© Yeni Arayış

Tanpınar’a Huzur yok 6. Bölüm: Zaman hayallerimizi de hakikatlerimizi de kırar

Tanpınar’a Huzur yok | 6. Bölüm | Zaman hayallerimizi de hakikatlerimizi de kırar

Hayallerimiz gibi, hakikatlerimiz de kırılmış. Cemiyetimiz çağ’a, ferdimiz ise hayata yetişemiyor. Sömürmemişiz, sömürülmemişiz güya. Beri tarafta kendi kendimizi ezip, hürriyet ve terakki imkanlarını heba etmişiz. Sefalet ve buhran içinde sürüklenmeyi normal telakki ediyoruz…  

İki hasret birbirine buluştular, ıssız yerin kurdu gibi uluştular

[-Bugünkü Dille- Dede Korkut, Haz.: Orhan Şaik Gökyay, 1902-1994]

Romancı-Şair-Profesör Ahmet Hamdi Tanpınar, İstanbul sokaklarından bir hayalet gemi gibi geçiyor. Metruk, muazzam ve mahzun bir mekanizma misali. Kendi içindeki rüzgarla ilerliyor… Cağaloğlu Yokuşu’nu çıkarken düşünüyor: İstanbul, çok sevilmiş bir kadın gibi sevilir; yani her hâline, her hususiyetine ayrı bir dikkatle çıldırarak… İstanbul sadece abide eserlerin bol olduğu şehir değildir. Şehrin topoğrafyası bu eserlerin görünmesine yardım eder. İstanbul her ziynetin, her kumaşın yaraştığı, ayrı ayrı hususiyetlerini açtığı o cömert yaradılışlı güzellere benzer. Yedi tepe; iki, hatta Haliç’le üç deniz, bir yığın perspektif imkânı ve nihayet daima lodosla poyraz arasında kalmasından gelen bir yığın ışık oyunu, bu eserleri her an birbirinden çok başka, çok değişik şekillerde karşımıza çıkarır…

“Dede Korkut’un Torunu”yla Nuruosmaniye’deki İkbal Kahvesi’nde buluştular. Orhan Şaik Gökyay 1936’da Dede Korkut Hikayeleri’ni Türkçe’ye çevirdiği için, bu lakabı almıştı. Üstat içeri girdiğinde, Orhan Şaik Bey Sanat Dünyası adlı mecmuayı karıştırıyordu. Besbelli beğenmiyor…

Evvelki gün telefon açıp “Londra’ya gideceğim. Marmara’da bir görüşsek…” demişti.

Ahmet Hamdi Bey, Beyazıt’taki Marmara Kıraathanesi’nin her anlamda ‘uzak’ olduğunu söyledi.

Orhan Şaik Bey de Nisuaz Pastanesi’ne gelemeyeceğini belirterek özür beyan etti: “Aile ziyaretleri, hazırlıklar…”

İkbal’de karar kıldılar. İşte bakın, ahşap doğramalı, mat camlı pencerenin berisinde, bordo çuhalı yuvarlak masada çay içiyorlar.

Tanpınar, Gökyay’dan sadece 1 yaş büyük. Gelgelelim, Gökyay ondan 32 sene fazla yaşayacak. Fakat bilmiyorlar. Nereden bilsinler? Akıbetimizden bihaber olmasak, hoşbeşe, hasbihale takat yetirebilir miydik?..

Orhan Şaik, Londra Üniversitesi’nde Türk Dili ve Edebiyatı okutmanı olarak çalışacakmış.

Ahmet Hamdi Tanpınar, İstanbul sokaklarından bir hayalet gemi gibi geçiyor. Metruk, muazzam ve mahzun bir mekanizma misali. Kendi içindeki rüzgarla ilerliyor…

İki arkadaş, bundan 6 sene evvel, 1953’ün Ağustos’u, Londra’da buluşmuşlardı. Orhan Bey, resmî bir vazife için orada bulunuyordu. Tanpınar ise edebiyat fakültesi tarafından, 1 aylığına Avrupa seyahatine gönderilmişti. Üstat, bu yolculuğa geciktiğini düşünüyordu.

Zaman, tüm hülyalarımızı küçük, manasız ve kırık şeylere dönüştürüyor. Hayallerimiz gibi, hakikatlerimiz de kırılmış. Cemiyetimiz çağ’a, ferdimiz ise hayata yetişemiyor. Sömürmemişiz, sömürülmemişiz güya. Beri tarafta kendi kendimizi ezip, hürriyet ve terakki imkanlarını heba etmişiz. Sefalet ve buhran içinde sürüklenmeyi normal telakki ediyoruz…

Düşünmeyi kesip gülümsedi: “Tebrikler azizim, uğurun açık olsun.”

Ve şaka yollu ekledi: “Onlara Türk’ün gücünü göster.”

Orhan Şaik Gökyay, İngilizlerin bize hâlâ saygı dolu bir alakayla yöneldiklerini söyledi.

Ve akabinde “Saatleri Ayarlama Enstitüsü ne zaman kitap olarak neşredilecek?” diye sordu.

“Kim bilir” dedi Tanpınar, sesinde bir kırgınlık. “Remzi Bey’le konuştuk bir ara, kaldı öyle.”

Orhan Şaik, Remzi Bengi’yi tanıyordu.

“Meyus [üzgün, kötümser] olmayınız. Remzi Bey sözünün eridir. Romanı bugün yarın basacaktır.”

“Tek temennimiz.”

O esnada mekanın müdavimi Orhan Kemal damladı.

Bedbaht bir prense benziyor. Feleğin alevli çemberinden, dünyayı sırtında taşıyarak geçmiş. Komik bir sırrı saklıyormuşçasına muzip bakıyor: “Gününüz aydın olsun! Sizleri burada görmek ne büyük saadet!”

Ahmet Hamdi Bey ayağa kalkıyor, Orhan Kemal’le el sıkışıyor, tokalaşma kesmeyince kucaklaşıyor. Vukuat Var yazarının yüzüne, paltosuna dışarının serinliği sinmiş.

Orhan’lar da selamlaşıyor. “İki Orhan arasında dilek tutayım bari!” diyerek gülümsedi Tanpınar.

Ve içinden şöyle geçirdi: “Hayatından şikayet edecek kadar herkese benzemeyeyim gayrı.”

Orhan Kemal müsaade istedi. Bir misafiri varmış. Ve kahvenin uzak köşesinde oturan gözlüklü, sıska bir adama doğru yürüdü.

“Dikkatli olun üstadım, bu Bahtiyar Kont acayip, netameli, tekinsiz bir adam. Bedri Koraman onun bir portresini çizmiş. Üstelik kanıyla!”

***

“Ne diyordum? Hah. Remzi Bey, 1938’de Atatürk’e ‘Dünya Muharrirlerinden Tercümeler Serisi’nin kitaplarını göndermişti. Atatürk de ona teşekkür mektubu yazmıştı. Size de anlatmıştır bu hatırasını.”

Atatürk adını duyunca, Tanpınar ruh celsesini hatırladı. Bedri Ruhselman’ın evinde Mustafa Kemal’in ruhunu çağırmışlardı. O da teşrif etmişti… Tanpınar’ın sessizliği uzayınca, Sanat Dünyamız’daki bir haberden söz etti Orhan Şaik Bey:

“Bahtiyar Kont adlı bir koleksiyoncu, adı duyulmuş ressamların eserlerini topluyormuş.”

Masadaki dergiye elinin tersiyle pat pat vurdu. Ahmet Hamdi Bey’in yüzünde hayret ve şüphe dolu bir ifade belirdi:

“Önceki gece, Atatürk’ün ruhunu çağırdık.”

“Ne?!”

Hayret sırası Orhan Şaik Bey’deydi.

“Nasıl, nerede, kimlerle?”

“Orasını kurcalama Orhan.”

“Hay hay, geldi mi peki, ne söyledi?”

“‘Bahtiyar Kont’a selamlarımı iletin’ dedi.”

“Dikkatli olun üstadım, bu Bahtiyar Kont acayip, netameli, tekinsiz bir adam.”

“Öyle mi? Nereden vardınız bu kanaate?”

“Bedri Koraman onun bir portresini çizmiş. Üstelik kanıyla!”

Dergiyi açtı, katladı ve Tanpınar’a uzattı. Büyük romancı sayfadaki portreye bir müddet dikkatle baktı. Yakışıklı, temiz yüzlü, mütebessim bir adamdı Bahtiyar Kont.

“Anlayamadım, kimin kanıyla çizilmiş bu resim?”

“Mister Kont’un kanıyla mirim!”

Tefrikanın tüm bölümlerini okumak için yukarıdaki görsele tıkla ☝️

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER