Tek Parti Faşist miydi?
SİYASETGenç Cumhuriyet, her türlü problemi hukuk ve demokrasi içinde çözmeye özen göstermiştir.
Türkiye’de tek partili rejim, kendi idaresini hiçbir zaman ilanihaye kalıcı ve mütehakkim addetmemiştir. Sistem rayına oturduğuna çekilmesini bilmiştir. Başka bir deyişle tek partili yönetim, bir nevi demokrasiye hazırlık dönemi olarak işlev göstermiştir. Erken cumhuriyet döneminde işletilen parlamenter demokrasi, siyasetin Faşizm gibi uç akımlara doğru kaymasını önlemiştir. Türk siyaseti merkezde toplanmıştır.
Gün geçmiyor ki tek partili döneme anakronik göndermeler yapılmasın. Tek partili dönemin demokratik olmadığı, inananlara zulmettiği ve Türkiye’yi gelenekten uzaklaştırdığı gibi iddialar kol geziyor. Genellikle bu başlıklar altında çeşitli alt metinler yazılıyor.
Tek partili döneme ilişkin anakronik tarih okumaları, insanların zihnine kazınması için çok sık biçimde tekrar ediliyor. O nedenle tek partili rejime dair savların kendisini hızlı tazelediğine şahit oluyoruz.
Erken cumhuriyet dönemi olarak da nitelendirilen tek partili rejime ilişkin en yaygın anakronik tarih okumalarının başında “Faşizm” ithamları geliyor. Mustafa Kemal Atatürk ve İsmet İnönü’nün başat aktör olduğu tek parti döneminin Faşizan özellikleri içerdiği üzerinde duruluyor. Mesela tek partili devrin Faşist eğilimler sergilediği hakkında bir iddia geçtiğimiz günlerde devletin en tepesindeki isim tarafından dillendirildi.
Peki, Türkiye’deki tek partili rejim, bahsedildiği gibi Faşist yönelimler taşıyor muydu? Bu soruyu yanıtlayabilmemiz için ilgili tarihsel kesitin demokrasi karnesine ve genel karakterine mercek tutmamız gerekiyor. Çünkü kaynağını İtalya’dan alan Faşizm, özgürlükleri ve parlamenter demokrasiyi reddeden bir anlayışa sahiptir.
Birinci Dünya Savaşı sonrasında İtalya’da serpilip büyüyen Faşist zihniyet, asırlar önce tarihe karışan Roma İmparatorluğu’nu yeniden canlandırma hayaliyle dünyayı ateşe sürüklemişti. Dolayısıyla Türkiye’deki tek partili idareyi, Faşizmin kantarında tartabilmemizin temel ölçütü demokrasi, parlamentarizm ve emperyal yayılmacılık hevesleri şeklinde özetlenebilir.
Tek partili rejim denildiğinde, doğal olarak insanların zihninde demokrasi dışı çağrışımlar yaratabiliyor. Keza dünyadaki tek partili yönetimler genellikle demokrasiyi askıya alan, her türlü muhalefeti susturan, bir kişi veya zümrenin diktatörlüğüyle kendisini belli eden rejimlerdir.
Türkiye’deki tek partili idare, emsallerinin aksine parlamenter demokrasinin üstüne titremiştir. Millî Mücadele’nin olağanüstü koşullarında bir meclis kurulmuştur. Serbest seçimler muntazam yapılmıştır. Hatta erken seçim ve ara seçim bile düzenlenmiştir.
Seçimlerde normalde Osmanlı’dan beri gelen iki dereceli seçim sistemi kullanılmıştır. İki dereceli seçim sistemi, kulaklarınıza biraz yabancı gelebilir. O tarihlerdeki seçim kanununa göre halkın tamamı oy kullanamıyordu. Sadece bir bölgede uzun zamandır ikamet eden, iyi kötü mürekkep yalamış ya da ilgili çevrenin öne çıkan simaları oy kullanabiliyordu. Toplumun diğer kısmı, oy kullanabilecek kimseleri seçiyordu.
Cumhuriyet idaresi, 1930 yılına gelindiğinde ilk defa iki dereceli seçim sistemini rafa kaldırdı. Türk milletinin tamamına genel oy hakkı verildi. Keza kadınlar da ilk defa oy kullanabilecekti.
Aynı seçimlerde, cumhuriyetin kurucu partisinin karşısına bir siyasî parti daha çıktı. Seçimlerde, CHP ve Serbest Cumhuriyet Fırkası yarıştı. Serbest Cumhuriyet Fırkası, esasında tek partili sistem içerisinde yürütülmekte zorlanan denetim ihtiyacını karşılamak üzere kurulmuştu. Ancak ne yazık ki ömrü fazla uzun sürmedi.
1940’ların ortalarına doğru gelindiğinde tek partili rejim, dünya ölçeğinde bakıldığında belki de kendisinden hiç beklenmeyecek bir adım attı. Çok partili parlamenter demokrasinin önünü açtı. Türk siyasî tarihinin 1940’lı yıllarındaki çok partili demokrasi bahsi geçtiğinde, genellikle akıllara Demokrat Parti gelir. Ancak ilgili zaman zarfında, otuz civarı parti kurulmuştur. İçlerinde Sosyalist ve Komünist eğilimli partiler de vardır.
Tek parti idaresi, siyasî partilerle sağlıklı biçimde götüremediği denetim ihtiyacını kendi içerisinde kuracağı bir grupla yapmaya karar verdi. Bu bağlamda CHP’yi denetlemekle yükümlü Müstakil Grup kuruldu. Çünkü demokrasilerin olmazsa olmazı denetimdir.
Genç Cumhuriyet, çağdaş demokrasilerin temel kaidelerini oturtmaya çalışırken milletvekillerinin tek partili rejim rehavetine kapılmalarını önleyici tedbirler almayı da ihmal etmedi. Aksi takdirde bazı milletvekilleri, “nasıl olsa dönem tek parti dönemi” deyip meclisteki sandalyesini çantada keklik görebilirdi. Millete hizmet götürmeyebilirdi.
Burada hemen bir parantez açayım. O yıllarda milletvekilliği, yüksek gelir getiren bir “iş” değildi. Şimdiki kadar forsu da yoktu. 1950’leri veya 1960’ları anlatan bir hatıratın sayfalarını çevirirseniz, milletvekillerinin parlamento çıkışında karşıdaki durakta otobüs beklediğini görebilirsiniz. Tek partili dönemi varın siz düşünün.
Dönelim milletvekillerinin rehavete kapılmasını engelleyici uygulamalara. Örneğin bir süre sonra CHP, genel seçimlerde göstermesi gerekenden daha fazla aday çıkarmaya başladı. Daha önce bir il kaç milletvekili çıkarıyorsa o kadar aday gösteriliyordu. Bu durumda aday gösterilen isimler, aday olarak adı geçtiği andan itibaren kendisini milletvekili addediyordu. Dönem tek parti dönemi olunca nasıl olsa kazanacağım mantığıyla bakıyordu. Gerçi bağımsızlar da seçilebiliyordu fakat tek partinin her şeye rağmen bir konforu söz konusuydu.
Tek parti CHP’si, milletvekili adaylarının meclis sıralarındaki yerini garanti görmesi üzerine fazladan adaylar çıkarmaya başladı. Söz gelimi bir seçim çevresi on milletvekiliyle temsil ediliyorsa on iki aday gösterildi. Böylece adayların kendi içerisinde rekabetine zemin hazırlandı.
1940’ların ortalarına doğru gelindiğinde tek partili rejim, dünya ölçeğinde bakıldığında belki de kendisinden hiç beklenmeyecek bir adım attı. Çok partili parlamenter demokrasinin önünü açtı. Türk siyasî tarihinin 1940’lı yıllarındaki çok partili demokrasi bahsi geçtiğinde, genellikle akıllara Demokrat Parti gelir. Ancak ilgili zaman zarfında, otuz civarı parti kurulmuştur. İçlerinde Sosyalist ve Komünist eğilimli partiler de vardır.
Türkiye, 1950 senesinin ilk yarısına gelmeden demokrasinin daha ileri bir yüzüne merhaba dedi. Millî Mücadele ve kongreler sürecini de dâhil edersek Türkiye’yi çeyrek asırdan fazla bir müddet tek başına yöneten CHP, kaybettiği ilk seçimde hiç tereddüt duymadan muhalefet sıralarına geçti oturdu. Böylesine yumuşak bir geçiş, tarihte pek görülmüş değildi.
Yumuşak geçiş demişken, tek partinin Osmanlı’dan cumhuriyete intikal aşamasında epey sert bir geçiş yaptığı üzerinde durulur. Ancak sert geçişler, Fransız İhtilali ya da Bolşevik Devrimi’nde olduğu gibi eski rejim mensuplarının ortadan kaldırıldığı intikal safhalarıdır. Türkiye’de böyle bir durum söz konusu değildir. Eski rejim temsilcilerinin öldürülmesi gibi bir vakıayla karşılaşılmamıştır. Aksine Türkiye’den ayrılmalarına izin verilmiştir.
Genç Cumhuriyet, her türlü problemi hukuk ve demokrasi içinde çözmeye özen göstermiştir. Hukuk ve demokrasi dışı söylemlere prim vermemiştir. Kaldı ki Atatürk ve İnönü’nün konuşmalarını tararsanız, ağırlıkla hukuk ve demokrasinin öneminden bahsettiklerini açık bir şekilde görebilirsiniz.
Buradan hareketle tek partili rejimin parlamenter demokrasiyi öncelediği aşikârdır. Emperyal veya yayılmacı heveslerden zaten söz edilemez. Görece otoriter eğilimlerinden bahsedilebilir. Ancak tek partili rejimin içerdiği otoriter tınılar, modernleşme sorunsalının hızlıca giderilmesiyle ilintilidir.
Türkiye’de hangi zihniyet ötekileştirici mesela? Benden değilsen sana ne iş veririm ne de aş veririm, hatta hazırdakini bile elinden alırım diyenler kimler? Bu soruların yanıtları herkesin malumudur. Tek partiye Faşist demeden önce şöyle bir etrafı kolaçan etmek gerekir diye düşünüyorum.
Türkiye, modernleşme konusunda batının epey gerisinde kalmıştı. Atatürk, modernleşemeyen toplumların tarihe karışacağını değerlendiriyordu. Osmanlı’nın tarihteki yerini almasını modernleşememesi ve uluslaşamamasına bağlıyordu. Bu nedenle modernleşmenin icrası tarihsel bir zorunluluktu. Tek partinin sağladığı olanaklarla, modernleşme yukarıdan aşağıya gerçekleştirildi.
Atatürk ve İnönü Türkiye’si modernleşme, hukuk ve demokrasi anlamında standartlarını yükseltirken dünyadaki çağdaşlarının hiç böyle “dertleri” yoktu. Kıt’a Avrupa’sında Hitler, Mussolini, Stalin, Franko ve Salazar gibi devlet liderleri kendi ülkelerinde ağır dikta rejimleri kurmuştu. Almanya’dan İtalya’ya, İspanya’dan Portekiz’e kadar Avrupa’nın büyük kısmında totaliter idareler vardı. Hakeza Balkan coğrafyası da pek farklı değildi.
Stalin, Hitler, Mussolini, Franko veya Salazar gibi devlet liderleri hiçbir zaman demokrasiyi öncelemediler. Hatta her fırsatta demokrasiyi küçümsediler. Oysa Türkiye’deki tek parti yönetimi için ileri demokrasi, her zaman için varılması gereken önemli bir hedef olarak işaretlenmiştir.
Türkiye’de tek partili rejim, kendi idaresini hiçbir zaman ilanihaye kalıcı ve mütehakkim addetmemiştir. Sistem rayına oturduğuna çekilmesini bilmiştir. Başka bir deyişle tek partili yönetim, bir nevi demokrasiye hazırlık dönemi olarak işlev göstermiştir.
Oturmuş demokrasilerin bulunduğu ülkelerde, Faşizm ve benzeri aşırılıkçı eğilimler gelişme imkânı bulamaz. Çünkü çağdaş demokrasiler, uzlaşı zemini kurabildiği ölçüde karşıtlıkları törpüler. Bir şekilde müşterek bir düzlemde buluşma ortamını hazırlar.
Erken cumhuriyet döneminde işletilen parlamenter demokrasi, siyasetin Faşizm gibi uç akımlara doğru kaymasını önlemiştir. Türk siyaseti merkezde toplanmıştır.
Öbür taraftan Faşizm, türsel özellikleri itibariyle kendi içerisinde dayanışmacı bir yapıdadır. Ancak içerideki dayanışmacılık dışarıya karşı son derece ötekileştiricidir. Oysa Türkiye’deki tek partili model, ortaya koyduğu milliyetçilik anlayışı gereğince oldukça kapsayıcı ve kuşatıcıdır. Atatürk Türkiye’si, çağdaş medeniyetin kurucu aktörü şeklinde öne sürdüğü Türk milletini, modern dünyanın bir parçası olarak kabul etmiştir.
Görüldüğü gibi Faşist zihniyetin dünyaya bakışıyla tek partili rejimin perspektifi arasında dahi dağlar kadar farklar vardır. Hâl böyleyken tek partiden Faşizm çıkarmak nasıl bir zihniyetin ürünüdür diye sormak lazım. Veya tek partili dönemi Faşizm ile ananların demokrasi karnesine bakmak her şeyi gözler önüne serecektir aslında. Örneğin tek partili yönetimi Faşist zihniyetle yan yana getirenlerin demokrasi gibi bir önceliği var mı?
Bu sorunun cevabını herkes biliyor. İtalyan Faşistleri, eski Roma’yı yeniden ihya etme hülyalarına kapılmışken devlet televizyonunda yayınlanan ideolojik Osmanlı dizilerinin amacı ne mesela? Sakın Osmanlıcı bir zihniyete can suyu vermek olmasın.
Faşistler, asırlar önce Roma’nın hüküm sürdüğü topraklarda hak iddia ederken biz de stratejik bakımdan fazla derinlere dalmadık mı? Balkan coğrafyasında ve Ortadoğu’da hangi stratejik derinliğin peşinden koştuk? Oralarda Osmanlı’nın hayaletini kovaladığımız için Ortadoğu bataklığına saplanmadık mı? Avrupa’yla ilişkilerimiz de aynı nedenlerle bozulmadı mı?
Türkiye’de hangi zihniyet ötekileştirici mesela? Benden değilsen sana ne iş veririm ne de aş veririm, hatta hazırdakini bile elinden alırım diyenler kimler?
Bu soruların yanıtları herkesin malumudur. Tek partiye Faşist demeden önce şöyle bir etrafı kolaçan etmek gerekir diye düşünüyorum.
İlginizi Çekebilir