© Yeni Arayış

Toplumsal gelişme ve neden-sonuç ilişkisi

Toplumların gelişmesini dinle açıklamak gerçek nedenleri anlamamaya yol açar. Hatta yanlış yönlere yönelmeye de: örneğin, dine karşı çıkmaya (zararlı sayılıyorsa) veya dine gereğinden fazla önem vermeye (yararlı sayılıyorsa).

Sosyal bilimlerde “neden” (yani sebep) konusu ve neden-sonuç ilişkisi oldukça çetrefildir. Örneğin Türkiye neden batı Avrupa ülkeleri gibi gelişmedi sorusunu sorduğumuzda yanıt olarak pek çok neden gösterilebilir. Ancak bu nedenler aslında başka soruları gündeme getirdiği için ilk soruya cevap verilmemiş oluyor. Türkiye Rönesansı, Endüstri Devrimini ve Aydınlanma’yı yaşamadı bundan dolayı gelişemedi dersek soruya cevap vermiş olmuyoruz çünkü hemen akla neden bu aşamalar bu coğrafyada yaşanmadı sorusu geliyor. Bu ikinci soru cevapsız kaldıkça açıklamamız da bir totoloji oluyor: Gelişmedi çünkü gelişmedi, Rönesans vb. yaşamadı!

Genellikle “neden” olarak söylenenler pek de inandırıcı olmayan açıklamalardır. İki yüzyıl önce ırkçı açıklamalar temeldi: Gelişmemişlik o ülke halklarının ırk olarak geri olmasıyla açıklanırdı. Hoş, ırkçılar bu yöntemi günümüzde de kullanırlar. Hem de iki boyutlu olarak: öteki ırklar (toplumlar) aşağı görülür “bizim taraf” ise üstün. Durum neden böyledir? Çünkü bizim fıtratımız öyledir! Irkçılık “ırk” kelimesi kullanılmadığında da var olabiliyor.

Bir zamanlar çoğrafya ve iklim temelli açıklamalar geçerliydi.  18. Yüzyılda Montesquieu bu tür tezler savunmuştu. Bu anlayışa inanlara göre sıcak iklimlerdeki insanlar (Afrika öyledir) rehavete kapılıp çalışmamışlar, dolayısıyla geri kalmışlar; Kuzeydeki ülkeler, örneğin İskandinav ülkelerinde yaşayanlar tersine iklimleri yüzünden çalışmışlar ve başarılı olmuşlar! Ama bu mantıkla Antik Mısır açıklanamıyor; Eskimolar ise herhalde şansızdı, orası da gereğinden fazla soğuktu!

Din faktörü günümüzde sık kullanılıyor. İslam’ın egemen olduğu (geri) ülkeler ile Hristiyanlık’ın egemen olduğu (ileri) ülkeler kıyaslanıp din konusunda ve İslam’ın aleyhine sonuçlara varılıyor: Dinin ilkeleri yüzünden gelişme sağlanamıyor denir. Cumhuriyet’in ilk döneminde, 1930’lu yıllarda, özellikle okul kitaplarında bu anlayış savunuldu. Oysa dinlerin bu tür özelliklerini kabul ettiğimizde bu kez Orta Çağı açıklayamayız: O dönemde, 8. ve 10. yüzyıllarda, Müslümanlar her alanda ileri iken, Hristiyanlar Avrupa’da “Karanlık Yüzyıllarını” yaşıyordu. D. Gutas’ın açıkladığı gibi Arap Müslümanlar Eski Yunan’ın kültürünü araştırıp ondan yararlanırken, Hıristiyan Bizans “putperesttir” diye bu kültüre yabancı kaldı.[1]

Din toplumun gelişmesini belirlemiyor, gelişen toplumlar dinlerine yeni yorumlar getiriyorlar; gelişmeyen toplumlar ise “eski” dinleriyle kalıyorlar. Din neden değil, ileri veya geri de olabilen (bu sıfatlar her ne anlama geliyorsa) bir sonuçtur.

GELİŞEN TOPLUMLAR DİNLERİNE YENİ YORUMLAR GETİRİYOR

Bu alanda neden-sonuç ilişkisinin de nasıl yanlış okunduğunu görüyoruz. Aslında gelişen toplumlar, aynı zamanda dinlerini de yeni yaşamlarına uyarlıyorlar. Din toplumun gelişmesini belirlemiyor, gelişen toplumlar dinlerine yeni yorumlar getiriyorlar; gelişmeyen toplumlar ise “eski” dinleriyle kalıyorlar. Din neden değil, ileri veya geri de olabilen (bu sıfatlar her ne anlama geliyorsa) bir sonuçtur. Bir zamanlar Araplar “ileri” iken İslam’ı da ona göre okudular, “geri” olan Hristiyanlar da dinlerine bağnaz biçimde bağlandılar.

Ama bu din temelli anlayışın geçersizliğini yüzyıllar arasındaki kıyaslamalarla açıklamaya çalışmak da gereksiz. Şu an etrafımıza bakmamız yeterlidir. Aynı dinden ve mezhepten toplumlar bütünüyle farklı “aşamalarda” ve “dünyalarda” olabiliyorlar. Örneğin, dünyanın ikinci en kalabalık Ortodoks Hristiyan topluluğun yaşadığı Etyopya’da bu inançtaki insanları, aynı din ve mezhepten ama ABD’de yaşayan Yunanlılarla kıyasladığımızda çok ilginç durumlarla karşılaşıyoruz. Her iki yanda, bu Hristiyanlar, ahlakî değerleri ve günlük alışkanlıkları, kısacası dünya görüşleri birbirine benzemiyor; kendi çevrelerindeki farklı dinden insanlarınkine benziyor. Etyopya’da Hristiyanlar Müslümanlar gibidir, Amerikadaki Yunanlılar da Etyopya’daki dindaşlarına hiç benzemeyip her dinden Amerikalılara benziyor.[2]

İki Müslüman ülke olan Suudi Arabistan ve Endonezya’da uzun süre çalıştığım için  bu ülkeleri yakından tanıdım. Oralarda iken gördüğüm iki kadının fotografı aşağıdadır. Biri bana bakıyor, ötekisi başka dünyalardan bir Canon kamera reklamına. Üçüncüsü de Türkiye’den. Dinleri aynı ama yaşam biçimleri oldukça farklı üç kadın.  

Ancak din gelişmişliği belirlemese de toplumsal hayatta önemi ve etkisi yoktur demek de doğru değil. Batı türü bir gelişme göstermemiş, yani genel olarak endüstrileşememiş, çağdaş kurumlarını sağlayamamış, sağlıklı devlet-vatandaş ilişkilerini kuramamış toplumları “dinleriyle” açıklamak ne kadar yanlışsa, dinin “ikinci evredeki” rolünü de görmezlikten gelmek yanlıştır.  İkinci evre ile demek istediğim şu: Bir toplumun gelişmesi veya gelişmemesi dininden kaynaklanmıyor da olsa, o toplumun oluşturduğu ve benimsediği din artık bir biçimde etkisini hissettirecektir. Yani din-toplum ilişkisi bir neden-sonuç ilişkisi değil, bir tür karşılıklı, diyalektik ilişkidir. Özellikle gelişmesi gecikmiş, dolayısıyla dini de “gelişmemiş” olan toplumlarda, bu kez dinin “frenleyici” bir rolü olabilir. Dinin bu ikinci evredeki rolü ve etkisi toplumca dine verilen önemle doğrudan ilişkilidir.

Toplumların gelişmesini dinle açıklamak gerçek nedenleri anlamamaya yol açar. Hatta yanlış yönlere yönelmeye de: örneğin, dine karşı çıkmaya (zararlı sayılıyorsa) veya dine gereğinden fazla önem vermeye (yararlı sayılıyorsa). Aslında bu yazıda geri kalmışlığın temel nedenleri de hiç söz konusu olmadı; bazı yanlış açıklamalarla sınırlı kalındı. En azından benim böyle algıladığım bazı “yanlışlardan” söz ettim. Özellikle neden-sonuç ilişkisinin zorluğunu ele aldım. İki soru/problemle bitireyim yazıyı. D. Acemoglu ve J. Robinson’un tezine göre kurumlarını sağlayamamış toplumlar gelişemez. Aynı kolaylıkla, gelişmemiş toplumlar kurumlarını da eksik ve kusurlu kurarlar, neden demeyelim? Ve başka retorik bir soru: Bir sonucun neden “bir” nedeni (sebebi) olsun ki? Pek çok neden de olabilir. Hatta hiç bir neden de olmayabilir; yalnız bazı tesadüfler. Bir açıklama sağlasalar da tesadüflere “neden” demek ne kadar doğrudur?

***

[1] Bkz: Dimitri Gutas. Yunanca Düşünce Arapça Kültür. Kitap Yayınevi, 2003.

[2] Bu konuda bnz:

- 8 Kasım 2017. Orthodox Christianity in the 21st century. 4. Orthodox take socially conservative views on gender issues, homosexuality. (http://www.pewforum. org/2017/11/08/orthodox-christianity-in-the-21stcentury/3.2.2019)

- 1 Şubat 2017. What It Takes to Truly Be ‘One of Us’. http://www.pewglobal.org/wp-content/uploads/ sites/2/2017/02/Pew-Research-Center-National-Identity-Report.

- H. Millas, Doğu’ya Aidiz, %89, Atina: Sideris, 2022 (Yunanca).

 

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER