Trump’a bakıp Türkiye’yi görmek
DIŞ POLİTİKASiyaset Bilimci Hasan Bülent Kahraman Trump’un göz göre göre geliyorum diyen zaferini, onun kişisel özelliklerden ABD’de yaşanan toplumsal dönüşüme kadar farklı açılardan ele alıyor.
I
Siyaset bilimcilerin ciddi bir çıkmazı vardır. Kuramsal ve analitik düzeyde söyledikleri politik bir pozisyon olarak görülüyor. Her analizin ve değerlendirmenin ideolojik ve sübjektif boyutunu inkara yeltenecek bir siyaset bilimcinin bulunduğu kanısında değilim. Siyaset bilimci siyasetçi değildir. Tercihleri olan insandır. Kabul edilir veya edilmez ama görüşlerinin o çerçevede ele alınması gerekir. Hele aykırı ve kendi doğal referans grubunun dışına çıkarak söyledikleri için bu sav ve yorum büsbütün geçerlidir.
Bunca sözü Trump’ın seçilmesinin Türkiye’de ve elbette daha önemlisi ABD’de siyaset bilimciler zarfında yarattığı muazzam çelişkileri düşünerek ettim. Beyaz, yüksek gelir diliminde, iyi eğitimli, kendi içine kapalı, narsisistik, dünyaya metelik vermeyen çevreler baştan beri Trump’a karşıydı. O karşıtlık içinde, şu son seçimlerden sonra dahi ‘Trump nasıl kazandı’ sorusuna cevap arayan çevreler, sanki Trump’ın kazanmasını sağlamışlar veya istemişler gibi lanetleniyor. Bu yaklaşım, benim bildiğim, analitik düşünceyi yere göğe koyamayan ve ‘hakikat’i her şeyden üstün tutan Amerikan metodolojisiyle uzaktan yakından ilgisi olmayan bir yaklaşım. Fakat gerçek ve geçerli. Oysa çok iyi biliyorum, aralarında tanıdıklarım var, o bilim insanlarının Trump’la hiçbir ilişkisi yok, olmadığı gibi Trump yönetiminden çeşitli nedenlerle zarar görecek insanlar.
Ne yazık ki, içinde yaşadığımız dünyanın ‘cancel culture’ı, ‘woke’ kültürü, ‘engelleme’ yeteneği (!) bu soruna yol açıyor. Buna rağmen kervan yürüyor. Yürümeli de. Türkiye’de de aynen görülen ve kimsenin kimseyi dinlemediği ve hakikati aramanın değil, karşıdakinin sadece kendi bildiğini ve inandığını duymak istediği, onun dışındaki her şeye kulağını tıkadığı bir ortamda bazıları gerçek dışı her türden safsataya sırtını dönerek bildiğini okumaya devam ediyor. Tabiidir ki, onlar kazanacak.
Gerçek o kadar bu vahim ilişki etrafında cereyan ediyor ki, bahsettiğim anti-Trump çevrenin yaptığı tüm yayınlarda Trump’la Harris arasındaki oy farkının son gün dahi, %1’in altında olduğu yazıldı. Yazılmakla kalmadı. O görüşün propagandası yapıldı. O görüşle kitleler yanıltılmak istendi. Aklın ve mantığın kabul edeceği bir durum değildi. Gören göz ve bir parça Amerika’yı izleyen herkes Trump’ın ağır bir zafere doğru ilerlediğini görüyordu. (Bu durumu bir yıldır savunan Doç. Dr. Hamid Akın Ünver’i burada anmalıyım.) Yine de Trump’la Harris’in ‘boğaz boğaza’ bir mücadele içinde olduğu, Başkanlığı kazansa da Senato ve Kongreyi kazanamayacağı söyleniyordu. Nerede söyleniyordu? CNN International’da, New York Times’da ve ilgili, bağlantılı mecralarda. Seçim gecesi CNN sunucularının çehresi ve sürekli olarak Harris’in kazandığı yerleri duyurması yeterince çarpıcı ve üzücü değil mi? Neticede gerçek-dışı (post-truth) bir dünyada yaşadığımızın bu kadar da kanıtlanması gerekmiyor. Dünyaya ölçme tekniklerini öğretmiş ve ölçenin yanılmamasının esas olduğu bir ülkede yaşanan bu ‘sekter’ tutumun başımıza daha ne felaketler getireceğini düşünmek doğrusu beni ürkütüyor.
Herkes birbirine ‘engellemekle’ meşgulken, tek beslenme kaynağı NY Times veya CNN International olan kitleler de kendi aralarında bir gated community yaratarak sadece kendi söylediklerini dinliyor, kendi söylediklerine de sonuna kadar inanıyor. Netice ortada.
Öyle ama bir nedeni var bu saplantının. 1990’larda ‘gated communities’ diye bir kavramla karşılaştık. Sadece Amerika’da değil artık her ülkede görülen ve niteliklerini yukarıda izah ettiğim ‘Beyazlar’ kendilerini toplumun geri kalan kısmından yüksek duvarlarla ve kapılarla (gate) ayırıyor, içine kapalı bir cemaat (community) oluşturup, toksik bir ortam yaratıp, homojen bir kültürün ve yaşama kültürünün içinde birbirini zehirliyordu. Şimdi bu durum medyaya yayıldı. Sosyal medyada haydi haydi geçerli. Herkes birbirine ‘engellemekle’ meşgulken, tek beslenme kaynağı NY Times veya CNN International olan kitleler de kendi aralarında bir gated community yaratarak sadece kendi söylediklerini dinliyor, kendi söylediklerine de sonuna kadar inanıyor. Netice ortada.
Bu saptamalardan ve kayd-ı ihtirazilerden (‘rezervasyon’dan) sonra son çarpıcı gelişme etrafında yorumlarımı yazayım.
Toplumsal açılım anlamına gelecek hemen her konuya Trump karşıydı ve o nedenle de onca varsıl bir insan olarak en fakirlerin ‘bizden biri (!)’ dediği kişiye dönüşmüştü. Hiç katılmadığım ve hayli riskli bulduğum seçim ve propaganda metodunun doğruluğunu seçim sonuçları kanıtladı.
II
Trump’ın kazanması yukarıda tanımladığım çevreyi, devletle bütünleşmiş ve onu dilediği gibi yönlendiren, o arada her türden kire batmış çevreyi, ciddi şekilde ürkütüyordu. Trump dünyanın en temiz, en ahlaklı, en dürüst ve doğru insanı değildi. Amerika’nın en zengin insanlarından biri olarak sistem dışı olduğunu düşünmek de olanaksız. Ama siyaset bir algı yaratma sanatıdır aynı zamanda ve maalesef. İçinde yaşadığımız dünya da o ‘algı’ denen olguya haddinden fazla duyarlı bir dünya.
Trump, muhtemelen kampanyasını yürüten Susie Wiles’ın dehasıyla karşısındaki çevrenin büyük sosyolojiler üstünde nasıl bir menfi tesir yarattığını baştan görmüştü ve özünde muhafazakâr olan o büyük sosyolojinin yani geniş Amerikan toplumunun kendisiyle özdeşleşmesini sağlıyordu. Özünde tutucu olan o büyük sosyoloji 21. Yüzyılın getirdiği açılımların tedirginliğini Trump’la aşmak istiyordu. Toplumsal açılım anlamına gelecek hemen her konuya Trump karşıydı ve o nedenle de onca varsıl bir insan olarak en fakirlerin ‘bizden biri (!)’ dediği kişiye dönüşmüştü. Hiç katılmadığım ve hayli riskli bulduğum seçim ve propaganda metodunun doğruluğunu seçim sonuçları kanıtladı. Şimdi Amerika yeni bir iç çelişkisine sürüklenecek ama, Trump gerçeği de hiçbir kılıfa girmeyecek bir minare olarak ortada duruyor.
2024 seçimlerine varıldığında ortada Amerika ve seçmen bakımından çok ciddi bir çelişki söz konusuydu. 2016’da Trump ‘yanlış kişi’ olarak nitelendiriliyordu ama, tanınmayan, bilinmeyen, sadece popüler kültürle ilgili yanları öne çıkarılan, ne yapacağı kestirilemeyen o Trump seçilmişti. Biden’ın Beyaz Saray’a oturması eğrinin doğrultulması olarak görüldü.
II
Amerika’nın iç politikasını yakından takip eden kesimler için Trump’un mevcudiyeti baştan beri ‘netameli’ydi. 2000’li yılların başında Amerikan siyasetinin daha doğrusu devletinin yönetimini ele geçirmiş Trump karşıtı çevre, yani şu Clinton’lar, Obama’lar, Pelosi’ler tam bir ‘cunta’ oluşturmuş, bildiğini okumaktayken, Trump gibi bir ‘aykırı’ (‘underdog’ diyelim) görünen, o çevreye ve bürokrasiye diklenen, kısacası o kümeden olmayan bir kişinin ortaya çıkması ve o kurulu düzeni (‘establishment’ diyelim) hiçe sayması olacak şey değildi. 2016 seçimlerinde o kesim Trump’ın kaybetmesi için her türden yolu denedi ve bilhassa 300 bin fazla oyu Hillary Clinton’a ‘sağladı’. Ama ‘electoral college’ denen delege sistemini aşamadı ve Trump, Beyaz Saray’a yerleşti. Yerleşti de ne oldu? Pek bir şey yapamadı Trump. Hele kovit denen fakat ne olduğunu bilmediğimiz o garip dönem gelip çattıktan sonra Trump büsbütün pasifize oldu ve siyasetini tümden tüme vurguladığım çelişkiyi yani toplumsal kutuplaşmayı derinleştirmeye yöneltti. Sadece Kongrede meydana gelen baskın olayları bile neyin peşinde olduğunu göstermeye yeter.
2024 seçimlerine varıldığında ortada Amerika ve seçmen bakımından çok ciddi bir çelişki söz konusuydu. 2016’da Trump ‘yanlış kişi’ olarak nitelendiriliyordu ama, tanınmayan, bilinmeyen, sadece popüler kültürle ilgili yanları öne çıkarılan, ne yapacağı kestirilemeyen o Trump seçilmişti. Biden’ın Beyaz Saray’a oturması eğrinin doğrultulması olarak görüldü. Şimdi çok çarpıcı bir durum var. 2016’daki ‘meçhul’ ve ‘sorunlu’ kişiye mukabil, 2016-2020 arasında Başkanlık yapmış, 2020’de seçimi yitirince Amerika’ya onca felaket yaşatmış, geçen sürede direnmiş, kendi doğrusunu savunmuş kişiyi Amerika bile-isteye seçti. Bu durum başlı başına bir gerçektir ve öyle genel geçer argümanlarla değil çok büyük bir ciddiyetle ele alınmayı gerektirir. Amerika’nın Trump yönünde verdiği bu yer kayması şeklindeki çok bilinçli karar yeni toplumun niteliğini, yapısını göstermesi bakımından hayatidir.
İşte o aşamada Trump’ın seçilmesini sağlayan belli noktaları vurgulamak istiyorum.
Sistemin inandırıcılığını yitirmesinde az önce belirttiğim nefret kültürünü doğuran narsisistik kültürün muazzam bir etkisi var. Pelosi, daha geçenlerde verdiği bir mülakata ‘toplum adına, Amerika için çok üzgünüm’ diyerek başlıyordu. Bu muhakeme, halkın sürekli yanlış yaptığını, aldandığını düşünmek başlı başına bir çıkmazdır.
III
1. Hiçbir toplum bugün dünyanın her yerinde sürdürülen negatif oy anlayışıyla sonuna kadar devam edemez. Le Pen gelmesin diye Macron’u, Trump gelmesin diye Biden’ı, Erdoğan gelmesin diye CHP’yi toplumlar bir kere seçer. O davranışı bir daha yinelemez. Siyaset ‘yapabilmek’ işidir. Yapamayacağını bile bile ama diğer adayı engellemek için siyasal davranış gösteren parti ve çevreler o bedeli çok ağır bir şekilde öder. Hiçbir şey yapamayan, sadece muhalefete eden Beyazlar bu yöntemi ancak bir bilemediniz iki defa uygular. Sonra toplum çoğunluğu bildiğini yapar ve özünde ‘nefret kültürü’ne dayalı o tepkiyi aşar. (Evet, tüm o ‘woke’, ‘cancel’ kültürleri özünde nefret kültürüdür ve Beyazlara ait bir anlayıştır.)
Negatif siyasetle iş başına gelen Biden ve katiyen o işlerin erbabı olmayan Harris şimdi o bedeli ödüyor, Amerikan seçmeni inandırıcılığını yitirmiş bir iktidarı, tıpkı 2002 ve 2007’de AKP’yi ağır bir çoğunlukla iktidara getirmesine benzer şekilde, hakkındaki tüm popüler, hukuki ve siyasi iddiaları hiçe sayarak Trump’ı yeniden seçiyor. Bu bal gibi Trump’ın kazandığı bir seçimdir. Demokratlar kaybettiği için Trump kazanmış değildir.
2. Sistemin inandırıcılığını yitirmesinde az önce belirttiğim nefret kültürünü doğuran narsisistik kültürün muazzam bir etkisi var. Pelosi, daha geçenlerde verdiği bir mülakata ‘toplum adına, Amerika için çok üzgünüm’ diyerek başlıyordu. Bu muhakeme, halkın sürekli yanlış yaptığını, aldandığını düşünmek başlı başına bir çıkmazdır. Bu çerçevede ne Tocqueville’in ‘çoğunluk diktatoryası’ ne ‘rekabetçi otoriterlik’ ne ‘kitlelerin aldanması’ tezleri işler. Biden gibi bütün melekelerini yitirmiş birisinin bir gecede ‘odunu koysam kazanır’ mantığıyla Harris’i seçmesi, onun da Walzer gibi Beyaz Saray gömleğinin birkaç beden büyük geldiği besbelli bir kişiyi yardımcı olarak belirlemesi kendi kimlik kökeninden gelenler karşısında bile hayal kırıklığı ve tepki doğurmuştur. Trump, başka hiçbir nedenle olmasa bile bu nedenle seçilmiştir. Hele Obama ve Clinton ailesinin elde kova yangını söndürmeye çalışmasındaki tuhaflık tepki dalgasını daha da kabartmıştır.
3. Trump, hem de hiç beklenmedik şekilde hem de 2002-2007 AKP koalisyonuna çok benzer şekilde büyük bir koalisyon inşa ederek iktidara yürüdü. Koalisyonun, son zamanların moda terimiyle, bileşenlerine bakmak hem zorunlu hem çok açıklayıcı.
Bu koalisyonun ilk katmanını hiç kuşku yok ki, içinde yaşadığımız dünyanın, yukarıda değindiğim için fazla derinleştirmeyeceğim yeni oluşumlarına, açılımlarına tepki gösteren klasik tutucu çevreler hazırlıyor. Amerikan taşrasının tutuculuğunu tartışmak anlamsız. Git gide artan bir şiddette gelişen yeni mikro sosyolojiler, var oluşunu kimlik politikası içinde tayin eden çevreler, LGBT hareketi, pozitif ayrımcılık gibi konular, kendi lehlerine olan çevrelerde dahi önyargılar ve ön-algılar nedeniyle tepki topluyor. Trump koalisyonunun bu kesimi onu, Trump’ı kesinkes tutucu bir siyasete sürüklüyor.
Burada aynı doğrultudaki bir başka hususu daha vurgulayayım. 2000’lerden beri hatta daha öncesinden başlayarak devam eden siyasi doğruluk (political correctness) kazandığı yüksek momentum nedeniyle büyük kitleleri rahatsız ediyor. Bu bir gerçektir. Sadece Fransa’da sanatçıların Gérard Depardieu konusundaki tepkisi bile söylediklerimin kanıtıdır. Özünde doğru ve savunmasız, ezilen, baskı altındaki, susturulmuş kesimler için korumacı olan bu politika zamanla bambaşka bir çizgiye erişmiştir. O doğrultuda gösterilen tepki kitlelerin muhafazakârlığını tetikliyor. Baştan beri Beyazlar bağlamında belirttiğim yeni toplumsal kültür halk nezdinde bu anlayışla özdeşleştirilmiştir ve şimdi büyük bir tepkiyle karşılanmaktadır.
İki büyük savaş Biden yönetiminin belini kırmıştır. Ukrayna-Rusya savaşını yönetmemesi ve Avrupa’nın varını yoğunu o savaşta yitirmesi bir yanda, Filistin/Gazze-İsrail savaşı diğer yanda Biden yönetiminin çaresizliğini büyüttükçe büyüttü.
4. Bir diğer koşul, kitlelerin yukarıda belirttiğim kovit döneminin getirdiği uyum sorunlarıyla boğuşan çevrelerin, ekonomik beklentileriyle ve bulamadıklarıyla bütünleşen tepkisidir. Ağustos ayında gittiğim ve yakından izlediğim New York eğer o haldeyse büyük, geniş Amerikan taşrasını düşünmek bile istemiyorum. Kaldı ki, Amerika’nın %80’i Doğuda, ancak %20’si Batıda yaşar. Batıda yaşayan kitlenin büyük kısmı da Kaliforniya’da, Washighton, Seattle’da ve San Francisco’dadır. Böyle bir Amerika’da söylenenlerin ve tartışılanların ötesinde doğudaki kitleyi kaybeden bir siyasetin ayakta kalması olanaksızdır. Trump seçimi bu gerçeği kanıtlıyor. Amerika, tek bir kuruşun bile değerini bilen püriten kültürden geldiğinden ekonomiye olağanüstü derecede duyarlıdır. Ekonomik açıdan toplumu güçlendiremeyen yönetimler ayakta kalamaz. Tüm iyileştirmelere rağmen Biden yönetimi beklentiyi cevaplayamadığı için iktidarını şimdi teslim ediyor.
5. İki büyük savaş Biden yönetiminin belini kırmıştır. Ukrayna-Rusya savaşını yönetmemesi ve Avrupa’nın varını yoğunu o savaşta yitirmesi bir yanda, Filistin/Gazze-İsrail savaşı diğer yanda Biden yönetiminin çaresizliğini büyüttükçe büyüttü. Filistin’in yaşadığı görülmemiş yıkıma karşı toplumda oluşan tepkinin, akıl hayal almaz bir şekilde, liberal tüm özgürlükleri bastırarak ezilmesi karşısında toplumdaki entelektüel çevrelerin ve orta kesimin tepkisinden daha doğal ne olabilirdi? Öyle cereyan etti olaylar. Kampüslerdeki gösterilerden sonra rektörlerin görevden el çektirilmesi, sorgulanması, bunların Demokratların yönetiminde cereyan etmesi o siyasetin yaşadığı inandırıcılık krizini had noktaya taşıdı. Yahudi lobilerinin baskısı toplumda, bilhassa kıtanın doğusunda beklenen tepkiyi doğurarak Biden yönetimine bu hazin yenilgiyi hazırladı.
6. Bir bileşen daha var ki, bence en önemlisidir. Trump, Elon Musk gibi, Kennedy gibi, Vence gibi, Peter Thiel gibi yüksek teknoloji ve finans kapital dünyasının en önünde koşanlarıyla kabine oluşturdu. Bu kişiler kendi alanlarının en seçkinleri. Başka bir açıdan bakınca onları içinde yaşadığımız dünyanın çıkmazlarını oluşturan kişiler diye görmek gerekir ki, doğrusu odur. Ama netice itibariyle sağ-muhafazakâr bir siyasetten söz ediyoruz. Kapitalist dünyanın özellikle Amerika’da ‘rüya gördürmek’ gibi bir ‘sorumluluğu’ var ki, bu isimlerin en büyük özelliği odur. Demokratların asla bu kalibrede olmayan insanları, bir yandan o işlevi yerine getirirken bir yandan da güdümlemeye ve kontrole dayalı, içe dönük, git gide daha fazla baskıcı olan bir rejimi kurgulamakla meşgul. Gelin görün ki, Amerika’nın ortalama orta sınıf seçmeni işin bu yanıyla değil, diğer kısmıyla ilgili. Musk’ı yanına almış bir yönetimin teatral etkisi almamış çevrenin daha doğrucu yapısını misliyle aşıyor bugünün dünyasında.
Siyaset son tahlilde barışçıl ve pozitif olmak zorunda. Kötülenen, küçümsenen, dışlanan ve her türden diyalogdan uzakta tutulan Trump bu atıflarla seçimde öne geçti. Bunca dışlamanın yaratıldığı ortamda suçlama zamanla bir mitolojiye dönüşüyor.
7. Koalisyonun diğer payandasını Kamala Harris’in ‘renkli’ bir kimliğe sahip olmasına mukabil Amerikan alt sınıflarındaki ‘renkli’ insanlar oluşturuyor. Latin Amerika kökenliler, Hispanikler hatta Siyah Amerikalılar Trump’ı destekledi. Üstünde düşünülmesi gereken çok ciddi bir boyut bu. Belli bir kesim nasıl olur diye soruyor. Cevap ortada: kimlik siyasetinin bunca hâkim olduğu bir ortamda siyasetin ikincil zannettiğimiz özellikleri, bilhassa algı/etki boyutu kişinin köken meselelerini aşmasına yetiyor.
O özelliklerin başında bu seçimde Trump kanadının, Demokratların hiç düşünmediği, göçmen karşıtı politikalar mevcut. Trump yeni dünyanın bu en önemli unsurunu, ideolojik açından yanlış da olsa, çok etkili şekilde kullandı. Daha önceki döneminde ortaya koyduğu sınır konusundaki iddialarını büsbütün geliştirdi ve o dar gelirli, yoksul Latinoların, Hispaniklerin, Siyahilerin işlerine, kazançlarına ortak olarak gördüğü, düzensiz göçmen kozunu işine yarayacak şekilde kullanmasını bildi. Elon Muskla, Peter Thiel’le onları birleştirmeyi başardı. Hatta, üst gelir dilimlerindeki, ‘Beyaz Türkler’e çok benzeyen ‘Beyaz Amerikalılar’ da göçmenlerle birlikte yaşadıkları korku içinde Trump’ı büsbütün güvenli liman olarak gördü ve ona yöneldiler. (Bu konuda Prof. Dr. Rabia Karakaya Polat yine bu mecrada önemli bir yazı yayınladı.)
8. Nihayet son unsur: sadece kutuplaşmaya, kötülemeye dayalı bir siyaset anlayışıyla daha fazla politika yapılamıyor. Siyaset son tahlilde barışçıl ve pozitif olmak zorunda. Kötülenen, küçümsenen, dışlanan ve her türden diyalogdan uzakta tutulan Trump bu atıflarla seçimde öne geçti. Bunca dışlamanın yaratıldığı ortamda suçlama zamanla bir mitolojiye dönüşüyor. Hele suçlama Harris gibi yetersiz bir kişiden gelince durum büsbütün vahimleşiyor. Öte yanda, bir kere daha malum olan bir husus var: sistemin engellemeye çalıştığı kişi sonunda kazanıyor. Ne kadar farklı bir toplum da olsa Amerika bu gerçeği kanıtladı. Trump, bütün o üstüne gelen sistemle birlikte halk nezdinde kendi efsanesini yarattı ve kazandı.
Kısacası yönetici olsun veya olmasın bu yeni elit DP’nin bugün zeminini oluşturuyor ve DP’nin sol parti olarak (?) işçi sınıfıyla ilgisi kalmamış durumda. Sonuç ortada. Tıpkı CHP’nin işçi sınıfıyla, sendikayla irtibatının kalmaması gibi. Trump’ın Musk-Thiel hamlesi belki Amerika’da çok etkili olan aristokrasi yani ‘old money’i biraz rahatsız edecektir ama kendisi de o kulübün üyesi olan Trump bildiğini okumaktan vazgeçmeyecektir.
IV
Bu sonucu ve sonucu oluşturan tüm unsurları başka bir bağlam içinde düşünmek gerek.
Çok eski bir tarihte, Amerikalı, bir dönemde Troçkist sonra sağın en önemli düşünürlerinden biri olan James Burnham, 1941’de yayınladığı The Managerial Revolution: What Is Happening in the World simli kitabıyla çok önemli bir açılım gerçekleştirmişti. İtalyan ‘elit kuramı’ okulunun, yani Moscha’nın, Pareto’nun, Michels’nın çizgisine eklenen Burnham, Amerika’da, daha doğrusu kapitalist dünyada yeni bir oluşumun başladığını öne sürüyordu. Batı toplumları artık sosyalizme değil ‘managerialism’e yöneliyor, ‘yöneticiler toplumu’ olmaya doğru gidiyordu. Yeni yapının sahibi artık genişlemiş şirket ve devlet bürokrasisi olacaktı. Yeni seçkinler ‘yöneticiler’di (‘managers’). En iyi okullarda okumuş, bol gelirli işlerin sahibi veya yöneticisi olmuş, ayrıcalıklı kesim onlardı. Devlet yeni düzende başlı başına bir rol oynayacaktı. Yöneticilerin devletle iç içe olması gerekiyordu. Devleti yönetmeseler de yönlendireceklerdi. Toplumsal ve siyasal kurallar o doğrultuda yeniden yazılacaktı.
Burnham’ın tezleri 1940’lar için çok erken ama hayli öngörülüydü. 1968 sonrasının 1979’a kadar devam eden on yıllık çalkantısı bir yana bırakılırsa Amerika, kapitalist dünya ve genel olarak Batı bu doğrultuda gelişti. Bugün de tamı tamına böyle bir noktada duruyor. Burhnam’ın daha da önem taşıyan görüşü bir adım ötedeydi. Devlet bu şartlarda eski klasik liberal veya demokratik devlet olmayacaktı. Dar bir elitin yönettiği, onun kontrolünde kalan devlet, onlar tarafından yönetilecekti ki, o devletin liberal veya demokratik olduğu söylenemezdi.
Bazı düşünürlerin çalışmaları böyledir, yıllar sonra doğrulanır, o zaman onları hatırlarsınız. Bugün Amerika’ya ve genel olarak Batı dünyasına, kapitalist dünyaya baktığımda Burhnam’ın düşüncelerinin doğrulandığını görüyorum. Yukarıda yaptığım kaba özet ne söylüyorsa Trump’ın gelişini de aynı koşullara bağlamak mümkün. Trump istediği kadar popülist politikaları uygulasın sonunda ‘managerialist’ bir yapı kurdu, kuruyor ve ülkeyi liberal yapıdan bu anlayış içinde uzaklaştırıyor.
Üstelik sadece Trump’la karşımıza çıkan bir pozisyondan söz etmiyoruz. Amerika (o arada Türkiye) yıllardır bu gerçeği yaşıyor. Amerika, kendisini, tarihini hazırlayan liberal yapıdan adım adım bu ‘gelişmeler’ (!) nedeniyle uzaklaştı. Neo-liberalizmin bir yönetim (management) modeli olduğunu şimdi yeni yeni öğreniyoruz. O yönetim gerçeği 1990’larda daha demokratik bir toplum için önerilen yönetişimselliği (governance) yok etti. Daron Acemoğlu’nun altını çizdiği kurumlaşmanın en önemli parçalarından biri olan yönetişimselliğin yerinde şimdi yeller esiyor. Ama Trump işte bu ‘management’ olgusuna bağlı olarak Elon Musk’ı, Peter Thiel’i yanına aldı. Kısacası yönetici olsun veya olmasın bu yeni elit DP’nin bugün zeminini oluşturuyor ve DP’nin sol parti olarak (?) işçi sınıfıyla ilgisi kalmamış durumda. Sonuç ortada. Tıpkı CHP’nin işçi sınıfıyla, sendikayla irtibatının kalmaması gibi. Trump’ın Musk-Thiel hamlesi belki Amerika’da çok etkili olan aristokrasi yani ‘old money’i biraz rahatsız edecektir ama kendisi de o kulübün üyesi olan Trump bildiğini okumaktan vazgeçmeyecektir.
Tüm bu nedenler Trump’ı zafere taşıdı. Ama o Trump’ın zaferi. O zaferden Amerika yeni ve güçlü bir sonuçla çıkacak mı hatta ‘dünya jandarması’ olduğundan orada yaşananlar dünyayı nasıl etkileyecek? Bu soru başka bir yazının konusudur ama şurası muhakkak ki, Trump’ın mevcudiyeti bildiğimiz dünyanın sonunda olduğumuzu gösteren, hiç ihtiyaç duymadığımız bir başka kanıttır.
Ben Trump’a bakarak Türkiye’yi göremeye devam edeceğim.
İlginizi Çekebilir