© Yeni Arayış

Tarih, yeniden: Sahne de aynı, oyun da

Bugün Batı’da, Cadı Kazanı ve Brecht oyunları çoğunlukla kapanmış bir dönemin izleri, birer klasik olarak görülüyor. Naziler iktidarda değil, McCarthycilik artık yok.

Özgürlüklerin, tanıklıkların, basının, akademinin baskı altına alınması, yasaklar ve cezalar bizim ana gündem maddelerimiz. Ne var ki zaman durmuyor. Tarih zamanın tanıkları üzerinden bu günleri kaydetmeye devam ediyor. Bugün bizler Brecht’in dayanışma çağrısını mı duyacağız, yoksa Miller’ın uyardığı gibi birbirimizi mi satacağız? Tarih, cevabını sahneden veriyor: “Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz.”

Karmaşık zamanların bilinmez tekrarlarından birinden geçiyoruz. Gündem gergin, gündem acılı. Ancak bu durum kimseyi şaşırtmıyor, derimiz kalınlaştığından ya da alışkanlık geliştirdiğimizden değil, ülkenin normalinin bir süredir böyle olmasından kaynaklanan bir karıncalanma hali söz konusu. İçinde bir umut bulup büyütmek mesele. Ne var ki, vazgeçmek de içimize sinmiyor. İnsan bir noktada kendisinden çok, kendinden sonra gelenler için yapabileceği ne varsa yapmak için çabalamak gerektiği gerçeğiyle yüzleşiyor. Burası herhalde Nazım’ın, ‘mesela zeytin dikeceksin hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil, (…) yaşamak ağır bastığından’ dediği yer. İnsanın geçiciliğe sığınıp, yaşamanın ağır bastığı yeri bulduğu zeminlerden biri de tiyatro. Zira tiyatro yalnızca bir sanat değil, bir kayıt ve hafıza alanı. Bu haftaki yazımda sizi bu alana davet etmeye karar verdim.  

Tiyatro, insanlık tarihi boyunca toplumsal ve politik eleştirinin en güçlü araçlarından biri olarak karşımıza çıkar. Aristophanes, Antik Yunan’da komedyalarıyla dönemin politikacılarını ve toplumsal düzeni hicvederken, Shakespeare kralların adaletsiz yönetimlerini sahnede sorgular, Brecht ise tiyatroyu bir mücadele alanına dönüştürür. 

"Nerede Toplanacak Bu Üçlü Yine? Fırtınada, Yağmurda ya da Şimşekte?"

Shakespeare, Macbeth

Tiyatro, insanlık tarihi boyunca toplumsal ve politik eleştirinin en güçlü araçlarından biri olarak karşımıza çıkar. Aristophanes, Antik Yunan’da komedyalarıyla dönemin politikacılarını ve toplumsal düzeni hicvederken, Shakespeare kralların adaletsiz yönetimlerini sahnede sorgular,Bertolt Brecht ise tiyatroyu politik bilinç kazandıran bir mücadele alanına dönüştürür. Aralarında yüzyıllar olan bu üç isim, 2500 yıllık bir zaman nehri üzerinden atlamamızı sağlayan üç taş gibi sıralanırlar. 

Bütün bu zaman boyunca tiyatro, güçlülerden yana değil, halkın yanında durulması gerektiğini gösterir. 20. yüzyılda ise doğrudan bir politik araç hâline gelir. Erwin Piscator ve Bertolt Brecht gibi isimler tiyatroyu sadece bir sanat dalı olarak değil, aynı zamanda politik bilinçlendirme ve direniş aracı olarak ele alırlar. Şimdi biraz buralarda gezinip, günümüze gelelim. 

Brecht’in Sahnesinde Direniş

Bertolt Brecht, 20. yüzyılın ilk yarısında, iki dünya savaşı ve yükselen totaliter rejimler çağında, tiyatroyu bir direniş ve bilinçlendirme aracı olarak yeniden şekillendir. Brecht’in epik tiyatrosu, klasik tiyatronun duygusal etkisini kırarak seyirciyi düşünmeye, eleştirmeye ve harekete geçmeye yönlendirmeyi amaçlar. Onun sahnesinde bireysel trajediler yerine toplumsal mücadeleleri ve sınıf çatışmaları vardır. Oyunlarında, baskıcı düzenlerin nasıl kurulduğunu, halkın buna nasıl boyun eğdiğini gösterirken, kolektif mücadelenin bu düzeni yıkmada ne kadar etkili olduğunu seyirciye aktarır. Ona göre baskı ve zulüm yaşamış 20. yüzyıl insanının tiyatro salonundan duygusal etkileşimlerle çıkması kabul edilemez. ‘Yabancılaştırma Efekti’ dediği teknikle bu duygusal zemini kırarak seyirciyi oyun üzerinde düşünmeye ve yaşadığı dünyayı sorgulamaya davet eder. Zira Brecht dünya görüşünü o çok ünlü şiirindeki “Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz” sözleriyle aktarır. Seyirciye sarmalandığı suskunluk perdesini yırtıp bu zeminde bir araya gelme çağrısını yapar. Bireyin tek başına kurtulamayacağını, ancak toplumun birlikte hareket etmesi durumunda baskıdan kurtulabileceğini savunur. 

Tarih, içinden akıp geçtiği tüm çağlar boyunca Brecht’i haklı çıkaracaktır. Bu akış sırasında tiyatro, kayıt tutmaya devam eder. Baskıcı dönemlerde tutulan kayıtlara bir başka örnek Amerikalı oyun yazarı Arthur Miller’dan gelir. 

Arthur Miller ve McCarthy Dönemi

Yukarıdaki başlığı kısaca açalım. 1950’lerde ABD’de Senatör Joseph McCarthy, komünizm karşıtı bir kampanya başlatarak sanatçıları, yazarları, gazetecileri ve akademisyenleri “komünist ajanlar” olmakla suçlar. Pek çok kişi mahkemelerde yargılanıp işlerinden olurlar. Cadı avı öyle boyutlara ulaşır ki, kimileri tutuklanmamak için arkadaşlarını ve meslektaşlarını ihbar etmek zorunda kalır. Miller da bu baskıya maruz kalan isimlerden biridir. 1956’da Amerika Karşıtı Faaliyetler Komitesi’ne ifade vermeye çağrılır. İfadesinde baskılara karşı koyar, kendisine sorulan isimleri ihbar etmeyi reddeder. Tam da bu noktada, Brecht’in dayanışma ve kolektif mücadele anlayışın yeniden hayat bulur. Miller kendini kurtarıp kenara çekilmeyi reddeder.Onun anlattığı dünya, Brecht’in davetini toptan geri çevirenlerle doludur: İnsanlar bir arada olup düzenle baş edeceği yerde, hayatta kalmak için birbirini satmaya başlar. Miller o günleri Cadı Kazanı oyuyla kayda geçer. 

Miller, bu oyun aracılığıyla 1950’lerin McCarthy döneminde yaşanan komünist avına göndermede bulunur. Toplumsal korkunun, baskıcı rejimin adaleti nasıl çarpıtabileceğini ve böyle bir düzenden tek başına kurtuluşun mümkün olmadığını gösterir. 

Her Dönem Fokurdayan: Cadı Kazanı

Arthur Miller’ın Cadı Kazanı, 1692 yılında Massachusetts’teki Salem kasabasında geçer. Oyun, bir grup genç kadının cadılıkla suçlanmasıyla başlayan toplumsal histeri ve cadı avını anlatır. Kasaba halkı, korku ve güvensizlik içinde birbirini ihbar etmeye başlar. Hikâyenin merkezinde, John Proctor adında dürüst bir çiftçi ve geçmişte ilişki yaşadığı genç bir kadın olan Abigail Williams vardır. Abigail, John’un eşi Elizabeth Proctor’u kıskandığı için onu cadılıkla suçlar. Ancak olaylar büyür. Din adamları, yargıçlar ve halkın desteğiyle cadı mahkemeleri kurulur. Suçlananlar ya hiç işlemedikleri bir suçu kabul etmek ya da reddedip idam edilmek arasında sıkışıp kalırlar. Proctor, haksız yere suçlananların masumiyetini kanıtlamaya çalışırken cadılıkla suçlanır. Oyunun sonunda kendisine dayatılan suçları itiraf etmeyi reddederek onurunu korumayı seçer ve idam edilir.

Miller, bu oyun aracılığıyla 1950’lerin McCarthy döneminde yaşanan komünist avına göndermede bulunur. Toplumsal korkunun, baskıcı rejimin adaleti nasıl çarpıtabileceğini ve böyle bir düzenden tek başına kurtuluşun mümkün olmadığını gösterir.

Bugün Batı’da, Cadı Kazanı ve Brecht oyunları çoğunlukla kapanmış bir dönemin izleri, birer klasik olarak görülüyor. Naziler iktidarda değil, McCarthycilik artık yok. Ancak bizler böyle geniş bir zamanın içinde değiliz. Aynı takvimi kullansak da, 1950’lerde, hatta daha da gerilerde, 1692’de sıkışıp kalmış gibiyiz.

Özgürlüklerin, tanıklıkların, basının, akademinin baskı altına alınması, yasaklar ve cezalar bizim ana gündem maddelerimiz. Ne var ki zaman durmuyor. Tarih zamanın tanıkları üzerinden bu günleri kaydetmeye devam ediyor. Bugün bizler Brecht’in dayanışma çağrısını mı duyacağız, yoksa Miller’ın uyardığı gibi birbirimizi mi satacağız?

Tarih, cevabını sahneden veriyor: “Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz."

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER