Tepkisiz kalabalıklar: Rıza mı, alışılmış suskunluk mu, korku mu?
SİYASETDemokrasinin sadece sandığa indirgendiği bir toplumda da, kendi çevresi dışında olan bitenlerin hukukla ilişkisi çok da anlaşılması gereken bir alan olmayabilir. Son dönemlerde meydana gelen olaylara yargının, bürokrasinin, medyanın ve siyasetin tepki vermesine karşın, siyasetle doğrudan ilgilenmeyen, örgütsüz sıradan insanların, bıkkınlık ve yorgunlukla karışık, sessizce izlemesinin nedeni belki de budur.
Son günlerde üzerinde düşündüğüm ve cevap aradığım iki konu var. Bu konulardan birincisi aslında bu aralar neredeyse olayları izleyen herkesin konusu: “Devlet/toplum” ve “birey/birey” ilişkilerini düzenleyen hukukun oluşumu, değişimi ve anlamı. Medya ve siyasetçiler de, mevcut hukuk sisteminin devlet/toplum ilişkilerini “akılcı” ve “adil”düzenlediğini varsaydıklarından olsa gerek, sürekli hukukçuların görüşünü almaya çalışıyor. Çoğu zaman demokrasi talebinin aslında hukuk düzeninin değişmesi talebi olduğunununutulduğunu ve sadece mevcut yasal düzenlemelere bakarak toplumdaki haksızlıklara çözüm arandığını düşünüyorum.
Bu nedenle, hukukun yasalardan ibaret olmadığını, toplumsal değişmeyle hukukun temel ilkelerinin ve dolayısıyla yasal düzenlemelerin de değişmesi gerektiğini bize anlatacak hukuk sosyologları ve felsefecilerinin bilgisine ihtiyaç var. Bizim mevcut hukuk sistemimizinde tıpkı diğer sosyal bilim dalları gibi büyük ölçüde “çeviri hukuk” olduğu bilgisine dayanarak, sadece hukuk devletinin değil, hukuku benimsemiş “hukuk toplumunun”oluşumunda da toplumsal uzlaşmaların nasıl sağlanabildiğini öğrenmek istiyorum. Bu açıklamaların farklı dönemlerde ve farklı biçimlerde demokratikleşme adımlarının atıldığıtoplumları karşılaştırması halinde “çeviri bilim” olmasına da itiraz etmeyeceğim.
Bu noktada, geleneksel toplumlardaki çoklu ve esnek hukuk düzeninin cemaat içinde hiyerarşik ve otoriter olduğu, cemaatler arasında ise “dost/düşman” hukuku diye adlandırılan ve duruma göre değişen ilişkiler sistemi anlamına geldiğini hatırlatmak isterim. Geleneksel hukuktan bireyi muhatap alan “modern” hukuk sistemine geçişin çok uzun zaman alan ve mücadele isteyen bir süreç olduğunun farkındayım. Türkiye’deki mevcut hukuk sisteminde ve özellikle uygulamalar sırasında geleneksel toplum düzenine özgü niteliklerin varlığını ve etkisini sürdürdüğünü gözlemlememiz mümkün. Özellikle geleneksel muhafazakar değerleri sürdürmek isteyen yönetimin sürekli olarak gerilim ve yeni düşman üreterek mevcut hukuk kurallarını ve yasaları da duruma göre değiştirerek, tepki görmeden esnek bir hukuk sistemi ürettiğini gözlemliyoruz. Bu bağlamda, esas olarak, hukuk devletinin oluşması kadar formel hukuku benimseyen ve başkalarının hakkına da saygılı bireylerden oluşan “hukuk toplumunun” nasıl oluşturulacağı üzerinde düşünmek gerekir.
Merak ettiğim ikinci konu ise enformel ve kara para gelirlerinin büyüklüğü ve bu gelirlerin toplumun hangi kesimlerini, nasıl etkilediği bilgisidir. Bilindiği gibi enformel gelir, resmi kayıtlara geçmeyen, vergi vermeyen ancak toplumca meşru kabul edilen mal ya da hizmet üretimi karşılığında elde edilen gelir; kara para ise, uyuşturucu, insan ya da silah ticareti gibi toplumun da meşru kabul etmediği faaliyetler karşılığında elde edilen kazançları tanımlar. Türkiye’de, son dönemlerde, dünyanın tüm Güney ülkelerinde gözlendiği gibi küreselleşmesonucunda artan para, mal ve insan hareketliliği ile beslenen inşaata ve istihraca (extraction) dayalı büyüme modeli hem enformel hem de kara para hareketliliğini çok yüksek boyutlara ulaştırdı. Bu hareketliliği somut olarak gözlemlememize karşın, bunun büyüklüğü ve ekonomiye etkisi konusunda yapılmış araştırmalara pek rastlamıyoruz.
Bu işleyişi hukuki ve ekonomik boyutlarıyla irdelemek, yeni tür küreselleşme döneminde “popülist” dalgayla güçlenen yeni tür enformel piyasanın, geleneksel otoriter ekonomilerden ve klasik “kapitalist” toplumlardaki “piyasa” ekonomisinden farkını da bize daha iyi anlatabilir. Bu işleyişi anlamak belki yaşadığımız toplumun aynı anda neden hem eşitsizliktehem yolsuzlukta hem de obezitede hem de mutsuzlukta birinci olduğunu anlamamızı sağlar.
GERÇEĞİ NE KADAR BİLİYORUZ?
Türkiye’de gerek akademideki gerekse bürokrasideki iktisatçılar enflasyon, gelir ve servet dağılımı gibi konuları hala TÜİK’in çok da güvenilir olduğu düşünülmeyen verileriyle ölçmeye çalışıyor. Türkiye’deki enformel ve kara para ekonomisinin büyüklüğünü ve bu gelirin toplumda kimler tarafından, kimlere, nasıl dağıtıldığını bize aktarabilecek uzman bilgisinin de çok önemli olduğunu düşünüyorum. Dünya ekonomisindeki değişimi izleyen küresel kurumların, öteden beri, Batı ekonomileri dışındaki ülkelerdeki veri eksikliğini bildiklerinden gerçek milli geliri ve gelir dağılımını tahmin edebilecekleri dolaylı tahmin metotlarını kullandıkları biliniyor.
Aslında cevabını aradığım bu iki sorunun birbiriyle ilişkili ve tamamlayıcı olduğunu düşünüyorum. Bu konulardaki araştırmalar belki bize yaşanan adaletsizliklerin gerçek boyutlarını da, toplumda var olan suskunluğunun nedenlerini de anlatabilir. Böylece, çok etkin bir şekilde işlediğini gözlemlediğimiz mevcut popülist/otoriter yönetimin kullandığı cemaatçi kliyantalist ekonomi modelini daha iyi yorumlayabiliriz. Yine, inşaata dayalı büyümenin ve kuralsız piyasa ekonomisinin yarattığı yeni zenginleşmenin ve yeni yoksulluğun toplumsal karşılığının hangi toplumsal kesimler olduğunu anlayabiliriz. Bu işleyişi hukuki ve ekonomik boyutlarıyla irdelemek, yeni tür küreselleşme döneminde “popülist” dalgayla güçlenen yeni tür enformel piyasanın, geleneksel otoriter ekonomilerden ve klasik “kapitalist” toplumlardaki “piyasa” ekonomisinden farkını da bize daha iyi anlatabilir. Bu işleyişi anlamak belki yaşadığımız toplumun aynı anda neden hem eşitsizliktehem yolsuzlukta hem de obezitede hem de mutsuzlukta birinci olduğunu anlamamızı sağlar.
Uzun yıllardır otoriter rejimler altında yaşayan ve güç sahibi olmayan sıradan insanlar için siyasetin, medyada anlatılanların ya da formel hukuk kurallarının çok da önemli olmadığı bilinir. Onlar için önemli olan gündelik yaşam ve geçmişte yaşanmış deneyimlerdir. Gündelik yaşamın getirdikleri ya da götürdükleri ise sadece kendisinin ve yakın çevresinin başına gelenlerden ibarettir. Demokrasinin sadece sandığa indirgendiği bir toplumda da, kendi çevresi dışında olan bitenlerin hukukla ilişkisi çok da anlaşılması gereken bir alan olmayabilir. Son dönemlerde meydana gelen olaylara yargının, bürokrasinin, medyanın ve siyasetin tepki vermesine karşın, siyasetle doğrudan ilgilenmeyen, örgütsüz sıradan insanların, bıkkınlık ve yorgunlukla karışık, sessizce izlemesinin nedeni belki de budur.
Bu noktada yukarıda merak ettiğimi belirttiğim hukuk ve ekonomi konularına sınırlı gözlemlere dayanarak toplumda üç farklı suskunluk türü olduğu kanısına vardım. Aşağıda yazacağım suskunluk türlerini uzun süredir otoriter toplumda yaşayan ve yönetimde etkisiz olduklarını teslim eden farklı grupları tanımlama denemesi olarak kabul edin. Başlıkta belirttiğim gibi toplumda “Rıza”, “Alışılmış Suskunluk” ve “Korku” diye tanımladığım üç farklı suskunluk türü olduğunu düşünüyorum.
Mevcut siyasetin işleyişinin yarattığı umutsuzluk da onları sessizlik ve suskunluğu seçmeye zorlamış, olandan bitenden haberdar olmamayı yeğleme gibi toplumda gözlemlediğimiz apatiyi yaratan yeni bir yaşam tarzını benimsemelerine neden olmuş olabilir. Bolu’daki son yangın faciası sırasında diğer otellerde kalanların fazla etkilenmeden tatillerine devam etmesi toplumda yaygın olan kaygısızlığı göstermesi açısından önemlidir.
KAYGISIZLIĞIN VARDIĞI NOKTA
“Rıza”, burada demokratik cumhuriyetlerde yaşayan yurttaşlar için var olduğu düşünülen “Rıza” dan (consent) farklı olarak “akrabamsı” ilişkiler içinde yaşayan ve “biat” hukukunu gündelik yaşamında yıllardır ve halen yaşayan insanlar için “kollanmanın” getirdiği olanaklara şükür anlamında kullanılmaktadır. Buradaki “Rıza” (acquiescence) bugünkü yönetimin gücünden, içine doğdukları enformel ilişki ağlarının liderleri sayesindeyararlanabilmiş cemaat benzeri yapıların sıradan mensuplarının olan bitenleri onayladıkları anlamında kullanılmıştır. Amerikalı antropolog Jenny White’ın tanımladığı gibi bu grup üyelerinin bazıları kendilerini “Para İle Akraba” olmuş bile sayabilirler.
“Alışılmış Suskunluk” ise “Rıza”nın bir başka tezahürü olarak olarak, cemaatçi ilişkiler içinde yaşayan ancak yönetimdeki cemaatlerin dışında kaldıkları için himayeden yararlanamayanların suskunluğu olabilir. Bu grup olan bitene karşı olsalar bile, karşı çıktıklarında kendilerine cemaatçi “düşman hukukun” uygulanmasından korkanlarıtanımlayabilir. Bu grubun mensupları için alışılmış olarak yapılması gereken “sabır” göstermek ve susmaktır. Onlar sessizce, mensubu oldukları cemaat ya da klik liderlerinin, herhangi bir alanda, bir kurumda, yerelde ya da daha farklı bir düzlemde yönetime geleceği zamanı beklerler. Nitekim, siyaseti yakından izleyen haberciler, siyasetçiler ve akademisyenler, siyasal partilerin içlerinde bile iç darbelerle, cemaat ya da parti kliklerininyer değiştirdiğine ve kazananların kaybeden, kaybedenlerin kazanan konumuna sessizce yer değiştirdiklerine şahitlik etmişlerdir.
“Korku” ise haksızlıkları algılayan, bireysel karar almayı yeğleyen, cemaatçi ilişkiler içinde olmayan, formel hukuku benimsemiş olanların suskunluğunun nedeni olarak gösterilebilir. “Korku” yönetimin yasaklamadığı konularda bile tepki gösterildiğinde ya da açık olarak itiraz edildiğinde yapısal olarak zaten anti demokratik olan formel hukukun uygulanmasından korkanların duygusal durumlarını tanımlar. Bu grupların güçsüz kesimleri için oy verme dışında siyasetle ilgilenmenin sonu “düşman hukuku” ya da formel hukukun düşmanca devreye girmesi anlamına gelir.
Toplumda, cemaatçi ilişkileri kabul etmeyen, demokrasi arayışında olanların sayısının arttığını gözlemlesek de onların hala olan bitenler karşısında suskun kalmaya devam etmesi oldukça ilgi çekici bir durumdur. Belki de yıllardır içinde yaşanmış olan otoriter yönetimin ürettiği korku, bu grubun derin umutsuzluğuna neden olmuştur.
Geçmişte, “1 Mayıs Gösterileri”, “15/16 Haziran İşçi Hareketi”, “68 Gençlik Hareketleri”, “Gezi Olayları” gibi kitlesel hareketlere katılanların başlarına gelenler bu kesimlerin ve destekçilerinin hafızasındadır. Bugün kitlesel protesto gösterileri artık “kadına şiddet”, “çevreye yapılan tahribat ve yıkım”, “kitleselleşemeyen işçi grevleri” ve “hayvanlara yapılan şiddet” gibi dayanılmaz derecede acı verici spesifik durumlarda söz konusu olabilmektedir. Toplumda, cemaatçi ilişkileri kabul etmeyen, demokrasi arayışında olanların sayısının arttığını gözlemlesek de onların hala olan bitenler karşısında suskun kalmaya devam etmesi oldukça ilgi çekici bir durumdur. Belki de yıllardır içinde yaşanmış olan otoriter yönetimin ürettiği korku, bu grubun derin umutsuzluğuna neden olmuştur. Mevcut siyasetin işleyişinin yarattığı umutsuzluk da onları sessizlik ve suskunluğu seçmeye zorlamış, olandan bitenden haberdar olmamayı yeğleme gibi toplumda gözlemlediğimiz apatiyi yaratan yeni bir yaşam tarzını benimsemelerine neden olmuş olabilir. Bolu’daki son yangın faciası sırasında diğer otellerde kalanların fazla etkilenmeden tatillerine devam etmesi toplumda yaygın olan kaygısızlığı göstermesi açısından önemlidir.
Son olarak burada konuyla ilişikli gördüğüm için, yakında okuduğum ilgi çekici bir kitaptan söz etmek istiyorum. Bu kitabı okumak bende kaotik dönemlerde sanatçıların toplumu anlama ve bunu ifade etme yeteneğine duyduğum hayranlığı arttırdı. Okuduğum kitap, son otuz yıldır, demokratikleşme sürecini yaşamayan ancak piyasa ekonomisine geçen Çin’de yaşayan bir edebiyatçı olan Yu Hua’nın, “On Sözcükte Çin” adlı kitabı. Hepimiz yıllardır Çin’den gelen malları, ucuz olmaları, egzotik bulmamız ya da özlem duyduğumuz pahalı markalarının “çakmalarına” bizi kavuşturmaları nedeniyle benimsedik. Çin’in yemeklerinin de iyi kötü tadını tatmıştık. Maoculardan da Çin’i ve Çin Devrimlerini az çok zaten öğrenmiştik. Ancak maalesef Çin’de üretilen yeni düşünce ve sanat eserlerinden pek haberdar değildik. Neyse ki yeni nesil gençlik oralara ulaştı da bu ürünleri bize taşımaya başladı. Yu Hua’yı da bir vesileyle tanıdım ve o kitabı Çince’den Türkçeye çevirmiş olan Bahar Kılıç’a teşekkür ederim.
Yu Hua, Çin’de yaygın olarak kullanılan “on” sözcüğü seçerek bu sözcüklerin içinin toplum tarafından nasıl değiştirildiğini ve bu kelimelerin toplumdaki değişimi nasıl aktardığını anlatıyor. Yu Hua’nın seçtiği sözcükler; Halk, Lider, Okumak, Yazmak, Lu Xun (edebiyatın halk diliyle yazılmasını savunan yazar), Farklılıklar, Devrim, Avam, Taklit ve Kandırmaca. Bunların hepsini aktarmak istemiyorum, sadece bazı benzerlikler nedeniyle özellikle “Avam”, “Taklit” ve “Kandırmaca” sözcüklerindeki değişim ile ilgili anlattıklarına kısaca değinmek istiyorum. Bu sözcüklerin Çince’den Türkçe’ye çevrilmesi sırasında anlam kayması olabilir. Ben burada kendi anladığımı kısaca aktarmak istiyorum.
Yu Hua, siyasal olarak güçsüzleri tanımlayan “Avam” sözcüğünün anlamının Çin yönetiminin “ekonomik çıkarların serbest bırakması” kararıyla nasıl değiştiğini aktarıyor. Yu Hua’ya göre Çin’deki Avam ruhu, ülkenin son otuz yılda gösterdiği ekonomik mucizeyi, ekonomik çıkarıiçin her yola başvurabilmeye cesaret ederek, her yerde korkusuzca hızlandırdı. Avam, bu mucizeyi toplumda otoriter yönetimlerle baş etmede yaygın olarak kullandığı iki başka yaygın sözcüğün anlamını süreç içinde değiştirerek becerdi. Yu Hua’nın Çincenin en anarşist sözcüğü olarak tanımladığı “Taklit” sözcüğünün Çincesi, anladığım kadarıyla önceleri “yasadışı, resmi yetki alanlarının dışında” kalan alanları tanımlarken bir süre sonra “Sahte” sözcüğüne de yeni bir anlam katarak “sahte ürün üretmeye” döndü. Bu kavram, kökü aynı olmasa da bizdeki “korsan kitap” ve “çakma ürün” sözcüklerine benzetilebilir. “Taklit” ve “Taklitçiliği” Yu Hua, sosyal olarak dezavantajlı grupların avantajlı gruplara karşı benimsediği devrimci hareket olarak tanımlamaktadır. “Kandırmaca” ise, Yu Hua’ya göre, “Taklit’”le eşdeğer sözcük olarak son dönemlerde Çin’in en moda olan sözcüğüdür. Üstelik yazara göre, “Kandırmaca” sözcüğünün kullanıldığı alanlar “Taklitçilik” olgusunun yayıldığı alanları da aşarak, kitlelerin devletle, devletin ise kitlelerle hileli ve neredeyse eğlenceli bir aldatmaca ilişkisi haline gelmiştir. Yazar, son otuz yıllık gelişmelerin bu sözcüklerin anlam değiştirerek popülerleşmesinin sonuçta Çin toplumunun etik değerlerini eksilttiğini, ciddiyetsiz ve prensipsiz bir toplumda yaşama sonucu yarattığını ifade etmektedir.
Bu kitabı okurken, Çin’de olan bitenden çok bizim toplumumuzda da karşılaştığımızmerdiven altı üretimde üretilen konfeksiyon ürünlerini, implant diş çivilerini, güzellik ürünlerini, çakma marka çantaların ve eşyaların satıldığı pazarları, kaçak egzotik hayvan piyasasını, çakma lüks dükkanları, sahte doktorları, parayla satın alınan akademik yayınları, kandırmaca gazete haberlerini, sahte içkiden ölümleri düşündüm. Acaba içki tüketiminin zamlara rağmen artması, üç çocuk siyasetine karşın doğum oranlarının düşmesi, evlenme yaşının yükselmesi, antidepresan kullanımının artması, duyarsızlık ya da apatinin artması bir tür pasif direniş olarak yorumlanabilir mi? Belki bütün bunları, biri kalkıp da “On Sözcükte Türkiye” kitabını yazarsa biz de anlarız.
İlginizi Çekebilir