelerin ihlal edildiğini belirleyerek, bu sonuçta payı olan hukukçuların, aslında bir türlü hukukçu olamadıklarını, utanmaları gerektiğinin de zımni olarak altını çiziyor. Türkiye, yine bir karar evresinde: inadına hukuksuzluğu uzatabildiği kadar uzatacak ve verilen hasarı mı artıracak, hukuk karşısında pes mi edecek? Bakacağız.  

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER