Teknoloji vücuda geldiğinde…
KÜLTÜR SANATStelarc’a göre bedeni sosyal ve psikolojik bir varlık olarak değil izlenebilen ve modifiye edilebilen bir mekanizma olarak kabul etmek gerekiyor. Sanatçıya göre bedenimiz özne değil nesnedir. Teknoloji insanın doğasını dönüştürecek, vücudun fiziksel kapasitesini dengeleyecek ve insan cinsiyetini standardize ederek hayatın dinamiğini erkek-dişi ilişkisine değil insan-makina ilişkisine dayandıracaktır.
21. Yüzyıl’ın ilk felaketi 1982 yılının Haziran ayında New York’ta meydana gelir. Yürüyüş yapmak üzere Whitney Müzesi’nden çıkan on sekiz yaşındaki “K-456”ya Madison Caddesi ile 75.Sokağın kesiştiği yerde sanatçı William Anastasi’nin direksiyonda olduğu bir araba çarpar. Yaralanan “K-456” tedavi için Whitney Müzesi’ne kaldırılır. Bu olay sanat tarihine “21. Yüzyılın İlk Felaketi” olarak geçer.
Nam June Paik’in Whitney Müzesi’nde gerçekleşen retrospektifi esnasında gerçekleştirdiği bu performansın başrol oyuncusu “K-456”, ismini Mozart’ın 18.Piyano Konçertosu’ndan alan uzaktan kumandalı bir robottur. Paik’in 1964 yılında yaptığı, ilk kez aynı yıl özel bir gösterimle “Robot Opera” başlıklı bir performansla gün yüzüne çıkan, İkinci New York Avantgard Festivali’nde de yer alan, bugün Zürih’teki özel bir koleksiyonun parçası olan “K-456”, önceki yıllarda kinetik heykeller yapılmış olmasına karşın teknolojinin bu kadar ileri derecede kullanıldığı ilk sanat eseridir. Aslen besteci olan Paik “K-456”nın ardından başka robotlar da yaparak “robot ailesi” olarak adlandırdığı diziyi oluşturmuştur. Koreli sanatçı insan ve makina arasındaki kopuk ilişkiyi ortadan kaldırarak yeni bir bileşime ulaşabileceğine inanmaktadır.
Performans sanatında makinanın kullanımı 20. yüzyılın başına kadar kadar uzanır. Fütüristler, Dadaistler, Sürrealistler ve Bauhaus Okulu, gerçekleştirdikleri tiyatro oyunlarında, varyetelerde, performanslarda makinayı kullanmışlardır.
964 Nam June Paik K 456
PERFORMANS SANATINDA MAKİNANIN KULLANIMI
Nam June Paik’in “K-456”sının ardından birçok robot sanat alanında faaliyet gösterir; Tom Shannon’ın 1966 yılında yaptığı “Squat”, Edward Ihnatowicz’in 1969 yılında ürettiği “The Senster”, Norman White’ın 1985 tarihli “The Helpless Robot”u gibi.
Performans sanatında makinanın kullanımı 20. yüzyılın başına kadar kadar uzanır. Fütüristler, Dadaistler, Sürrealistler ve Bauhaus Okulu, gerçekleştirdikleri tiyatro oyunlarında, varyetelerde, performanslarda makinayı kullanmışlardır. Yüzyılın ortalarında ise John Cage, David Tudor gibi müzisyenler ve Merce Cunningham gibi dansçılar teknolojiye önem vermiş, onu çağın bir gerçeği olarak kabul etmişlerdir. Teknolojinin doğurduğu sesler bu isimlerin sanatsal üretimlerinde her zaman önemli bir yer tutmuştur. Bu isimler ilerleyen yıllarda sanat alanında faaliyet gösterecek olan Nam June Paik, Bruce Nauman, Vito Acconci’ye ilham vermişlerdir. 1960-70’lerde şekillenen muhalif kültür içinde Carolee Schneemann, Rachel Rosenthal gibi performans sanatçıları da ilerleyen yıllarda etkilerini sürdürecektir. Bu isimlerin bedenlerini kapitalist iktidarın beden politikalarına karşı birer protesto aracı olarak kullanmaları sonraki dönemde alternatif beden yorumuna kafa yoran sanatçılar için esin kaynağı olacaktır. Stelarc, Eduardo Kac, Orlan, Guillermo Gomez-Pena, Roberto Sifuentes gibi isimler bu sanatçılara örnek olarak gösterilebilir.
1966 yılında Billy Klüver ve Fred Waldhauer isimli iki mühendis, sanatçılar Robert Rauschenberg ve Robert Whitman ile birlikte bir grup oluşturdu. Bu grup aynı yıl “Dokuz Gece: Tiyatro ve Mühendislik” başlığında, on New York’lu sanatçı ve otuz mühendis ile birlikte kotardıkları bir performans dizisi gerçekleştirdiler. Bu performans dizilerinde video projeksiyonu, kablosuz ses transferi, sonar aletleri gibi dönemin ileri teknolojisinin örnekleri kullanıldı. Bu dört isim 1970 yılında “Experiments in Art and Technology” (E.A.T) isimli bir organizasyon kurdular ve seksenli yıllara kadar faaliyet gösterdiler. Bu faaliyetlere John Cage, Merce Cunningham, Andy Warhol gibi isimler de destek verdi. E.A.T. sanatsal ifadenin gelişen yeni teknolojilerle birlikte nasıl hareket edebileceği üzerine kafa yordu. Bilgisayar bazlı görüntüler, sesler, video kullanımı, sentetik maddeler ve robotlar bu yeni sanatsal ifadenin birer araçları olarak değerlendirildi. Ulaştıkları noktaları düzenledikleri eğitim faaliyetleriyle yayma kaygısı da güttüler.
Gerek Paik’in gerek E.A.T.’nin altmışlı yılların ortalarında sergiledikleri, teknoloji ile sanat arasındaki ayrımın kaldırılması gerektiğine dair yaklaşımı sonraki yıllarda en uç noktaya götüren sanatçıların arasında Stelarc ön plana çıkmaktadır.
Stelarc 1981 yılından sonra vücut sanatını teknoloji ile birleştirerek geleceğin insanını muştulamış, bu doğrultuda birçok performans gerçekleştirmiştir.
Stelarc, Ek Kulak
STELARC, VÜCUT SANATINI TEKNOLOJİ İLE BİRLEŞTİRDİ
Kıbrıs Limasol doğumlu, Avustralyalı performans sanatçısı Stelarc (Stelios Arkadiou) 1981 yılına kadar gerçekleştirdiği yirmi beş tane asılma performansı ile dikkati çekmiştir. Vücuduna geçirdiği kancalarla havada asılı kalarak yerçekimine karşı vücut direncinin ve acı duygusunun sınırlarını zorlayan sanatçı performansa dayalı vücut sanatının önemli isimlerinden biri olarak sanat tarihindeki yerini almıştır.
Stelarc 1981 yılından sonra ise vücut sanatını teknoloji ile birleştirerek geleceğin insanını muştulamış, bu doğrultuda birçok performans gerçekleştirmiştir. 1960’ların başında ortaya çıkan robotik sanatın makinayı sanata sokarak heykeli statik durumdan çıkartıp elektronik yolla hareket eder hale büründürmesinden sonra Stelarc ileri teknolojiyi uygulayarak kendi vücudunu sibernetik bir heykele dönüştürmüştür. Stelarc’ın bu dönemine ilk örnek “Üçüncü El”dir. Ichiro Kato’nun bir prototipinden esinlenerek, Imasen Denki asistanlığında yapılan “Üçüncü El”, 290 derece dönebilen ve kavrayabilen elektronik bir eldir. Malzeme olarak duralamin, alüminyum, paslanmaz çelik, akrilik boya ve reçine kullanılmıştır. Electromyography (EMG) sistemiyle yani hareket eden kasların çıkarttığı elektrik enerjisi ile çalışan “Üçüncü El”, Stelarc’ın sağ koluna monte ediliyor, karın ve bacak kaslarına takılan elektrolitlerden enerjisini alarak hareket edebiliyordu. Stelarc’ın kullandığı bu yöntem 19. yüzyıl Fransası’nda yaşamış olan nörolojist Benjamin Armand Duchenne de Boulogne’un kasların elektrofizyolojik özelliklerine dair yaptığı deneylere dayanmaktadır. Akapunkturdan esinlenerek elektropunktur olarak da isimlendirilen bu yöntemde deriye yerleştirilen elektrolitlerle sinirleri elektrik ile uyararak kasları birbirinden farklı hareket ettirmek mümkündür. De Boulogne’un yüz kaslarında gerçekleştirdiği deneyleri Stelarc vücuduna yaymış ve “Üçüncü El”i hayata geçirmiştir. “Üçüncü El” sanatçının günümüze kadar gerçekleştirmiş olduğu performanslarda bir leitmotif olarak neredeyse hepsinde yer almıştır.
Stelarc ilerleyen yıllarda yalnızca kas hareketlerinin doğurduğu enerji (EMG) ile değil, beyin dalgalarının çıkarttığı (EEG) ve kalp çarpıntısının doğurduğu (ECG) elektriği de performanslarında uygulamıştır. Bu performanslarda esas olan sinirleri beyinden gelen sinyallerle değil vücudun çeşitli yerlerinden elde edilen enerji ile çalıştırmaktır.
1982 yılında Tokyo Maki Gallery’de gerçekleşen “El Yazısı” isimli performansta Stelarc üç elini de aynı anda ama farklı hareket ettirerek duvara “evolution” (evrim) kelimesini yazar. Sol el sırasıyla e-l-i, sağ el v-u-o, “Üçüncü El” ise o-t-n harflerini ardı ardına yazarak normalde tek el ile gerçekleştirilen yazma eylemini üç elle gerçekleştirir.
Yine Maki Gallery’de gerçekleşen “Genişletilmiş Beden, Lazer Gözler ve Üçüncü El” başlıklı performansta beyin dalgalarının, kalp atışının, kan akışının ve kas hareketlerinin elektrolütler aracılığıyla doğurduğu sinyaller dönüştürülerek müzik oluşturuldu. Stelarc nefesini kullanarak bedeninin içindeki dolaşımları hızlandırıp yavaşlattı, çeşitli kaslarını sıkıp gevşeterek doğaçlama bir beste yarattı. Gözlere takılan lazer ise kalp atışlarından gelen sinyallerle çalışıyordu.
1988 yılında Melbourne’de gerçekleşen “Gölge Video, Otomatik Kol ve Üçüncü El Gösterisi” başlıklı performansta Stelarc’ın sol kolu otomatik olarak iki kas stimülatörü tarafından oynatılmakta, parmaklar kıvrılmakta, el kapanmakta ve kol yukarı-aşağı hızla hareket etmektedir. Aynı esnada “Üçüncü El” bu hareketlerden aldığı sinyallerle faaliyettedir. Dört farklı kameranın çektiği performans fondaki ekranda gösterilmiştir.
Stelarc 1993 yılında “Mide Heykel” isimli işini gerçekleştirdi. Elli milimetreye on beş milimetre boyutlarındaki bir cihaz midesinin kırk santimetre içine yerleştirildi. Bunun için endoskopi yöntemi kullanıldı. Yerleştirme işlemi on beş dakikalık bir video ile belgelendi. Mideye yerleştirilen cihaz açılıp kapanıyor, ses çıkartıyor ve ışık yayıyordu. Vücut bu heykel için ev sahipliği yapmıştı.
1995 yılında gerçekleşen “Fraktal Et Gösterisi” başlıklı performansta ise kendisi Lüksemburg’da iken Paris, Helsinki ve Amsterdam’da bulunan izleyiciler internet üzerinden yolladıkları sinyallerle Stelarc’ın vücudunu stimülatörler aracılığıyla hareket ettirdiler. Sanatçının vücudunun bir bölümü Paris’ten hareket ettirilirken aynı anda başka bir bölümü Amsterdam’dan hareket ettirilebiliyordu. Stelarc’ın bu performansıyla sanatçı ile izleyicisi arasındaki sınır belirsizleşti, interaktif bir ilişkiye girildi ve sanatçı kendi bedeni üzerindeki hakimiyetini izleyicilerine devretti. Sanatçı bu performansı üzerine şöyle demiştir: “Düşünün ki bir beden farkındalığını ve eylemliliğini başka bedenlere veya başka bedenlerin parçalarına teslim ediyor. Bu bir bedenin parçalanması değil, başka bedenlerle çoğulluk/bütünlük ilişkisine girmesi demektir. Bu bir efendi-köle ilişkisi değil, başka bedenlerin geribeslemelerini (feedback) taşımak demektir. Hayal edin ki vücudunuzun bir kısmı sizin elinizde olmadan hareket ediyor ve ona hakim olamıyorsunuz. Farklı mekanlardaki farklı psikolojilerin aynı bedende bir araya gelmesidir bu”
1996 senesinde Sidney’de yapılan “Ping Beden” isimli performansta ise Stelarc internet üzerinden dünya çapında otuz farklı yere sinyal gönderdi. Sinyalin gönderilen ip adresine gittiğine dair yanıtın (ping) Stelarc’a ulaştığı süre ölçüldü. Bu “ping”lerden çıkan veriler Stelarc’ın sol kolunu, sol bacağını ve sağ elini hareket ettirdi. Aynı esnada sağ bacak ve karın kaslarının doğurduğu enerji “Üçüncü El”i hareket ettirmekteydi. Bu performans kameralarla ekrana yansıtılıyor, müzik olarak da kasların yolladığı sinyallerden elde edilen sesler kullanılıyordu.
Donna Haraway ve Katherina Hayes’in yazılarında kullandığı siborg metaforu Stelarc, Eduardo Kac, Orlan, Guillermo Gomez-Pena, Roberto Sifuentes gibi performans sanatçılarını etkilemiştir. Haraway siborgu organizma ve makinanın birleştiği, sosyal gerçekliği olan bir yaratık olarak tanımlamaktadır. Stelarc’a göre ise insan teknolojik araçlarla olan ilişkisi nedeniyle zaten bir siborgtur.
Stelarc “Parazit” isimli, 1999 yılında gerçekleşen performansında bedenini enformasyon ile ilişkiye sokmaktadır. İnternetten, ayarlanmış bir arama motoru aracılığıyla alınan imajlar dönüştürülerek kas stimülatörleriyle bedene aktarılmaktadır. Yani beden dışında oluşturulmuş sanal bir sinir sistemi vücudu harekete geçirmektedir. İnternetten, yani insanlığın ortak oluşturduğu bilgi havuzundan seçilen, parazit etkisi yapan rastgele görüntülerden kaynağını alan performans hem ekrana yansıtılmakta hem de web sitesine konarak geribesleme (feedback) yapılmaktadır. Beden enformasyon ile yapışık hale gelmekte böylece sanal ile gerçek olan arasındaki sınır belirsizleşmektedir.
Stelarc’ın performansları, yukarıdaki örneklerde olduğu gibi teknolojinin kendi bedeninde hüküm sürdüğü performanslar ve yeniden organize edilmiş, kendi bedeni dışında oluşturulan nesnelerle yapılan performanslar olarak ikiye ayrılabilir. İkincilere örnek olarak Stelarc birçok performans gerçekleştirmiştir. “Exoskeleton”da sanatçı kendi kaslarından elde ettiği enerji ile altı ayaklı, pnömatik sistemi ile çalışan bir robotu kontrol etmekte, robotun hareketi esnasında çıkan seslerle doğaçlama beste yapmaktadır. Sanatçı robotu kendi koluyla yaptığı hareketlerden çıkan sinyallerle hareket ettirmektedir. Kolun yaptığı her jest robota farklı bir sinyal olarak ulaşmakta, kolun kendisi uzaktan kumanda işlevi görmektedir. “Kas Makinası” ise Stelarc’ın yaptığı hareketleri taklit eden bir robot söz konusudur. “Yürüyen Kafa” isimli performansta ise hareketsiz bir robot önünden insan geçtiği zaman ayağa kalkmakta ve koreografik bir yürüyüş yaptıktan sonra yeniden oturmaktadır. Stelarc’ın ikinci kategorisinde yer alan performanslarından en önemlilerinden biri ise “Blender”dır. Nina Sellars isimli bir sanatçı ile birlikte gerçekleştirilen performansta her iki sanatçının vücudundan alınan 4,6 litrelik sıvılar “Blender” isimli robotun içine koyulur. “Blender” her beş dakikada bir faaliyete geçerek sıvıları karıştırmaktadır. “Mide Heykeli”nden farklı olarak burada vücudun içinde bir heykel değil, bir heykelin içinde vücut söz konusudur.
2002 yılında Stelarc Karen Marcelo, Sam Trychin ve Barrett Fox isimli üç bilgisayar programcısı ile “Protez Kafa” isimli projesini gerçekleştirir. Bilgisayar ekranında üç boyutlu olarak görülebilen “Protez Kafa”, Friedrich Nietzsche ve Ludwig Wittgenstein’ın iki aforizmasından esinlenilmiştir.
PROTEZ KAFA
Stelarc’ın 2000’li yıllarda gerçekleştirdiği en ilginç performans ise “Ek Kulak” başlıklı projedir. Sanatçı biyoloji biliminin ulaştığı en son teknolojik olanakları kullanarak vücuduna fazladan bir kulak yerleştirmeyi tasarlar. Kulağı ilk önce kafasına yerleştirmeyi uygun görür lakin gerçekleşecek ameliyat esnasında gözlem yapamayacağı ve yüz sinirlerinin zedelenebileceğini göz önünde tutarak kulağı sol üst koluna yerleştirmeye karar verir. Sanatçının kendi kulağı model alınarak canlı fare hücreleriyle sekiz adet kulak yapılır. Bu kulaklar her üç günde bir beslenerek bir bioreaktör içinde canlı tutulur ve büyütülür. 2006 yılında büyütülen kulaklardan birinin sol üst kola yerleştirilmesi için Los Angeles’da operasyon başlatılır. Altı aylık bir sürecin ardından kulağın uyum sağlayabilmesi için kolda gerekli zemin hazırlanır. Lakin kulağın kola yerleştirilmesi için gerçekleştirilmesi gereken ameliyat A.B.D. kanunlarına göre yasaktır. Ameliyat İspanya’da gerçekleşir. Ameliyat esnasında kulağa bir mikrofon yerleştirilir. Ameliyatın ardından sol üst kolda ince bir derinin altında yaşamakta olan fare hücreleri ile yapılmış kulak duyduğu bütün sesleri bluetooth teknolojisi ile internete aktarmaktadır. Stelarc dünyanın neresinde olursa olsun ekstra kulağının duyduğu sesler takip edilebilmektedir.
2002 yılında Stelarc Karen Marcelo, Sam Trychin ve Barrett Fox isimli üç bilgisayar programcısı ile “Protez Kafa” isimli projesini gerçekleştirir. Bilgisayar ekranında üç boyutlu olarak görülebilen “Protez Kafa”, Friedrich Nietzsche ve Ludwig Wittgenstein’ın iki aforizmasından esinlenilmiştir. (Nietzsche: ”Eylemsiz varoluş yoktur”; Wittgenstein: “Düşünme eylemi kafanın içinde gerçekleşmez. Düşünme yazı yazılan kağıttadır, konuşulan dudaklardadır.”) Stelarc’ın yüzü model olarak alınarak oluşturulan kafa zengin bir veribankasına sahiptir. Kendisiyle iletişime geçen herkes ile özel konuşmalar yapabilmekte, daha önce karşılaşmışlarsa kendilerini tanıyabilmektedir. Her şarkı söyle dendiğinde veribankasındaki kelimeler ve seslerle farklı bir şarkı besteleyebilmektedir. Şaka yapabilmekte, şiir yazabilmektedir.
Stelarc 1990 yılında Hollanda’nın Gröningen kentinde organize edilen “2. Uluslararası Elektronik Sanat Sempozyumu”nda verdiği bildiri ile “Protezler, Robotlar ve Uzaktan Varoluş: Evrim Sonrası Stratejiler” başlıklı manifestosunu yayınlamıştır. Sanatçıya göre bedene karşı süregelen yaklaşımlarımızı artık sorgulamamız gerekmektedir. Vücudumuzun işleyişi sıklıkla bozulabiliyor, hemen yorulabiliyor ve ilerleyen yaşla birlikte performansı düşebiliyor. Vücut hastalıklara müsait ve sonunda ölüme mahkum. Vücudumuzun hasta olmasa da hayatta kalabilme parametreleri oldukça zayıf. Nitekim yemek yemeden ancak bir iki hafta, su içmeden bir iki gün, oksijen almadan ise bir iki dakika hayatta kalabiliyor. Modüler tasarımdan yoksun olması ve aşırı tepkili immünolojik yapısının getirdiği zorluklar nedeniyle vücudun bozulan parçalarını değiştirmek oldukça zor. Oysa bu çıkmazların bilincine varıp evrim sonrası (postevolution) stratejiler geliştirmek mümkün. Stelarc’a göre bedeni sosyal ve psikolojik bir varlık olarak değil izlenebilen ve modifiye edilebilen bir mekanizma olarak kabul etmek gerekiyor. Sanatçıya göre bedenimiz özne değil nesnedir. Teknoloji insanın doğasını dönüştürecek, vücudun fiziksel kapasitesini dengeleyecek ve insan cinsiyetini standardize ederek hayatın dinamiğini erkek-dişi ilişkisine değil insan-makina ilişkisine dayandıracaktır. Rahim dışında döllenme ve yapay ortamlarda ceninin beslenebilmesiyle teknik olarak vücudun doğum yapmasına gerek kalmayacaktır. Vücudun modüler olarak yeniden tasarlanması neticesinde işlevini yerine getirememeye başlayan organların değiştirilebilmesiyle ölüm de olmayacaktır. Ölüm korkusu ortadan kalkınca insanın varoluşsal kaygılarında temelden değişiklikler gerçekleşecektir. Teknoloji bedene yardımcı olan bir unsurken artık bedenin vazgeçilmez bir parçasıdır. Vücudun içinde bakteriler ve virüsler değil nanoteknolojik nesneler dolaşımda olacaktır. Teknolojinin bedeni ele geçirmesiyle evrim sona ermiştir. Artık evrim sonrası dönemin stratejileri uygulanmalıdır. Görüldüğü üzere Stelarc, Nam June Paik’in altmışlı yılların ortalarında ön gördüğü makine insan arasındaki bileşime bu manifesto ile ulaşmıştır.
----
Bu yazı Artunlimited’ın Eylül 2010 tarihli 6. sayısında yayınlanmıştır
İlginizi Çekebilir