© Yeni Arayış

Trump’un seçim başarısı üzerinden küreselleşme, göç ve kimlik konusunda bazı düşünceler

Anti komünist geçmişi olan ABD’de neredeyse tabu olan sınıf siyasetinin sahneye çıkması aynı zamanda acı dolu uzun bir mücadele sayesinde “Amerikalı” kimliğini kazanabilmiş eski göçmenlerin “milliyetçi” tepkisi olarak da yorumlanabilir.

Amerikan seçimleri ve Trump’ın başarısı son dönemlerde bütün dünyada olduğu gibi bizde de büyük yankı uyandırdı. Orada olan bitenleri, şimdilik, “dış haberlerden” öğreniyoruz. Trump’ın başarı düzeyinin seçim öncesi öngörüleri bile aşması, sadece dünyadaki siyasetçileri değil, aynı zamanda sosyal bilimcileri de uzun süre meşgul edeceğe benziyor. Yapılan yorumları okudukça dikkatimi çeken nokta, Trump karşıtı olması beklenen bazı toplumsal kesimlerin ve kimlik gruplarının, örneğin, kadınların, göçmenlerin, içe kapanmacı ulusalcıların ve Müslümanların; kendini maço, göçmen karşıtı, internet ve inşaat küreselleşmecisi ve “mezhepsiz Hıristiyan” olarak tanımlayan Trump’ı desteklemesinin yarattığı şaşkınlık oldu. Buna Demokratların ilgilenmesi beklenen alt sınıfların kalbini Trump’ın fethetmesinin yarattığı şaşkınlık da diyebiliriz.

Ben bu yazıda, son günlerde hem Trump’ın beklenmedik başarısı hem de Batı Avrupa’daki seçimler sonrasında popülizm ve göçmen düşmanlığının yükselmesi üzerinde duracağım. En sonunda söyleyeceğim şeyi en başta söylersem popülizm ve göçmen düşmanlığının kökeninde küreselleşmenin yarattığı kimlik ve sınıf siyasetindeki yeni gelişmeler olduğunu düşünüyorum. Kuzey ülkeleri yeni teknolojilerin “ak/kara” para ve mal akımının yarattığı yeni dünyanın aynı zamanda insan hareketliliğini arttıracağını öngöremediler.  Yeni nesil küreselleşme döneminde Kuzey ülkeleri, bir taraftan imaj, bilgi, para ve malların özgürce dolaşımını teşvik edici kurallarla, diğer taraftan bölgesel savaşlarla küresel egemenliklerini sürdüreceklerini zannediyorlardı. Ancak, bu gelişmelerin kendi toplumlarını da değiştireceğini ve diğer bölgelerde yaşayan insanları hareketlendireceğini öngöremediler ve Güney’den gelen göçü durdurmak için, hümanist çözümler yerine, zor kullanmayı ve eski usul yöntemlere başvurmayı seçtiler.

Göçmen düşmanlığını destekleyen popülist siyasetçileri güçlendiren bu uygulamaların en önemli sonucu, aydınlar nezdinde “Batı’yı” “uygar Batı” yapan ilkelerin yeniden tartışılmaya başlaması oldu. Son dönemlerde, akademik çevreler, kendi toplumlarında uzun mücadeleler sonucu kazanılan insan hakları konusunu bu kez “yurttaşlar” ve “göçmenler” bağlamında tekrar tartışmaya başladılar. Bu günlerde “piyasacı/ demokrat” Kuzey ülkelerindeki akademik çevrelerin liberalizm, demokrasi, faşizm, sınıf siyaseti, kimlik siyaseti, milliyetçilik gibi kavramları yeniden tartışmaya başlaması kendi başına ilgi çekici gelişme olarak kabul edilebilir. Bu arada Kuzey/Güney ayrımının da, küreselleşme sonrasında yeni kullanılan bir tanım olduğunu belirtmekte yarar var. Bu tanım, bir süredir, bazı akademik çevrelerde, gelişmiş/azgelişmiş, birinci dünya/üçüncü dünya ya da merkez/çevre ayrımlarının yerini almışa benziyor.

Türkiye’de Rusya korkusuyla da karışık anti komünist siyasal ortam nedeniyle, Marxist düşüncenin ve sınıf siyasetinin bırakın kamusal alanda örgütlenmesi, akademik dünyada konuşulması bile uzun yıllar yasaklanmıştı. Sınıf bazlı sendikalar, siyasal partiler hatta sosyal demokrat partiler engellendi.

TÜRKİYE’DE MARXİST DÜŞÜNCE UZUN YILLAR YASAKLANMIŞTI

Sosyal bilimlerin temelini oluşturan kuram ve kavramlar “modern/piyasacı/demokrat” diye adlandırılan toplumlardaki aydınların yıllar süren tartışmaları sonrasında üretilmiş ve akademik çevrelerce yaygınlaştırılmıştır. Türkiye’de de benim de şahit olduğum ve izlediğim 1970 ve sonrası dönemde yapılan akademik çalışmalarda yerel sosyal bilimciler Türkiye’nin nasıl bir toplum olduğu sorusunun cevabını -Marxist olmamak kaydıyla- Kuzey ülkelerinde geliştirilmiş olan kuramlar ve kavramlarla arıyorlardı. Bilindiği üzere, Türkiye’de Rusya korkusuyla da karışık anti komünist siyasal ortam nedeniyle, Marxist düşüncenin ve sınıf siyasetinin bırakın kamusal alanda örgütlenmesi, akademik dünyada konuşulması bile uzun yıllar yasaklanmıştı. Sınıf bazlı sendikalar, siyasal partiler hatta sosyal demokrat partiler engellendi. Yıllar içinde, nihayet Marxism tabu olmaktan çıktı ve “sınıf siyaseti” tartışmaları ve örgütlenmeleri gündeme gelmeye başladı.

Yeni nesil küreselleşmenin Kuzey ülkelerindeki sosyal bilim çevrelerine bir etkisi dünyanın geri kalanıyla ilgilenmeye içe kapanık dünyalarında bir delik açması oldu. Eski ve yeni emperyal devletler, eskiden diğer ülkelerle sadece güvenlik amacıyla ilgilenirdi. Örneğin, ABD ve İngiltere için Güney Amerika, Hindistan, Orta Doğu, Afrika’daki bazı   ülkeler hakkında, bazı konularda, bilgi toplamak önemliydi.

Yeni nesil küreselleşmenin yarattığı denetlenemez gelişmeler, sonunda Kuzey’deki akademik dünyanın   odağını kendi iç dünyalarından dışarıya doğru kaydırmasına neden oldu. Önce diğer “piyasacı/demokrat” toplumlarla ilgili karşılaştırmalı araştırmalar yaptılar. Bu çalışmalar sayesinde, tek tip “piyasacı/demokrat” toplum modelinin olmadığı, her toplumun yapısal, tarihsel ve kültürel özelliklerine bağlı olarak farklı dönemlerde farklı biçimler aldığı ve her birinin özgün yapısı olduğu fark edildi. Dolayısıyla köylülükten çıkışın ve diğer toplumsal değişme süreçlerinin zamanın ve yerin ruhuna bağlı olarak değişebileceği algılandı. Bunun sonucu olarak sosyal bilim dünyasında yeni bilgi üretebilen bir alan olarak  “küreselleşme” literatürü  ortaya çıktı. Bütün bu çalışmalar gerek Kuzey gerekse Güney ülkelerinde yaşanan büyük dönüşümü anlama çabası olarak yorumlanabilir. Bu arayışların bir süre sonra yeni analizlere ve yeni tür siyasi hareketlere ufuk açacağı da açık.

Küreselleşme araştırmaları, yeni üretim modellerinden, yeni teknolojilerle üretilen yeni para birimlerine, ak/kara para, mal ve insan akımlarına kadar hemen her alanda bilgi üreterek genişlemeye başladı. “Düzensiz göç” (irregular migration), “insan kaçakçılığı” (human smuggling) ve “insan ticareti” (human trafficking) gibi kavramlar da göç araştırmacılarının sıkça kullandığı kavramlar olarak gündeme geldi.

“Düzensiz göç” kavramı Kuzey ülkelerinin dış göç siyasetini düzenleyen ulusal kurallara uymayan yeni göç hareketlerini tanımlıyor. Bu yeni dış göç hareketlerinin kuralsız diye adlandırılmasının bir nedeni de, ulusal düzenlemeler kadar, II. Dünya Savaşı sonrasında esas olarak Kuzey ülkelerindeki mülteci hareketlerini düzenlemek için kurulmuş olan Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Kurulu (UNHCR) tarafından belirlenmiş uluslararası düzenlemelere de uygun olmayışıdır. 

“İnsan kaçakçılığı” ve “insan ticareti” ise bu yeni tür göç hareketlerini illegal yollarla para kazanmak amacıyla düzenleyen grupları tanımlayan kavramlar. İnsan kaçakçılığı göç etmek isteyen insanların para karşılığı göç etmelerini sağlayan grupları tanımlıyor. Bu konuda Türkiye’de ilk araştırmayı Ahmet İçduygu yapmıştı. İnsan ticareti ise daha çok kadınların iş bulma vaadiyle kandırılarak göç ettirilmesi ve zorla illegal olarak fuhuş ya da eğlence gibi sektörlerde çalıştırılması anlamına geliyor. Bu konuda Türkiye’deki ilk araştırmayı da Sevgili akıldaşım Selmin Kaşka ile birlikte yapmıştık. Bu çok iç acıtıcı insanlık dışı dramların araştırılması ve öğrenilmesinin bizleri ve  yerel akademi dünyasını ve hatta  sanat  dünyasını da çok sarstı. Bu arada, Hakan Günday’ın bu konuda yazdığı etkileyici “Daha” adlı romanı özellikle hatırlatmak isterim.

“Kimlik siyaseti”, adı yeni konulmuş olsa da aslında, “sınıf siyasetine” göre çok eski geçmişi olan toplumu yönetme biçimi. Geçmişten bugüne baktığımızda kimlik tanımının ve siyasetinin içeriğinin, sosyal değişme dinamiklerine bağlı olarak, nitelik değiştirdiğini de gözlemliyoruz. Bu siyaset, geleneksel toplumlarda, doğuşla edinilen etnik/dinsel aidiyete dayanan cemaatlerin güç savaşı ve kazanan cemaatlerin elitinin geri kalan cemaatleri “otoriter” güçle yönetmesi anlamına gelmekteydi. Bu durumun bir versiyonunu halen Türkiye’de yaşıyoruz. Buna karşılık “modern/piyasacı/demokrat” toplumlarda ise “kimlik siyaseti” bireylerin kendi iradeleriyle seçerek ve isteyerek mensup oldukları kimlik gruplarının ya da sivil toplumun “demokratik” siyasete katılımı anlamına gelmektedir. Hemen her toplumun geçmişinde ve bugününde hem geleneksel hem de modern anlamda kimlik siyasetinin izleri vardır. Şimdi, burada bugünkü kitlesel göçün Kuzey ülkelerinde ve Türkiye’de “kimlik siyasetine” ve “sınıf siyasetine” nasıl etki yaptığı ile ilgili gözlemlerimi kısaca aktarmak istiyorum.

Trump’ın göçmen karşıtlığının eski göçmenlerden oy almasını sağlamasında birden çok neden olabilir, ben burada konuyu göçle sınırlayacağım. ABD’nin geçmişinin dış göçe dayandığını ve göçmen grupları arasında, geldikleri döneme ve mensup oldukları etnik/dini gruba göre oluşan, hiyerarşinin burada çok güçlü bir etnikçi siyaset geleneğini oluşturduğunu biliyoruz. Hatta bu nedenle Weber, ABD’yi “statü toplumu” diye tanımlayarak, Batı Avrupa’daki sınıf toplumlarından farkına işaret etmişti. Kimlikçi siyasetin en güçlü ve köklü grubunun “Beyaz/Anglosakson/Protestan” (WASP) elit olduğu ve diğer göçmen gruplarının iş ve konut piyasasında mensup olduğu kökene bağlı olarak toplumdaki hiyerarşi içinde konumlandıklarını da biliyoruz. Bu nedenle son seçimler sonrasında yaşananları bazı muhalif yorumcuların “kimlik siyasetinin” sonunun geldiği ve artık “sınıf siyaseti” yapılması gerektiğini vurgulamaları ilgi çekici bir gelişme olarak yorumlandı. Anti komünist geçmişi olan ABD’de neredeyse tabu olan sınıf siyasetinin sahneye çıkması aynı zamanda acı dolu uzun bir mücadele sayesinde “Amerikalı” kimliğini kazanabilmiş eski göçmenlerin “milliyetçi” tepkisi olarak da yorumlanabilir.

Diğer taraftan, faşizm korkusunun yıllarca heyula gibi dolaştığı Batı Avrupa’da sınıf siyaseti her zaman etkili olagelmişti. Küreselleşme ve kitlesel göçün burada sınıf siyasetini zayıflatıp popülist ve göçmen karşıtı eski tür etnikçi/milliyetçi kimlik siyaseti biçimini güçlendirmesi de ilgi çekici bir gelişme olarak yorumlandı. Batı Avrupa’da kabul gören sınıf siyaseti ve sivil toplumcu kimlik siyaseti neredeyse kendini “yurttaş” olarak gören herkese insan haklarının uygulanmasını sağlamıştı. Batı Avrupa’daki yönetimleri zorlayan insan hakları savunan hareketler geleneksel kimlik aidiyetlerinin cemaatten bireysele, kamusal alandan özel alana çekilebilmesini büyük ölçüde sağlamıştı. Bu sayede, Batı Avrupa, “piyasacı/demokrat” toplumların “uygar” örneği olarak görüldü ve Güney ülkelerinde demokrasi arayanların ütopik bir varış noktası olarak belirmesine neden oldu. Ta ki yurttaş olamayacak olan yeni göçmenler sahneye çıkana kadar. 

Küresel kitlesel göç açısından Türkiye’nin konumunu Batı Avrupa’daki “uygar yaşama”, farklı nedenlerle ulaşmak isteyen göçmenlerin “bekleme odası” olarak tanımlayabiliriz. Batı Avrupa’nın sınırdaşı olan Türkiye ile Yunanistan’a verilen görev esas olarak sınır bekçiliğine benzetilebilir.

SINIR BEKÇİLİĞİ

Türkiye’nin geçmişinde, özellikle zorunlu dış göçlerin önemli olduğunu ve toplumsal ilişkilerde, “Türk/İslam” olması kaydıyla, farklı etnik kökene ya da inanca sahip cemaatlerin etkili rol oynadığını biliyoruz. Bu etnikçi ve milliyetçi siyasal ortamı doğal bir ortammış gibi yıllardır teneffüs ediyoruz. Bugüne baktığımızda, “sınıf siyaseti” yasak olmaktan çıkmış ve geleneksel cemaat yapıları çözülmüş olsa da, yerel ve ulusal siyasete, deyim yerindeyse, “deforme olmuş cemaat benzeri yapıların” egemen olduğunu biliyoruz. Diğer taraftan, köylülükten çıkış süreci sonrasında yeni yeni sınıf siyasetini talep eden hareketler ve bireysel seçime dayanan “kimlik siyasetinin” yeni versiyonları da kamusal alanda kendini göstermeye başladı. “Kadın hakları”, “eşit yurttaşlık hakları” ve “kültürel haklar” gibi yeni arayışların başarı kazanmasıyla birlikte bazı dini cemaatlerin meşruiyet kazanmak için kendilerini “sivil toplum” gibi kabul ettirmeye çalıştıklarını dahi görmeye başladık. Ancak, bütün bunlara karşın, otoriter popülizm eski tür kimlik siyasetini umarsızca sürdürmeye devam ediyor. Sonuçta, enformel ekonominin güçlendirdiği kesimlerin desteği ile “doğrudan vergiyi sevmeyen piyasacılık” yaygın kabul görmüş olsa da, ister liberal olsun ister sosyal olsun “demokrasi” arada bir gökyüzünde beliren UFO’lar gibi, çok uzaktan, kimine korku, kimine umut vermeye devam ediyor.

Küresel kitlesel göç açısından Türkiye’nin konumunu Batı Avrupa’daki “uygar yaşama”, farklı nedenlerle ulaşmak isteyen göçmenlerin “bekleme odası” olarak tanımlayabiliriz. Batı Avrupa’nın sınırdaşı olan Türkiye ile Yunanistan’a verilen görev esas olarak sınır bekçiliğine benzetilebilir. Bu görevi Avrupa’daki “düzensiz” göçmen korkusunun ürettiği acımasız göç politikasının bir sonucu olarak ifade edebiliriz. İnsan kaçakçılarını daha da zenginleştiren bu görevin göçmenler için anlamı Ege Denizi’inde ölümcül seyahate başlayacakları günü beklemek, bu seyahatin sonucu ise en iyi ihtimalle Yunan adalarındaki toplama kampı benzeri yerlere ulaşabilmek oluyor. Göçmenlerin her şeye rağmen isteyerek katlandıkları bu ölümcül seyahatin iki ülke arasındaki ilişkileri sürekli olarak zedelediği de açık.

