Tüketim tuzağı: Kural 4 – Daha fazla gizle!
EKONOMİBu vahşi sistemin arkasında yalnızca ekonomi değil, göz yuman yasalar ve sessiz kalan hükümetler var. Markalar için lüksü korumak, insan onurundan daha değerli hale gelmiş durumda. Bağış yapmanın bile "tehlikeli" görüldüğü bir dünyada, şirketlerin gerçek yüzünü tüketiciler sorgulamazsa, bu israf düzeni sonsuza dek devam edecek.
Batılı ülkeler “yenilenmiş ürün” veya “tamir edilebilir malzeme” adı altında gelişmekte olan ülkelere e-atık gönderiyor. Bu atıkların gerçekten geri dönüştürülüp dönüştürülmediğini kontrol eden etkin bir sistem bulunmadığından, zehirli atıklar yasa dışı yollarla satılıyor, gömülüyor veya açıkta yakılıyor.
Tüketim çılgınlığı, vitrinde parlak bir ekran veya şık bir kıyafet etiketiyle başlıyor, ama atıkların gizli yolculuğuyla son buluyor. Seri boyunca tüketicinin bilinçli biçimde yanıltıldığını; ürünlerin ömrünün kısaltıldığını, tamirin imkânsız kılındığını ve satın almanın bir bağımlılığa dönüştürüldüğünü gördük. Ancak tüketim ekonomisinin gerçek günahı, yalnızca ürünlerin değil, vicdanların da yok edilmesi sürecinde gizli. Büyük şirketlerin stok fazlasını bağışlamak yerine yakması, e-atıkları uzak ülkelere "çöp turizmiyle" göndermesi, yalnızca çevreye değil, insanlığa karşı da işlenmiş suçlar! Şimdi bu suçların nasıl sessizce işlendiğine ve faturanın kime çıkarıldığına yakından bakalım.
Batı’nın Çöpü, Doğu’nun Zehri: E-Atık Krizi
Dünya, dijitalleşmenin bedelini ağır ödüyor. 2022 yılında küresel düzeyde rekor kırarak 62 milyon ton elektronik atık üretildi. Bu miktar, sadece 12 yılda yüzde 82 arttı ve mevcut tüketim hızıyla 2030 yılına kadar 82 milyon tona ulaşacağı öngörülüyor. Üstelik bu atıklar sadece hurda elektronik cihazlardan ibaret değil; içerdikleri altın, gümüş ve nadir bulunan değerli elementlerle milyarlarca dolarlık stratejik kaynak da çöpe gidiyor.
Ancak bu atıklar gerçekten "çöpe" mi gidiyor?
Gerçekte bu elektronik atıkların büyük kısmı gelişmiş ülkelerin sınırlarından uzaklaştırılarak, gelişmekte olan ülkelerin topraklarında çevresel ve insani krizler yaratıyor.
Gelişmiş ülkeler, elektronik atıklarını yönetmenin yüksek maliyetlerinden kaçmak için bu çöpleri Afrika ve Asya ülkelerine gönderiyor. Bu bölgelerde, ucuz iş gücü ve yetersiz çevresel denetim nedeniyle atıklar sağlıklı geri dönüşüm yerine, toksik kimyasalların çevreye salındığı ilkel yöntemlerle ayrıştırılıyor. Bu süreçte ağır metaller ve kimyasallar toprak ve suya karışarak, ciddi sağlık sorunlarına neden oluyor.
Gana’nın başkenti Accra yakınlarındaki Agbogbloshie çöplüğü, elektronik atıkların parçalandığı dev bir çöplüğe dönüşmüş durumda. Genç işçiler burada, değerli metaller çıkarmak için e-atıkları yakarak ya da parçalayarak, her gün toksik maddelere maruz kalıyor.
Türkiye, son beş yıldır Avrupa’dan en fazla plastik atık ithal eden ülke konumunda ve bu atıkların arasında yasadışı elektronik bileşenler de bulunuyor. 2023 yılında İngiltere, Almanya, Belçika, İtalya ve Hollanda’dan 456 bin 507 ton plastik atık Türkiye’ye gönderildi. Ancak ithal edilen atıkların büyük bir kısmı geri dönüştürülemiyor ve yasa dışı yollarla depolanıyor. 2020’de Almanya’dan gelen plastik atıkların arasında yasaklı e-atık bileşenleri tespit edildi ve bunların çoğu İzmir Torbalı, Trakya’daki Meriç Nehri kıyıları ve Adana’daki yasa dışı atık sahalarına bırakıldı. Bu bölgelerde açıkta yakılan ve toprağa gömülen atıklar, zehirli kimyasalların su kaynaklarına karışmasına ve hava kirliliğine neden oluyor. Adana’da yapılan saha araştırmaları, plastik atık yakımı sonucu kanserojen dioksin ve furan seviyelerinin rekor düzeye ulaştığını gösteriyor. Seyhan Nehri aracılığıyla Akdeniz’e taşınan bu kirlilik, Mersin Körfezi’ni Türkiye’nin en kirli deniz alanlarından biri haline getirdi. Türkiye’nin havası, toprağı ve suyu, kontrolsüz atık ticaretinin en ağır bedelini ödüyor.
Burberry, Chanel, Louis Vuitton gibi markalar, fazla üretim yaptıkları halde bu ürünleri bağışlamak yerine imha etmeyi tercih ediyor. 2018’de Burberry, 37 milyon dolarlık stok fazlası kıyafeti yaktığını kabul etti. Sebep? Ürünlerin indirimli satılarak "marka değerini" düşürmesini engellemek.
Moda Sektörünün Kirli Sırrı: Stok Fazlası Kıyafetler Nasıl Yok Ediliyor?
Lüks markalar, "özel" ve "erişilmez" kalmak için sapasağlam kıyafetleri sistematik şekilde yok ediyor. Stok fazlasını bağışlamak yerine yakıyor, gömüyor ya da imha ediyorlar. Çünkü yoksulların bu kıyafetlere erişimi, onların yarattığı "lüks" algısını sarsabilir. Bu, yalnızca bir israf değil – bilinçli ve hesaplanmış bir ahlaki çöküş!
Burberry, Chanel, Louis Vuitton gibi markalar, fazla üretim yaptıkları halde bu ürünleri bağışlamak yerine imha etmeyi tercih ediyor. 2018’de Burberry, 37 milyon dolarlık stok fazlası kıyafeti yaktığını kabul etti. Sebep? Ürünlerin indirimli satılarak "marka değerini" düşürmesini engellemek. Bir başka deyişle, bu kıyafetleri ihtiyacı olanlara ulaştırmak yerine kül etmeyi daha "mantıklı" buldular.
H&M, Zara ve diğer hızlı moda devleri de farklı değil.
H&M, sürdürülebilirlik adı altında yeşil pazarlama stratejileri yürütse de, gerçekler çok farklı. Şirket, “Let’s Close the Loop” (Döngüyü Kapat) kampanyasıyla, tüketicilere eski kıyafetlerini geri dönüşüm kutularına bırakmalarını ve bu ürünlerin yeniden kullanılacağını vaat ediyor. Ancak 2023’te İsveçli gazetecilerin yaptığı araştırma, bu sistemin büyük bir aldatmaca olduğunu ortaya çıkardı. H&M’in toplama kutularına Bluetooth takip cihazları yerleştirilen on kıyafet beş ay boyunca izlendi ve hiçbiri şirketin geri dönüşüm merkezlerine ulaşmadı. Bunun yerine Gana ve Benin gibi ülkelerdeki çöp sahalarına gönderildi. Sadece Gana’da bir yıl içinde H&M’e ait 314 bin kilo kıyafet çöpe atıldı.
Bu sistem, atık sömürgeciliği (waste colonialism) olarak adlandırılıyor. Fakir ülkelere gönderilen bu kıyafetler, yerel halk tarafından “Ölü Beyaz Adamların Kıyafetleri” olarak biliniyor, çünkü ancak sahipleri öldüğü için atılmış olabileceği düşünülüyor. Her yıl 92 milyon ton kıyafet çöp sahalarına gidiyor ve bu sahalar zehir saçıyor.
Türkiye’de bu uygulama ne kadar yaygın? Net bir veri yok, çünkü şirketler bu süreçleri sessizce yürütüyor. Ancak sanayi bölgelerinde büyük çaplı kıyafet yakma haberleri basına yansıyor. Moda endüstrisi, Türkiye’nin en büyük sektörlerinden biri olmasına rağmen, stok fazlasının nasıl yönetildiğine dair hiçbir şeffaflık yok.
Bu vahşi sistemin arkasında yalnızca ekonomi değil, göz yuman yasalar ve sessiz kalan hükümetler var. Markalar için lüksü korumak, insan onurundan daha değerli hale gelmiş durumda. Bağış yapmanın bile "tehlikeli" görüldüğü bir dünyada, şirketlerin gerçek yüzünü tüketiciler sorgulamazsa, bu israf düzeni sonsuza dek devam edecek.
Şirketler Nasıl Kaçıyor? Bilgi Asimetrisi ve Yasal Boşluklar
Büyük şirketler sürdürülebilirlik konusunda tüketicilere parlak vaatlerde bulunuyor. “Geri dönüştürüyoruz”, “Bağış yapıyoruz”, “Döngüsel ekonomi yaratıyoruz” gibi sloganlarla çevre dostu bir imaj çiziyorlar. Ancak gerçekte, bu süreçleri denetleyen neredeyse hiçbir mekanizma yok. Şirketlerin atıklarını nasıl yönettiğini kontrol eden bağımsız bir sistem bulunmadığı için, tüketiciye sunulan “yeşil” söylem tamamen bir pazarlama stratejisinden ibaret. Moda sektöründeki lüks markalar bağış yerine yakmayı seçtiklerinde, bunu “enerji geri kazanımı” gibi masumlaştırılmış terimlerle açıklıyorlar. Yani yakılan kıyafetlerin bile çevreye katkı sağladığı algısı yaratılıyor.
Denetim eksikliği sadece moda sektöründe değil, elektronik atık yönetiminde de büyük bir boşluk yaratıyor. Örneğin, Batılı ülkeler “yenilenmiş ürün” veya “tamir edilebilir malzeme” adı altında gelişmekte olan ülkelere e-atık gönderiyor. Bu atıkların gerçekten geri dönüştürülüp dönüştürülmediğini kontrol eden etkin bir sistem bulunmadığından, zehirli atıklar yasa dışı yollarla satılıyor, gömülüyor veya açıkta yakılıyor.
Şirketler için gerçek sürdürülebilirlik pahalı, greenwashing (yeşil yıkama) ise ucuz ve etkili. Tüketici, reklam kampanyaları ve sponsorluklarla kandırılırken, arka planda milyonlarca ton atık yok ediliyor veya gelişmekte olan ülkelere ihraç ediliyor. Sorumluluk almayan şirketler, bilgi asimetrisinden faydalanarak tüketiciyi bilinçli bir şekilde yanılttıkları sürece, bu döngü devam edecek.
Peki, bu sistem nasıl değişebilir? Gerçek sürdürülebilirlik ve hesap verebilirlik için hangi adımlar atılmalı?
Sonuç: Daha Fazla Şeffaflık, Daha Az Aldatmaca
Bu düzeni değiştirmek için şirketler, devletler ve tüketiciler üzerlerine düşeni yapmak zorunda.
* Şirketler, geri dönüşüm ve atık yönetim süreçlerini bağımsız denetime açmalı, atıklarını gizlemek yerine şeffaf bir raporlama sistemi oluşturmalı.
* Devletler, atık ithalatını tamamen yasaklamalı ve yasa dışı sevkiyatları caydırıcı cezalarla engellemeli.Türkiye’nin atık ithalatını birkaç günlüğüne yasaklayıp sonra geri çekmesi gibi politikalar bu sistemin devam etmesine yol açıyor.
* Tüketiciler, şirketlerin yeşil yıkama kampanyalarına kanmamalı, sürdürülebilirlik iddialarını sorgulamalı ve daha az ama bilinçli tüketmeyi benimsemeli.
Gerçek sürdürülebilirlik, sadece “yeşil” etiketler yapıştırmakla değil, üretim ve tüketim alışkanlıklarını kökten değiştirmekle mümkün. Şirketlerin artık “daha fazla gizleyemeyeceği” bir dünya yaratmak bizim elimizde.
Ancak büyük şirketler sadece atıkları gizlemekle mi yetiniyor? Ya medya, reklamlar ve politik süreçler üzerindeki güçleri? Asıl kontrolün kimde olduğunu sorgulamanın zamanı geldi. Bir sonraki ve serinin son yazısında, büyük markaların algıyı nasıl yönlendirdiğini ve tüketiciyi nasıl şekillendirdiğini ele alacağım.
İlginizi Çekebilir