Diğer taraftan “uygar” Batı Avrupa, bu iki ülkeye aktardığı fonlarla bu gayri insani siyasetin yükünü tazmin ettiğini zannediyor. Bu fonların Yunanistan’ı nasıl etkilediğini bilmiyorum. Ama Türkiye’ye özellikle Suriyeli göçmenler için verilen fonların akademiye yansıyan yönünün bir çok genç araştırmacıyı formatı belirlenmiş ve ne anlama geldiği bilinmeyen “entegrasyon” araştırmalarıyla meşgul etmek olduğunu biliyorum. Çeşitli nedenlerle burada kalmak zorunda olan göçmenlerin kaderini ise Türkiye’deki yönetimin uyguladığı “Türkçü/İslamcı” kriterlere göre değişen etnik/dinsel ayrımcılık belirliyor. Açıkça ifade edilmeyen bu kimlikçi göç politikasına göre göçmenler “etnik/dinsel” kökenine ve “performanslarına” bakılarak bazıları “misafir, bazıları “yurttaş olabilecek olanlar” bazıları ise “yurttaş olamayacak olanlar” olarak tanımlanarak farklı muamele görüyor.

Ancak, Türkiye’nin yeni kitlesel göçe etnosantrik olmak kaydıyla tolerans göstermesi karşılığında Avrupa’dan aldığı mali, moral ve politik destek bir taraftan otoriter popülizme can suyu veriyor, diğer taraftan “demokrasi ve insan hakları” beklentisi olanların umudunu yitirmesine ve hatta onların da “uygar” ülkelere gitme hayali kurmaya başlamasına neden oluyor.

Burada biraz da bu kavramlarla ilk tanıştığım dönemlerle ilgili bir iki anımı anlatarak bu konuya son vermek istiyorum. Bir özel üniversitede uluslararası göç dersini seçimlik olarak veriyordum. Derse ilginin fazlalığını ilk derste bir öğrencimin bana yönelttiği “Hocam Amerika’ya nasıl göç edilir?” sorusuyla anladım. Onu Amerikan Konsolosluğuna yönlendirdim. Aslında varsıl ailelerin çocukları olan bu öğrencilerin bir kısmı oralara gitmeyi yoksulluktan değil, medyanın, filmlerin, dinledikleri müziğin etkisiyle istedikleri yaşamı bulmak için gitmek istiyorlardı. Bu konudaki bir başka örneği yıllar sonra, 2019 yılında “Türkiye’den Gitmek” adlı kitabın yazarı Gökhan Kutluer’le bir gazetede yapılan söyleşi vesilesiyle öğrendim. O da aynı özel üniversitede benden aynı dersi almış. Hiç hatırlamıyorum bu derste öğrencilere sorduğum ilk soru şuymuş “Sizce bir birey başına ne gelirse doğduğu, büyüdüğü, arkadaş edindiği, dilini konuştuğu ve her köşesini bildiği ülkesini bırakma noktasına gelir?”.  Bisikletle seyahat etme meraklısı olan bu genç o yıllarda bunu başararak Avrupa’yı gezmiş ve kendisine en uygun gördüğü İtalya’da bir süre yaşayabilmiş.

Sözün özü, Türkiye’ye gelen yeni göçmen dalgasının bir kesiminin, savaştan kaçanlar olduğunu ama bir kesiminin, örneğin İran’dan gelenlerin, iletişim teknolojisinin yeni araçlarıyla tanıdıkları “özgür yaşam” arayışı olduğunu da söyleyebiliriz. Suriye’den gelenlerin ne kadarının burada kaldığını, ne kadarının geri döndüğünü, ne kadarının başka ülkelere gitmek için “kaçakçılarla” zorlu yolculuğu seçtiğini de bilmiyoruz. Ama popülizmin gittikçe otoriterleştiği Türkiye’de de, bu yeni göç dalgaları bir taraftan göçmen karşıtı hareketleri, etnikçiliği ve milliyetçiliği arttırken, diğer taraftan Türkiye’de sıradan, keyifli “özgür yaşam” arayışında olan yeni orta sınıfların da göç etme isteğini arttırdığı açık.

Burada yeni küreselleşmenin etkisinin her toplumda yerel koşullara bağlı olarak farklı olduğunu kısaca anlatmak istedim. Bu bağlamda küreselleşmenin bir başka önemli sonucunun da özgür yaşam isteyenlerin hayatına, yeni iletişim teknolojileri sayesinde, yeni küresel “sivil” hareketlerin girmiş olmasıdır. Bu hareketler, hem “anti-demokratik” ortamdan zarar görenlerin seslerini duyurmakta hem de insan hakları arayışının “etnosantrik” olmaktan çıkmasına yardımcı olmaktadır. Nitekim dünyanın hemen her yerinde güçlenen insan hakları fikrini yeni küresel “sınıf”, “kadın”, “çevre”, “barış” gibi yeni kitlesel hareketlerine Türkiye’den de katılanların artması umudu sürdürmemize yardımcı oluyor

 

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER